ZAFERLER ORDUNUNDUR
Bediüzzaman Hazretleri uzun hayat safhasının son otuz-otuzbeş senesinin büyük kısmını hapishanelerde, sürgünlerde geçirmiştir. Zındıkaya, küfre ve nifaka karşı en mühim mücadelesini bilhassa 1925-1950 yıllarında yapmıştır. Bu mücahedelerden dolayı üç defa adeta meydan harbi sayılabilecek mahkemelere verilmiştir. Bu mahkeme müdafaalarında, çok şahısların mahiyetini ve çok meselelerin vuzuha kavuştuğunu gördük.
Mesela elbirliğiyle kazanılan milli mücadeleye nasıl bakmamız gerektiği ve bu zaferin kime ait olduğunu da yine bu müdafaalardan öğreniyoruz.
1948 senesinda Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanırken bir müdafaasında Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:
“Bu makamda bir müddeiumumînin, Mustafa Kemal’e dostluğu taassubuyla, kanunsuz ve lüzumsuz ve yanlış itiraz ve sualleri beni bu saded harici gibi izahatı vermeğe mecbur eyledi. Ben onun, adliye kanunu namına tamamen şahsî ve kanunsuz bir sözünü misal olarak beyan ediyorum.
Dedi:
“Beşinci Şua’da sen hiç kalben nedamet etmedin mi ki, onu rakıdan ve şarabdan su tulumbası gibi tabirlerle tezyif etmişsin?”
Ben onun bütün bütün manasız ve yanlış ve dostluk taassubuna mukabil derim:
Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasılki ordunun ganîmeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.
Evet nasıl o insafsız, o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ittiham etti, âdeta vatan haini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle ittiham ediyorum. Çünki bütün şerefi ve manevî ganîmeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor.
Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfîler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünki bir şeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücudu ile olur ki; kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademi ile ve bir rüknün bozulması ile olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar sahib çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir ve tahribîdir. Reisler mes’ul olurlar.” Şualar (360)
Bediüzzaman Hazretleri çok ehemmiyetli hakikati ders vermiştir. Burada bütün bir milletin ve ordunun zaferi siyasi ve ideolojik düşünceye alet edilmiştir. Ordunun bir bir mensubu bütün zaferleri, kendi ikbaline ve inançsızlığına alet etmiştir.
Daha evvel 1944 yılında Denizli Ağır Ceza Mahkemesine yargılanırken onlara da ifade ettiği bir hakikatı Afyon Mahkemesinde tekrar eder ve der ki:
“Bir dehşetli kumandan deha ve zekâvetiyle ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden dehşetli bir zulüm ve hilaf-ı hakikat olmasından; ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sâbık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumîye dedim:
Gerçi onu hadîslerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise birtek dostun için Kur’anın bayraktarı ve âlem-i İslâm’ın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun.” dedim. İnşâallah o müddeî insafa geldi, hatadan kurtuldu.” Şualar (378)
Beşinci Şua’da İslam Deccalı hakkındaki hadislerin tevili yapılırken deniyor ki; (İslam Deccalı-Süfyan) “zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır.” Şualar (585) Üstad Hazretleri şahsi kanaat beyan etmiyor, doğrudan doğruya hadîs-i şeriflere dayanarak meseleyi nazara veriyor.
Hem yine mahkemede ısrarla, bütün iyilikleri bir şahsa verilmesinin yanlışlığını şöyle ifade eder:
“Hem onun fenalığını göstermek, ordunun kıymetini muhafaza etmek içindir. Bir şahsı sevmemesi, orduyu muhabbetkârane sena içindir.” Şualar (384)
ÖLMÜŞ BİR ADAMIN DAVASINI TAKİP ETMEYİN
Bediüzzaman Hazretlerinin önemle üzerinde durduğu bir mesele de, tarihte yaşamış, tarihe malolmuş kimselerin üzeriden; seviyordu, sevmiyordu türünden sorgulama yapılamayacağını, hele hele mahkemelere verilemeyeceğini, o ölmüş insanların tarihe mal olduğunu sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de olabileceğini beyan eder. Der ki:
“Beşinci Şua’ın bir-iki mes’elesini, ölmüş gitmiş bir kumandana tatbik edip, bize suç gösteriyor. Biz dahi deriz:
Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş bir şahıs aleyhinde tatbik edilebilen küllî bir haklı tenkidi hiç bir kanun suç saymaz.
