Zelzele (Deprem) Hakkında

ZELZELE (DEPREM) VE MUSİBETLER HAKKINDA

(Van Depremi Münasebetiyle)

Her şeyde olduğu gibi zelzele, hastalık, sel felaketi, savaşlar, yangınlar gibi her türlü musibetler için dahi en önemli husus, nokta-i nazardır. Yani bakış tarzı, yani isabetli değerlendirmedir.

Evet, beşer aleminde, biri ilâhî, diğeri beşerî olarak iki nokta-i nazar vardır. İlahî nokta-i nazar: Allah’ın (c.c.) ya­rattığı varlıklar ve hadiseleri, O’nun takip ettiği maksad ve hikmetleri nazara alarak değerlendirmektir. Bilhassa esma-i İlahiyeye ve ahiretteki sonsuz hayata bakan gayelere göre düşünmek, yani Kur’an’dan alınan ilim ve iman nazarıyla bakmak, isabetli ve selametli tek yoldur.

Evet, her şeyi, karanlıklı, felaketli ve korkunç veya sa­adetli, hikmetli, nurlu ve neşeli gösteren mezkür iki nokta-i nazar, insan aleminde manevî cehennem veya cennet vesilesi olduğundan, mevzuya girmeden önce bir miktar bu nokta-i nazar üzerinde durulacaktır.

Kur’an’a dayanmayan beşerî ve dünyevi nazar ve an­la­yış, her şeye dünyevî menfaat ve lezzetinin derecesi nis­be­tinde iyiliğine, zarar ve elemine göre de kötülüğüne hük­meder. Halbuki insanların beğendiği, hoşlandığı çok şeyler var ki, Kur’an onları beğenmez ve insanların hoşlan­madığı çok şeyler de var ki Kur’an onların menfaatli oldu­ğunu bildi­rir. Mesela Kur’an’ın, (2/216), (3/180), (4/19.) ayetleri örnek verilebilir.

İMANİ NOKTA-İ NAZAR İLE MUSİBETLER

Bediüzzaman Hazretleri dehşetli dinsizlik cereyanı­nın tahrikiyle işkenceli hapishanelere düşen talebelerine, manevî ve uhrevî faideler nokta-i nazarıyla diyor ki:

«Risale-i Nur’dan tam ders alan ve dünya fâni ve tica­retgâh olduğunu bilen ve herşeyi imanı ve âhireti için feda eden ve bu dershane-i Yusufiyedeki muvakkat sıkıntıların daimî lezzetler ve faideler vereceklerine inanan sizin gibi ih­laslı zâtlara acımak ve rikkatten ağlamak haletini, tebrik ve sebatınızı gayet istihsan ve takdir etmek haletine çevirdi. Ben de ([1])اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَ الضَّلاَلِdedim. Bana ait bu faide­ler gibi hem uhuvvetimizin, hem Risale-i Nur’un, hem rama­zanımızın, hem sizin bu yüzde öyle faideleri var ki, perde açılsa, “Ya Rabbena! Şükür. Bu kaza ve kader-i İlahî, hakkımızda bir inayettir.” dedirtecek kanaatım var.

Hâdiseye sebebiyet verenlere itab etmeyiniz. Bu mu­sibetin geniş ve dehşetli plânı çoktan kurulmuştu, fakat ma­nen pek çok hafif geldi. İnşâallah çabuk geçer. ([2]) عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْsırrıyla müteessir olmayınız. Said Nursî»(Şualar: 294)

Bu parçada ifade edilen büyük sıkıntıyı ve eziyetli yolu tercih ettiren ancak imanî nokta-i nazardır. Halbuki, dün­yevî nokta-i nazar, bu meşakkatli yolu tercih etmeyi, akla aykırı görür. İşte peygamberler ve ümmetlerinin hali ve on­lara isyan edenlerin durumları, bu hakikatın en berrak delil ve manzarasıdır.

Aynı hakikatı te’yid eden Üstad’ındiğer bir mektubu da aynen şöyledir:

«Aziz, sıddık kardeşlerim!([3]) اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَارَهُ اللّهُve عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ([4]) sırrıyla, Risale-i Nur’un en mahrem parçaları, en nâmahremlerin ellerine geçmek ve en mütekeb­birlerin başlarına vurmak ve en baştakilerin yanlışlarını gös­termek için “sırran tenevverat” perdesinden çıktı. Şimdiye kadar mes’ele küçültülmek isteniliyordu. Fakat nasılsa bildi­ler ki; mes’ele pek büyüktür ve ehemmiyetle celb-i dik­kat ise Risale-i Nur’un parlak fütuhatına ve düş­manlarına da hayretle kendini okutmasına yol açar. Hattâ Eskişehir Mahkemesindeki çok mütemerridleri ve mü­tehayyirleri ve muhtaçları tenvir edip kurtardı, o zahmeti­mizi rahmete çevirdi. İnşâallah bu defa daha geniş bir sahada, daha çok mahkemeler ve merkezlerde o kudsî hizmeti görecek…

Sizin tahliyeniz bu hakikata zarar vermez; fakat benim beraatım, zarardır. Umum âlem-i İslâmı alâkadar eden bir hakikatın hatırı için değil yalnız dünya hayatını, belki lüzum olsa uhrevî hayatımı ve saadetimi dahi ehl-i imanın Risale-i Nur ile saadetleri için feda etmeyi nefsim de kabul ediyor(Şualar: 324)

Bu mektuplarda açıkça görülüyor ki, dine hizmet yo­lunda çekilen müdhiş eziyetler başta rıza-yı İlahî’yi kazan­mak olarak uhrevî faydalarından dolayı bir ihsan-ı ilahî diye tavsif ediliyor ve şükrediliyor ve memnun olunuyor. Yani musibetlere dünyevî hayat nokta-i nazarıyla değil, uhrevî hayat nokta-i nazarıyla bakılıyor. Böylece dünyada İlâhî imtihan kazanılıyor.

ZAHİREN ÇİRKİNHADİSELERİN ALTINDAKİ HAYIR VE GÜZELLİKLER

Bahsimiz olan nokta-i nazarın kevnî hadisata, yani şu­unat-ı İlahiye’ye bakan Risale-i Nur’daki örneklerinden biri de اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ([5]) ayetidir. Şöyle ki:

«Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet kâinattaki her­şey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzel­likler ve intizamlar var. Ezcümle:

Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdise­lerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî çi­çeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü ne­masız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahav­vüller, birer manevî yağmurdur. Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan zahire ba­kıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer ol­duğuna hükmeder. Halbuki eşyanın insana aid gayesi bir ise, Sâniinin esmasına aid binlerdir.» (Sözler: 231)

Bu beyanatta, İlahî hikmet nokta-i nazarı ile, beşerî nokta-i nazar, pek zâhir olarak ifade edilmiştir. İnsan kendi hayat anlayışını bu İlâhî hikmet nokta-i nazarına uydurmaya çalışmazsa, kâinat hadiseleri altında ezilir.

Her şeye ve hadiselere iman ve ilahî hikmet nazarıyla bakmayan insanları ikaz eden Bediüzzaman Hazretlerinin şu izahları da dikkat çekicidir:

«Hiç bir insanın Cenab-ı Hakk’a karşı hakk-ı itirazı yoktur ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünki şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden nizam-ı âlemde binlerce hikmetvardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için, bin hikmet feda edi­lemez.

([6])وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّموَاتُ وَ اْلاَرْضُ

Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.

Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyor­sun? Cüz’î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyor­sun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet olmasın. Senin ne kıymetin var ki, sine­ğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin!..» (Mesnevi-i Nuriye: 192)

«Hem insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve akibeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan eden rahmaniyet ve hakîmiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizanolamaz. Kendi âyinesinin rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb; kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat iman gözüyle baksa; yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nev’ini bir kâinat-ı suğra ve herbir insanı bir âlem-i asgar müşahede eder.» (Şualar: 611)

FELSEFE GÖZLÜĞÜ VE İMAN GÖZLÜĞÜ İLE BAKIŞ FARKLARI

Evet, Bediüzzaman Hazretleri dinden kopuk beşerî düşünce diye ifade edilebilen menfi felsefenin bakış tarzı hakkında diyor ki:

«Felsefe, her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şef­faf, berrak, nuranî bir gözlüktür.» (Şualar: 753)

Yine aynı bahsin devamındabütün alem ve hadisatınaiman ve felsefe nazarıyla bakan değerlendirme tarzlarının harika mukayeseleri şöyle nazara veriyor:

«Bütün mahlukatla alâkadar ve herşeyle bir nevi alış-verişi olan ve kendisini abluka eden şeyler ile lafzan ve ma­nen görüşmek, konuşmak, komşuluk etmeye hilkaten mec­bur olan insanın sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti vardır.

İnsan mezkûr iki gözlüğü gözüne takmakla, mez­kûr cihetlerde bulunan mahlukatı, ahvali görebilir.

Sağ Cihet: Bu cihetten maksad, geçmiş zamandır. Binaenaleyh felsefe gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı za­man, mazi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir. Ve bu görünüşte insan pek büyük bir dehşete, vahşete, me’yusiyete maruz kaldığında şübhe yoktur. Fakat iman gözlüğü ile o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ül­kenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de, fakat can telefi yoktur. Mürettebatı, sâkinleri daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor. Ve o kabirler, çukur­lar da, nuranî bir âleme girmek için kazılan yeraltı tünelleri şeklinde telakki edilecektir. Demek imanın insanlara verdiği sürur, ferahlık, itminan, inşirah, binlerce “Elhamdülillah” dedirten bir nimettir.

Sol Cihet: Yani, gelecek zamana felsefe gözlüğü ile bakıldığı zaman; bizleri çürütecek, yılan ve akreplere ye­dirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şek­linde görünecektir. Fakat iman gözlüğü ile bakılırsa Cenab-ı Hakk’ın Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’in insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefis, leziz me’kûlât ve meşrubata zarf olan bir maide ve bir sofra-i Rahmanî şeklinde görünecektir. Ve binlerce “Elhamdülillah” okutturarak tekrar ettirecektir.

Üst Cihet: Yani, semavat cihetine felsefe ile ba­kan bir adam, şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kü­relerin at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi yaptıkları pek sür’atli ve muhtelif hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete, korkuya maruz kalacaktır. Fakat imanlı bir adam baktığı vakit o garib, acib manevranın bir kumandanın emri ile nezareti altında yapıldığı gibi; semavat âlemini tezyin eden ve o yıldızın bize de ziyadar kandiller şeklinde oldukla­rını görecek ve o atlar koşusunda korku, dehşet değil, ünsi­yet ve muhabbet edecektir. Âlem-i semavatı şöylece tasvir eden iman nimetine elbette binlerce “Elhamdülillah” söyle­mek azdır.

Alt Cihet: Yani, arz âlemine felsefe gözü ile bakan insan; küre-i arzı başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telaşa düşer. Fakat iman ile ba­karsa, arzın Rahmanî bir sefine olup, Allah’ın kumandası altında bütün me’kûlât, meşrubat, melbusatı ile beraber, nev’-i beşeri tenezzüh için şemsin etrafında gezdiren bir sefine şek­linde görür. Ve imandan neş’et eden şu büyük nimete büyük büyük “Elhamdülillah”ları söylemeğe başlar.