Hem küllî bir tevil manasından makam-ı iddia cerbezesiyle o kumandana bir hisse çıkarıp ona tatbik etmiş. Böyle yüzde bir adam ancak fehmeden bir mana, mahrem ve gizli bir risalede bulunmasını hiçbir kanun suç sayamaz. Hem o risale hârika bir tarzda müteşabih hadîslerin tevillerini beyan etmiş. O beyan otuz-kırk sene evvel olduğu ve üç mahkemeye ve mahkemenize ve Ankara’nın altı makamatına üç sene zarfında iki defa takdim edilip tenkid görmeyen müdafaa ve itiraznamemde kat’î cevab verildiği halde, o hadîsin hakikatını beyan sadedinde bir kusurlu şahsa mutabık çıkmasını hiç bir kanun suç sayamaz.
Hem o şahsı tenkid, o içinde bulunduğu ve kusurlara sebeb olduğu bir inkılabın hasenatı yalnız onun değil, belki ordunun ve hükûmetindir.
Onun da yalnız bir hissesi var. Onun kusurları için onu tenkid etmek, elbette bir suç olmadığı gibi, inkılaba hücum ediyor denilemez.
Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Câmii’ni puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı?”Şualar (385)
HAZ. BEDİÜZZAMAN’DAN CHP’YE İKAZ:
Bu milletin mukadderatıyla keyfi oynayan ve bin yıllık tarihini, iftihar vesilelerini yok sayan ve inancına, örfüne aykırı, inkılap kanunları adıyla adeta yeni bir din ihdas eden şahıslar hakkında Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreteri olan ve bir derece insaflı Hilmi Uran’a 1946-47 de yazdığı bir mektupta Said Nursi Hazretleri der ki:
“Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılab namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılabçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.” Emirdağ Lahikası-1 (219)
HADİS-İ ŞERİFİN HABER VERDİĞİ ADAM
CHP Genel Sekreteri hatta bir cihette vekil başkanı hükmünde olan Hilmi Uran’ı din zararına, millet zararına hatta kahraman ordunun zaferlerini kendine mal etmesi noktasında orduya zarar veren birinci reise sahip çıkmamaları konusunda ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri der ki:
“Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki:
Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal’e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyorlar.
Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi- “Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevî ganîmetler orduya, cemaata verilir, tevzi’ edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir” diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.” Emirdağ Lahikası-1 (284)
KAHRAMANLIKLAR ORDUNUNDUR.
Ahirzamanın dehşetli şahsı sadece icraat devresindeki tahribatıyla değil, harb-i umumi sonunda bütün zaferlere ve müsbet icraatları adeta tek başına yapmış gibi anlaması ve millete de öyle anlatması ve anlattırması dahi yanlıştır. Bu da ehemmiyetle anlaşılması gereken bir durumdur. Bediüzzaman Hazretleri bu düsturu da şöyle ifade eder:
“İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde “Tahrib, tamirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur. Bu kat’î kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise ordunun kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli bir haksızlık olmasıdır.
Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve birtek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.
Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayraktarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mes’ul eder. Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffaret-üz zünub olmaz.
İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.Emirdağı’nda Said Nursî”Emirdağ Lahikası-1 (285)
TÜRK ORDUSU VE MİLLETİ EN SONUNDA GERÇEĞİ ANLAYACAK
Bediüzzaman Hazretleri Deccalı gördüm dediğine göre eserlerinde bu dehşetli fitnenin başı kim olduğunu ve ondan nasıl korunur bunları da yazmıştır. Fakat meselenin özü itibariyle bir derece kapalıdır, dikkat gerekir.
Bir devrin hülasasını çıkaran ve sonucunu da ifade eden bu bahisle son veriyoruz. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri der ki:
“Ben bir manevî âlemde İslâm Deccalını gördüm. Yalnız birtek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cür’et ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avam-ı nâs hakikat-ı hali bilmediklerinden, hârikulâde iktidar ve cesaret zannederler.
Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlubiyeti hengâmında, böyle istidraclı ve şanlı ve tali’li ve muvaffakıyetli ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister.
Fakat kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u iman ve Kur’an ışığıyla hakikat-ı hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılır.”Şualar (595)
İnşaallah Üstad Hazretlerinin, müjde verdiği hakikatlar gerçekleşir. Veya biz bu beşaretlere layık oluruz da Cenab-ı Hakkın vadettiği, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber verdiği Üstadın da risalelere yazdığı, tevil ettiği ahirzamanın müjdeli haberleri gerçekleşir. Ümmet-i Muhammed (a.s.m.) ahir ömründe bir nebze dünyada dahi mutlu olur..