Ön Cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki: Bütün canlı mahlukat -insan olsun, hayvan olsun- kafile be-kafile büyük bir sür’atle o cihete gidip kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yol­cusu olduğunu bildiğinden, teessüründen çıldıracak bir hale gelir. Fakat iman nazarıyla bakan bir mü’min, insanların o cihete gidişleri, seyahatları adem âlemine değil, göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, adem âlemine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatlar netice itibariyle saadetlerdir. Çünki, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza, rahm-ı maderden dünyaya gelen ço­cuk, mahud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.

Arka Cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarı ile bakılsa; “Yahu bunlar nereden nereye gidiyorlar ve ne için dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen suale bir cevab alınamadığından -tabiî- hayret ve tereddüd azabı içinde kalı­nır.

Fakat nur-u iman gözlüğü ile bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garib acib kudretin mu’cizelerini görmek ve mütalaa etmek için Sultan-ı Ezelî tarafından gönderilmiş mütalaacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mu’cizenin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelî’nin azametine derece-i delaletlerine kesb-i vukuf ettik­leri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra yine Sultan-ı Ezelî’nin memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anla­yış nimetini kendisine îras eden iman nimetine “Elhamdülillah” diyecektir.

Mezkûr zulmetleri izale eden iman nimetine “Elhamdülillah” diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lâzımdır. Bu ikinci hamda da üçüncü bir hamd, üçüncüye dördüncü hamd lâzım.

وَهَلُمَّ جَراًّ

Demek bir hamd-i vâhidden doğan hamdler­den ibaret gayr-ı mütenahî bir silsile-i hamdiye husule geli­yor.» (Şualar: 753-755)

Bu mevzu Şualar adlı eserde (Birinci Nokta) dan sonra (Dokuzuncu Nokta) ile tamamlanır.

İMAN VE KÜFÜR NAZARIYLA DÜNYA

Bediüzzaman Hazretleri, iman ve küfür nazarıyla gö­rünen dünyayı da şöyle tasvir eder:

«Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesin­den daha sür’atli bir hareketle, yirmibeşbin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmağa ve parçalan­mağa müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı Küre-i Arz içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden bîçare nev’-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Birden Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabb-üs Semavati Vel-Arz ve Müsahhir-üş Şemsi Vel-Kamer isimleri; rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû’ ettiler. O âlemi öyle nur­landırdılar ki; o halette bana Küre-i Arz gayet muntazam, müsahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyf ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.» (Mektubat: 410)

Risale-i Nur’da ehemmiyetine binaen pek çok yer­lere serpilen ve çeşitli makamlarda ve muhtelif tasviratla ya­zılan ve insanın düşünce ufkunu açan nokta-i nazarlar var. Evet, kâinat sahibinin yarattığı kâinat hakkındaki ihata-i mutlaka ve isabet-i mutlaka ile cezalet-i beyaniyesini ta­zammun eden Kur’anî nokta-i nazara karşı, beşerî nokta-i nazarın sönüklüğünü gösteren Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vah­dete, âhirete, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabi­ata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın makasıdı içinde gö­rünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.

İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve uhreviyede[7] o kadar geridirler ki, en basit bir mü’minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemalara[8] nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüv­vet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.

Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat’iyyesi, Kur’anın hakaik-i kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dame­nine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz:

Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla[9]ba­kılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir sey­yare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur’an nazarıyla[10] ba­kıldığı vakit -Onbeşinci Söz’de izah edildiği gibi- hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlem[11] olan insan; en câmi’, en bedi’ ve en âciz, en aziz, en zaîf, en latif bir mu’cize-i kudret olduğun­dan, beşik ve meskeni olan zemin; semaya nisbeten madde­ten küçüklü­ğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve san’aten bütün kâina­tın kalbi, merkezi.. bütün mu’cizat-ı san’atının meşheri, ser­gisi.. bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakı­yesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma’kesi.. hadsiz hallakıyet-i İlahiyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva’-ı sagiresinden cevvadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür­’atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besa­tîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sün­büllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

İşte Arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’an-ı Hakîm; semavata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren “Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz” diyor. İşte sair mesaili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’anın parlak, ruhlu haki­katleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür(Sözler: 350)

HASTALIK VE SAİR BEŞERİ MUSİBETLERDEKİ HİKMETLER

Şimdi de beşer alemindeki ahvale bakış tarzına geçi­yoruz. Evet, hastalıklarda ve dolayısıyla da bütün beşerî mu­sibetlerde dinî nokta-i nazarla uhrevî fayda ve güzellikler göründüğünü ve bu güzelliğin dünyevî hayatı da saadetlen­dirdiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, Kuran’dan aldığı tesellileri şöyle ifade eder:

«İnsan bu dünyaya keyf sürmek ve lezzet al­mak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve fi­rakta[12] yuvarlanması şahiddir. Hem insan, zîhayatın en mü­kemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîha­yat­ların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gele­cek belaları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nis­beten en edna bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir ha­yat geçiriyor. Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel ya­şamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelme­miştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür. Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatı­rına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i heva boş yere sarfettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: “Lâyemut değilsin, başı­boş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazır­lan.” İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekva değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek; eğer fazla ağır gelse, sabır istemek gerektir.» (Lem’alar: 206)

«Ey âh ü enin eden hasta! Hastalığın suretine bakıp âh! eyleme. Manasına bak oh! de. Eğer hastalığın manası güzel birşey olmasa idi, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği iba­dına hastalıkları vermezdi. Halbuki hadîs-i sahihte vardır ki:

([13])اَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً َاْلاَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءُ َاْلاَمْثَلُ فَاْلاَمْثَلُ(ev ke­mâ kàl) yani: “En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridirler.” Başta Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salahat çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâ­lisa, birer hediye-i Rahmaniye nazarıyla bakmış­lar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm’in rahme­tinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inden görmüşler. Sen ey âh u fizar eden hasta! Bu nuranî kafileye iltihak etmek istersen, sabır içinde şükret.» (Lem’alar: 213)

MUSİBETLERLE İNSANIN TEKAMÜLÜ

Keza yağmurun, çekirdeklerin neşv ü nemasına se­be­biyet verdiği gibi çeşitli musibetlerinyaşanmasıyla da in­sa­nın tekamül ettiğini belirten ve musibetlere bu nokta-i na­zardan bakmayı öğreten Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekem­mül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istira­hat dö­şeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.» (Lem’alar: 9)

«Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değil­dirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan his­sederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnu­nane dönerler. Öyle de çok zahirî musi­betler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffa­ret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir.» (Lem’alar: 11)

«Zâten sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vası­tasıyla terakki eder. Hayat cilve-i esma ile muhtelif hare­kâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, in­bisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder(Mektubat: 45)

Keza, «Vücudunun varlığı, zuhur ve tezahürü, ancak tagayyür ve tahavvülüne bağlı olan bir mümkinde; atalet, sü­kûn, tevakkuf ve yeknesaklık, ahval ve keyfiyatta birer nev’-i ademdirler. Adem ise, mahz-ı elem ve şerr-i sırftır. Onun içindir ki zîhayattaki faaliyet, şedid bir lezzet olduğu gibi; şu­ûnatta olan tahavvül dahi, hayr-ı kesîrdir. Elem ve musibet dahi olsalar

Binaenaleyh, teessürat ve teellümat, bir cihette çirkin ise de, fakat bir çok cihetlerle güzeldirler, hasendirler. Demek nur-u vücud olan hayat, teessürat ile tasaffi edip, teellümat ile cilalanarak kuvvet buluyor. Öyle ise onlar hayatın menfuru değillerdir.

Madem öyledir; zîhayata ait gibi olan yalnız şu kısa­cık bir bekanın mizanıyla (meseleyi) tartma! Belki Cenab-ı Muhyî (Celle Şânuhû) nun tecelli-i şuûnuna mazha­riyet ve makesiyet mizanıyla tart! Çünkü hayatın binler his­sesi, Cenab-ı Muhyi’nindir. Zîhayata ait yalnız arazî bir his­sedir. Öyle ise, o zîhayatın hakikî kemali, kendi o bir hisse­sini de Cenab-ı Muhyi’nin hisselerine tabi etmektedir.» (Büyük Mesnevî: 417)

Bu örneklerde görülüyor ki, bütün varlıklar ve hadise­ler, Allah’ın (c.c.) sonsuz hikmetine tabidir. O ilahî hikmet­leri öğrenip o nazarla bakanlar, zâhiren hoş görünmeyen hadiselerin hikmetlerini anlayıp derecesine göre, dehşetli görünen hadise ve musibetlerin eleminden kurtulur.

CESARETİN DE KAYNAĞI İMANDIR

İşte bu ilahî hikmetle düşünüp hadiselere o nazarla bakan mü’minin halini Bediüzzaman Hazretleri şöyle tavsif edip der ki:

«Âbid, namazında der: “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah.” Yani: “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye iti­kad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar. Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Evet her hakikî ha­senat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyet­tir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalet­tir. Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkut­maz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lez­zetli bir hay­ret ile seyredecek. Fakat meşhur bir mü­nevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof[14] ise; gökte bir kuy­ruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?” der; ev­hama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.)»(Sözler: 19)

«Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, ni­mete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil maz­hardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, niha­yetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve mad­deten müptelâ olur.» (Mektubat sh: 223)

AZGIN DİN DÜŞMANLARINA İNEN İLAHİ GAZAB

Kuran’da (47:8 ila 11.) ayetleri ve emsallerinde beyan edildiği üzere tarihî hadiseler şeklinde haber verilen İlahî gazabın, azgın din düşmanlarına inmesi ve İlahî muavenetin ise, hizbulllaha, yani, hakikî mücahid kafilelere gelmesi hakkında Risale-i Nur’da şu izahat veriliyor:

«Bu kafile, bu kâinat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muarızları, onun düşmanları ve merdud mahlukları olduğuna delil ise: Zaman-ı Âdem’den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve mu­arızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesidir.

Evet Kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar gazab-ı İlahîyi ve aza­bını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedik­leri gibi.. kafile-i kübranın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün kudsî kahramanları dahi, hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu­’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuş­lar. Birtek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müs­takimde gittiğine şehadet ve delalet eder(Şualar: 96)

Kuran, «Bilhassa çok tekrar ile اَلظَّالِمِينَ …اَلظَّالِمِينَ …deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun’un başlarına ge­len azablarla baktırıyor ve mazlum ehl-i imana İbrahim ve Musa Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor(Şualar: 244)

«Evet adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünki “Üçüncü Hakikat”ta isbat edildiği gibi; herşeyin istidad lisa­nıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ızdırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelal’den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen öl­çülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat’î vardır.

İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmek­tir. Yani haksızların hakkını, tazib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür et­miyor. Fakat o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu zamanın mü­temerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dib ve tâziyane-i tazib, gayet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor(Sözler sh: 85)

AZGIN İNKARCILAR KAİNATI HİDDETE GETİRİYOR

Risale-i Nur’da, azgın münkirlere karşı kâinatın kızdı­ğını, zecir makamında zikredilen bazı kısımlar da şöyledir:

«Ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıkla­rını ve anasır-ı külliyenin[15] hiddet ettiklerini ve umum mev­cudatın galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakîm mu’cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semavat ve arzın hücumunu ve Kavm-i Semud ve Âd’in inkârından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i Firavun’a karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette ([16]) تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِsırrıyla Cehennem’in gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müdhiş bir tarzda ve i’cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor.

Sual: Ne için böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmi­yetsiz amelleri ve şahsî günahları, kâinatın hiddetini celbedi­yor?

Elcevab: Bazı risalelerde ve sâbık işaretlerde isbat edildiği gibi: Küfür ve dalalet, müdhiş bir tecavüz­dür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir. Çünki hilkat-i kâinatın bir netice-i a’zamı, ubudi­yet-i insani­yedir ve rububiyet-i İlahiyeye karşı iman ve itaatla mukabe­ledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i a’zamı reddettikleri için, umum mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve mas­nuatın kıymetlerini, âyinedarlık cihetinde âlî eden esma-i İlahiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum mas­nuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîm­dir. Hem umum mevcu­datın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbanî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, camid, fâni, manasız bir mahluk menzilesinde gösterdiğin­den, umum mahlukatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir.

İşte enva’-ı dalalet derecatına göre az çok kâ­inatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye za­rar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.

Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayb ve zenbi azîm bîçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur’an-ı Hakîm’in daire-i kudsiyesine gir­mektir ve Kur’anın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesine it­tibadır. Gir ve tabi ol!(Lem’alar: 83)

Evet, yukarıdaki derslerden kat’iyen anlıyoruz ki; her türlü musibetlerden , zelzelelerden kurtulmanın çaresi, is­yan ve günahları ve zamanımızda yaygınlaşan bid’atlı yaşayışı terkedip Allah’ın (c.c.) emirlerine uymaktır.

Bilhassa müslümanlardan din hizmetinde bulunan şahıslar, hizmet adına yaptıkları bid’atlı faaliyetlerden uzak durmaları gerekmektedir. Meşru hizmetlerin vasıtalarıda meşru olmalıdır. Hertürlü şenaatin işlendiği zulmetli me­kanlarda nuranî İslâm davası anlatılmaz ve temiz müslü­manları oraya götürmek hizmet olamaz.

Aksi halde kendi fiilimizle kadere fetva verdirmiş oluruz. Hem dünyada hem ahirette mesuliyete sebeb olacak davranışlarımız olur.

«Hem meselâ:

([17])اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ([18]) اَلظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌgibi tehdid âyetlerini Kur’an gayet şiddetle ve hiddetle ve ga­yet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise; -Risale-i Nur’da kat’î isbat edildiği gibi- beşerin küfrü, kâina­tın ve ekser mahlukatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anasırı hiddete getirip tufan­larla o zalimleri tokatlıyor.

اِذَا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ([19])

âyetinin sarahatıyla o zalim münkirlere Cehennem öyle öfke­leniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir teca­vüze karşı beşerin küçük­lük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil, belki zalimane ci­nayetinin azametine ve kâfirane teca­vüzünün dehşetine karşı Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hu­kukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmün­deki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyar­lar ile tekrar etse, yine israf ve ku­sur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemal-i işti­yakla ve ihtiyaçla okurlar.» (Şualar: 250)

DİNE HÜCUM EDEN AZGINLAR HAKKINDA BİR AYET

Dine taaruz eden azgınlar, bir ayette şöyle tavsif edili­yor:

«([20])الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولئِكَ فِى ضَلاَلٍ بَعِيدٍ

Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebât-ı mâne­viye ve muvafakat-ı mefhumiye[21] cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine, hem mülhidlerin mes­leğine îmaen bakar ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları bera­ber olduğu halde)[22] ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle,[23] bi­lerek ve severek hayat-ı dünyevi­yeyi dine ve âhi­rete, yani elması tanıdığı ve bul­duğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefa­het-i ha­yatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsiz­likle iftihar ederler.”

Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiç­bir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asır­larda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr edi­yor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.

Ve ikinci cümlesi olan وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّهِ ile der ki: “O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve te­merrüdden neş’et ettiği için kendi halleriyle dur­muyorlar, tecavüz[24] ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı[25] olan dine, adâvetkârâne, menbala­rını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”

Ve üçüncü cümlesi olan وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا ile der ki: “Onların dalâleti fenden, felsefeden[26] geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip ne­fislerini öyle şımart­mış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanun­ların şuâla­rını ve insan âleminde o hakaikin düs­turlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına[27] müsait görmediklerinden—hâşâ hâşâ!—eğri, yan­lış, nok­san bulmak istiyorlar.” İşte bu âyet, üç cümle­siyle mâ­nen bu asırda acip bir taife-i dâlleye[28]tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hu­susî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.»

AZGIN VE SEFİHLERE MUSALLAT EDİLEN DABBET-ÜL ARZ

Hem yine Risale-i Nur’da, azgın ve sefihlere musallad edilen ve edilecek olan «Dabbet-ül arz» hakkında da şu beyanat var

«Amma “dâbbetü’l-arz”:[29] Kur’ân’da, gayet müc­mel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes’eleler gibi kat’î bir ka­naatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim:

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ

Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit be­lâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe’ye ebâbil kuşları mu­sallat olmuşlar. Öyle de, Süfya­nın ve deccalların fitne­leriyle bilerek, severek is­yan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün[30] anarşist­liği ile fesada ve ca­navarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başla­rına getirmek hik­metiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dâbbe bir nevidir.

Çünkü, gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese ye­tişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki, ([31])اِلاَّ دَابَّةُ اْلاَرْضِ تَاْكُلُ مِنْسَاَتَهُâyetinin işaretiyle o hay­van, dâbbetü’l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; in­sanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve su‑i is­timalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.» (Şualar: 591)

MUSİBETLERİN GELMESİNDE MÜ’MİNLERİN HATALARININ PAYI

Şimdi böyle zelzele, tufan, hastalık gibi her türlü musibetlerin gelmesine, kader cihetinde sebebi­yet veren insanların hata ve zulümlerinin bahsine geçiyoruz. Eğer insanlar, bu zulüm ve hatalarından ve sefahetlerinden dönüp düzelmezlerse, musi­betlerin de devam edeceğini, hatta şiddetlene­ceğini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri’nin yazısından bir iki parça:

«Bu asrın acib bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu[32] ve dehşetli cani­leri de âlîcenabane[33] afvetmesi; ve bir tek hase­neyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse,[34] ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseri­yet teşkil ede­rek, 1ekseriyetin hatasına terettüb eden musi­bet-i âmme­nin devamına ve idamesine belki teşdi­dine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız der­ler.» (Kastamonu Lâhikası sh: 25)

Asıl hakikatı, İslamî hayatı fiilen yaşamak demek olan şükrü terketmek ve aksine olarak da küfrana dalmak sebe­biyle gelen musibetlerden dolayı ikazlarda bulunan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiatı, şükürdür. Biz, şükrü hakkıyla vermedik. Evet rahmetin fiatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla ga­zabı celbediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahri­bat, küfür ve isyan ile nev’-i beşer, tam tokada kendini müs­tehak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça his­semiz de olacak.

Hadîste var ki: “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki; onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır” derler. Evet bu zamanlarda öyle günah­lar, zulümler oluyor ki; rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor; masum hayvanlar da azab çekerler.

Âyette vardır: Öyle musibetten kaçınız ki; gel­diği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” Çünki musibet-i âm­meden masumlar hârika bir tarzda yangın içinde selâmette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünki din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fena­lar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahü Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i âmmede masumlar da bela çe­kerler.» (Emirdağ Lâhikası-1: 32)

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA İLAHÎ CEZA NOKTASI

Hadisat-ı âleme bakan nokta-i nazar örneklerine ge­çiyoruz:

Evet, beşer aleminde vuku bulan savaşlar dahi, zelzele musibeti gibi beşerin azgınlığına karşı ge­len İlâhî cezalar olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri İkinci Dünya Savaşı musibetine işareten diyor ki:

«Sure-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَmeşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz’i­yeyi beyan ile, küllî ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işa­riyeden her tabakaya göre bir manayı ifade etmek, umum asırlarda umum nev-i beşerle konuşan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın belâgatının muktezası olmasın­dan, bu kudsî sure bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor, fenaları tokatlıyor. Mana-yı işarî tabaka­sında,[35] bu asrın en büyük hâdisesini haber ver­mekle bera­ber; dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dala­lette gitmenin cezası olarak, cifir ve hesab-ı eb­ced ile üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk edip işa­ret ediyor.

Birinci cümlesi: Kâ’be-i Muazzama’ya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına Ebabil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden ([36])تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ cümle-i kud­siyesi, bin üçyüz elli dokuz (1359) edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeni­yetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.

İkinci cümle: ([37])اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِى تَضْلِيلٍkelime-i kudsi­yesi, eski zaman hâdisesindeki Kâ’be’nin nurunu sön­dürmek için, hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat da­laletinde aks-ül amel ile aleyhlerine dönmesiyle tokat yedik­leri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desise­lerle, zulümlerle Edyan-ı Semaviye Kâ’besini, kıblegâhını dalalet hesabına tahribe çalışan cebbar, mağrur ehl-i dalaletin tadlil ve idlâlle­rine semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihi فِى تَضْلِيلٍ kelime-i kudsiyesi bin üçyüz altmış (1360) makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.

Üçüncüsü: ([38])اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِcümle-i kudsi­yesi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a hitaben: “Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerreme’yi ve Kâ’be-i Muazzama’yı hârikulâde bir surette düşmanların­dan kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?” diye mana-yı sarihiyle ifade ettiği gibi, bu asra dahi hitab eden o cümle-i kudsiye mana-yı işarîsiyle[39] der ki: “Senin dinin ve İslâmiyet’in ve Kur’anın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşman­ları olan dünyaperest ve dünyanın menfaatı için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmü­yor musun? Gör, bak!” diye mana-yı işarîsiyle, bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle[40] tam bin üç­yüzelli dokuz (1359) ta­rihiyle aynen âfât-ı semaviye nev’inde semavî tokat­larla İslâmiyet’e ihanet cezası olarak, diye mana-yı işarî ifade ediyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 224)

RUSYA’YA İNEN SEMAVÎ TAŞLAR

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bütün tarih-i beşeriyede kat’iyyen misli görülmemiş ve Kavm-i Lut’un başına yağan semavî taşlardan daha müdhiş taşlar, dinsizlik hesabına milyonlarla ehl-i imanı ve masumları edyan-ı semaviye[41] ve kavanin-i İlahiye ha­ricine dehşetli vasıtalarla sevkeden bir memle­keti semavî taşlarla tokatlamasının bir mukaddemesi ola­rak, resmî gazetelerin kat’î haber verdikleri bir hâdise-i se­maviyeyi, âdetime muhalif olarak bir Nur şakirdi bana haber verdi. Dedim: Yirmibeş sene gazetelerin havadislerini merak etmedim. Fakat bu taşlar, Risale-i Nur’un dinsizlere manevî tokatlarını temsil ettiği cihette ve beş-altı sene evvel ondan haber verdiği için o şakirde dedim: “Git, yalnız o hâdiseyi tamamıyla oku, tahkik et.” O tahkik etti, geldi. Diyor ki: Bu baharda Rusya’nın Viladivostok Ormanlarına, zemin yüzünde hiç emsali görülmeyen büyüklükte sema­dan taşlar düşmüş. Ve en büyüğü, yirmibeş metre uzun­luğunda ve on metre boyundadır. Düştüğünde etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük çukurlar husule ge­tirmiş. Tedkik edilen parçalarında; demir, çelik ve başka maddeler karışık olarak mizansız bulunmaktadır.

İşte resmî gazetelerin kat’î verdikleri bu haber, 1360 sene evvel Sure-i Fil’in mu’cizane ([42])تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍcümlesi ile, 1359 tarihinde dünyayı dine tercih eden ve dinsizliği esas tutan, bir nevi medeniyet hesabına beşeri yoldan çıkaranların başlarına, Ebabil kuşları gibi se­mavî tayyarelerden bombalar başlarına inecek ve semavî taş­lar yağdırmasına mukaddemesi olacak diye haber veriyor. Ve([43])فِى تَضْلِيلٍaynen 1360 tarihini gösterip, dalaletin cezası olarak Kavm-i Lut’un başına gelen ahcar-ı semavi­yeyi andıran semavî taşlar o tarihlerden sonra ge­leceğini haber verip tehdid ediyor. Ve Risale-i Nur’un Sure-i Fil nüktesine ait beyanatı içinde haşiyeli bu cümle var: “Evet bu tokatlardan pür-şer beşer,[44] şirkten şükre gir­mezse ve Kur’ana tarziye[45] vermezse, melaike elle­riyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını, bu sure bir mana-yı işarî ile tehdid ediyor.”

İşte bu fıkra doğrudan doğruya bu taşlara işareti olma­sına iki emare var:

Birincisi: Şimdiye kadar gelen semavî taşlar bir-iki karış oldukları halde, böyle yirmibeş metre uzunluğunda ve on metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semava­tın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir. Sure-i Fil mu’cizane ona bakması, onun tefsiri ona işaret etmesi haki­kattır. O hâdisenin o ihbara liyakatı var. Çünki emsalsizdir.

İkinci emaresi: Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdid eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir. Ve dinsizler bunu hissetmişler ki; küçücük hâdise­leri ehemmiyetle neşrettikleri halde, bir-iki aydır bu acib dehşetli hâdiseyi, ellerinden geldiği kadar şaşaalandır­mamağa çalışmışlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 230)

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAKİ MAĞLUBİYETİMİZİN MANEVÎ SEBEBLERİ

Keza, Tarihçe-i Hayat isimli eserde, Birinci Cihan Harbi musibetinin ve mağlubiyetinin sebebi hakkındaki hi­tabeden alınan az bir kısmında Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri diyor ki:

«Bir Cuma gecesinde, nevm ile âlem-i misâle[46] girdim. Biri geldi, dedi:

– Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.

Gittim… Gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Sâlihînden[47] ve a’sârın mebuslarından[48] her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:

– Ey felâket – helâket asrının adamı! Senin de reyin var, fikrini beyan et.

Ayakta durup dedim:

– Sorun, cevap vereyim.

Biri dedi:

– Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?…

Dedim:

– Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskidenberi İ’lâ-yı Kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm[49] için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile, kendini yekvü­cut olan Âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi,[50] Âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, mâye-i hayatımız ve âb-ı ha­yatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihti­zazını hariku­lâde ta’cil etti…[51]

Tekrar biri sordu:

– Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddeme­sidir. Hangi fiilinizle Kadere fetva verdiniz ki şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hâzırda mükâfatınız nedir?

Dedim:

– Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmâlimizdir: Salât, Savm, Zekât. Zira, yirmi dört saat­ten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Taalâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On’dan, kırktan yalnız biri, ihsan et­tiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterâkim zekâtı aldı. El cezâu mincinsi’l-ameli

Mükâfat-ı hâzıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet dere­cesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet, mazi güna­hını sildi.

Yine biri dedi:

– Bir âmir, hata ile felâkete atmış ise?

Dedim:

– Musibet-zede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdârın ha­senatı verilecektir, o ise hiç hükmünde, veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, de­rece-i şehadet ve gaziliktir.

Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, el pençe yatakta oturmuş kendimi buldum. O gece böyle geçti.» (Tarihçe-i Hayat: 130)

AZGIN VE DİNSİZ AVRUPA ZALİMLERİNE GELEN MUSİBETLER

Bediüzzaman Hazretlerinin önceden bildirdiği musi­bet haberini, azgınların başına patlayan cihan harbinin isbat ettiğini şöyle ifade eder:

«Sırr-ı “İnnâ A’taynâ”da “Onüç, ondört sene sonra dinsizliği, zendekayı neşredenler müdhiş tokatlar yiyecekler” deyip geniş bir hakikatı dar bir dairede tasav­vur etmiş. İstikbal o iki hakikatı tâbir ve tefsir eyledi. Başta Isparta olarak Risale-i Nur dairesi evvelki hakikatı pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi, ikinci hakikatı da me­deniyet-i sefihenin tuğyânının ve maddiyunluk ta­ununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habisenin başlarına gelen bu dehşetli semâvî to­kat­lar geniş bir dairede sırr-ı İnnâ A’taynâ’nın haki­katını tam tamına isbat etmiş.

Sual: Risale-i Nur kat’î bürhanlara istinaden hüküm­leri aynı aynına te’vilsiz, tâbirsiz hakikat çıkması ve yalnız işaret-i tevafukıye ve sünuhat-ı kalbiyeye îtimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesail-i istikbaliyede ne­den tâbire ve te’vile muhtaç oluyor? diye hatırıma geldi.

Böyle bir cevap ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde başa gelen hâdisatı bildirmemekte Cenab-ı Erhamürrâhimînin çok büyük bir rahmeti saklandığı ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle,[52] gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız müphem ve mücmel bir surette ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek keşfiyatta ve rü’ya-yı sâdıkada bir kısım gaybî hakikatlarını ihsas eder ve o hakikatların hususî suretleri vukuundan sonra bilinir.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh:199)

«Kardeşlerim! Sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için hâdisat-ı zamana baktım; kalbime böyle geldi: Menfî esasata bina edilen ve Karun gibiاِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ([53]) deyip, ihsan-ı Rabbanî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galib gelen şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavî tokat yedi ki; yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrib edip yangına verdi.

Avrupa zalim hükûmetleri zulümleriyle ve Sevr muahedesiyle Âlem-i İslâm’a ve merkez-i hilafete et­tikleri ihanete mukabil öyle bir mağlubiyet toka­dını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azabda çırpınıyorlar.

Evet bu mağlubiyet, aynen zelzele gibi, ihane­tin cezasıdır. Burada çok zâtlar kat’iyyen hükmediyorlar ki: Risalet-in Nur’un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu vilayetleri sair yerlere nisbeten âfât-ı semaviye­den mahfuz kaldıklarının sebebi, Risalet-in Nur’un verdiği iman-ı tahkikî ve kuvvet-i itikadiyedir. Çünki böyle âfât­lar, za’f-ı imandan neş’et eden hataların neticesidir. Hadîsçe, sadaka belayı def’ettiği gibi, o kuvve-i imaniye dahi o âfâta karşı derecesiyle mukabele ediyor(Kastamonu Lâhikası sh: 16)

Şimdi bu nokta-i nazar bahsinden sonra zelzele mu­sibetinin tafsilatını veren esas bahsimize geçiyoruz:

Devamı var…




[1]“Küfür ve dalâlet dışında her türlü halimiz içinAl­lah’a hamd olsun.”

[2]Bakara Sûresi, 2:216.

[3] Allah’ın, kullarını sevkettiği ve onlar için seçtiği her şeyde hayır vardır.

[4] Bakara Sûresi, 2:216.

[5] Secde Sûresi, 32:7.

[6] Mü’minûn Sûresi, 23:71.

[7] varlıklardan kime delalet ettikler için bahsetme

[8] dinden bahsetmeyen ilim adamları

[9] yeryüzünün sadece fenni durumunu beyan eden görüş

[10] yeryüzünün vazifesine Kur’an bakışıyla bakmak

[11] yaratılış meyvesi

[12] ölümler ve ayrılıklar

[13] el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tirmizî, Zühd: 57; İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369.

[14] dine tabi olmayıp sadece beşeri düşünceye tabi günahkar filozof

[15] bütün dünyaya yayılmış unsurlar (toprak, su, hava, ateş gibi..)

[16] Mülk Sûresi, 67:8.

[17] Fâtır Sûresi, 35:36.

[18] İbrahim Sûresi, 14:22.

[19] Mülk Sûresi, 67:7-8.

[20] İbrahim Sûresi, 14:3.

[21] manaya uygunluk

[22] imanlı olduğu halde Kur’an’ın ahkam ayetlerini kabul etmeyenler

[23] din düşmanları ile berabar olanlar

[24] haddini aşanlar

[25] ana baba veya dedeleri bir din büyüğü veya hacı hoca olup kendisi Kur’anın hükmünü tasdik etmeyenler

[26] kültürleri dinsiz fen ve felsefeden geldiği için

[27] gayr-ı meşru isteklerine, içkilerine, kumarlarına…

[28] hiçbir asırda emsali olmayan kendini imanlı zanneden fakat hakikatta dalalette olan bir zümre

[29] âhirzamanda ortaya çıkacağı haber verilen bir mahluk

[30] Kur’anda bahsi geçen bir anarşist kavim

[31] Sebe’ Sû­resi, 34:14.

[32] kolay aldanabilir olması

[33] istemeyerek hata yapan mü’mini affeder gibi caniler affetmek

[34] dindarların aleyhinde çalışmış, kanunlar çıkarmış adamlardan bir iyilik görse onun cinayetlerini unutup veya görmezden gelip destekler

[35] bir hakikatı doğrudan değil hatırlatma suretiyle anlatma derecesi

[36] Fil Sûresi, 105:4.

[37] Fil Sûresi, 105:2.

[38] Fil Sûresi, 105:1.

[39] dolaylı anlamıyla

[40] sayı değerine göre olan netice

[41] semavî dinler

[42] Fil Sûresi, 105:4.

[43] Fil Sûresi, 105:2.

[44] kötülüğü iyiliğinden çok fazla insanlar

[45] özür dileyerek Kur’an hükümlerini uygulamazsa

[46] bütün eşyanın aynıyla temessül ettiği alem

[47] geçmiş büyük zatlar

[48] geçmiş asırların vazifeli müceddid şahısları

[49] Allah kelamının yeryüzünün her tarafına yayılması ve İslâmın hürriyetini muhafaza etmesi

[50] İslâm Devleti olan Osmanlı Devletinin yıkılması

[51] İslam kardeşliğini geliştirdi, hareketlendirdi ve hızlandırdı

[52] Günümüzde zelzelenin gün ve saatlerini bildirmek tarzında yayılan haberlerle halkı heyecanlandırıp korkutanların kulakları çınlasın!

Halbuki bu zelzele haberleri şöyle olabilirdi: “Hata ve günahlarımızdan tövbe ve dönüş yapmak hikmetiyle gelen ve Allah’ın ikazı olan bu zelzelelerin hafifçe devam etme ihtimali var. Milletimiz İslâmî hayata daha sıkı bağlanır ve sağlamlığı normal olmayan bazı mesken sahipleri de az bir ihtiyat yaparlarsa, inşaallah bir zayiat olmaz.”İşte bu haber şekli maslahatlı ve makuldur.

[53] Ka­sas Sûresi, 28:78.

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …