Risale-i Nur Külliyatında
YÜZ SENE SONRA NE İFADE EDER
Üstad Bediüzzaman 1908’de İstanbula geldiği zaman ardarda gelen mühim hadiseler karşısında âhirzamanda vukua gelecek felaketler ve hemen müteakip saadetli devreleri beklerken vaziyetin daha da kötüye gitmesini, 1950’den sonra yazdığı bir mektupda şöyle beyan eder.
“Aziz kardeşlerim!
Eski Said’in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra kalbe geldi. Münasibse Mektubat âhirinde yazılsın.
Evvelâ: Hürriyetin üçüncü senesinde (1911) aşairler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşaire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşairi içinde hususan Küdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da (1913) Matbaa-i Ebuzziya’da tab’edilen, kırkbir sene evvel tab’ edilmiş fakat maatteessüf yirmi-otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş.
Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla dikkatle mütalaa ettim. Anladım ki, Eski Said acib bir hiss-i kabl-el vuku’ ile otuz-kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve maneviyeyi hissetmiş.
Ve bedevi Ekrad aşairi perdesi arkasında, bu zamanın medenî perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakikî bedevi ve hakikî mürteci; yani bu milleti, İslâmiyet’ten evvelki âdetlerine sevkeden hainleri görmüş gibi onlarla konuşup başlarına vuruyor.” Emirdağ Lahikası-2 (110)
Hazret-i Üstad, o zamanda başlarına vurduğu adamların hakiki olmadığını esas hainlerin daha sonra çıkacağını ve verdiği müjdelerin bir kısmının da 1950 de çıkmaya başladığını bildirir ve zaman içinde daha da devam edeceğini ifade eder.
Yine o zamanda yani 1911’de meşrutiyetin güzelliklerin anlatmak için doğu illerini dolaşırken, verdiği müjdelere itiraz eden bir zat şöyle diyordu:
"Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak."
O vakit, ona karşı matbu kitabda böyle cevab vermiş:
Herkese dünya terakki dünyası olsun, yalnız bizim için mi tedenni dünyasıdır? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
Ey yüzden tâ üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitane benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temaşa eden (Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed v.s.) size hitab ediyorum.
Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.”
Bediüzzaman Hazretleri tam bu zamanımıza işaret eder ve o zamanda verdiği işaretlerin geniş dairede emareleri belirgin olarak var. 1911’den yüz sene sonra gelenlere de vasiyeti şudur:
“Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kal’anın başında bir Medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medreset-üz Zehra’yı cismanî bir surette bina ediniz, demektir. Zâten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş.”
DAR DAİREDE RİSALE-İ NUR’UN EHEMMİYETİ
Bediüzzaman Hazretleri “geniş daire” dediği sahadaki hizmetlerden evvel tamamen “ihlas, sadakat ve tesanüd” sıfatlarına dayanan hizmetlerin dar dairede Risale-i Nurlarla ve “dar daire, haslar dairesi” tabir ettiği nur talebeleriyle yapılacağını ifade eder ve sonunda geniş dairenin de Nurlara tam kavuşacağını müjde verir. Şöyle ki:
“Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak, hattâ hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için "Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek" diyordu. İşte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikatı kör gözlere dahi gösterdi.
…
Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi, bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymetdar ve manen daha geniş olması; Eski Said’in o rü’ya-yı sadıka gibi olan hiss-i kabl-el vuku’ ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş.
Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile aynen o geniş daire Nur dairesi olacak.” (Said Nursî Emirdağ Lahikası-II sh: 111)
HER YÜZ SENEDE GELEN MÜCEDDİDLER
Her yüz senede gelen müceddid kavramı İslam âleminde devam eden bir hakikattır. Âhirzamanda gelen büyük müceddidin ise, kıyamete kadar devresi geçerli olacaktır. Son müceddidin devreleri vardır. Buna Risale-i Nurda “iman, hayat, şeriat” diye isim verilir.
“Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet!
Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki:
Evet bu zaman hem;
· iman ve din için, hem;
· hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem
· hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister.
Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.
Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.
Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir.
Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.
Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor.
Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (A.S.M.) cemaat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış.
Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.” (Kastamonu Lahikası sh: 189)
Müceddidiyetin üç devresi olduğu ve o devrelerde hizmetlerin nasıl ve kimlerle yapılacağı burada açıkca beyan edilmiştir.
“MÜCEDDİDLERİN ASLİ VAZİFELERİ NELERDİR?
Bediüzzaman Hazretlerinin mühim bir talebesi müceddidiyet hakikatini ve âhirzamanın büyük müceddidinin vazifelerini sayarken der ki:
“Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyen ittiba’ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ u ibtal ve dine vaki’ tecavüzleri redd ü imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar u ilân ederler. Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna’ usûlleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler.” Şualar (669)
Mektubun sonunda Üstad Bediüzzaman’ın bu müceddidiyet silsilenin son halkası olduğunu beyan eden ifadeler şöyledir:
“Envâr-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) ve maarif-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ve füyuzat-ı şem’-i İlahîyi en müşa’şa’ bir şekilde parlatması ve Kur’anî ve hadîsî olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi (A.S.M.) ifade eden âyât-ı celilenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delaletleriyle, o zât hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir;
· mir’at-ı mücellası ve şecere-i risaletin bir
· son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında
· son dehan-ı hakikatı ve şem’-i İlahînin hizmet-i imaniye cihetinde bir
· son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şübhe yoktur.” (Şualar sh: 671)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Barlaya sürgün edildiği zaman 1926’da ona talebe olan Şamlı hafız Tevfik Ağabeyin tesbitleri de bu hakikatı ifade etmektedir:
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Mukaddime: Malûm olsun ki: "Zübdet-ür Resail Umdet-ül Vesail" namında kutb-ül ârifîn Ziyaeddin Mevlâna Şeyh Hâlid (Kuddise sırruhu)nun mektubat ve resail-i şerifelerinden muktebes nasayih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi onüç sene mukaddem, Bursa’da Hoca Hasan Efendi’den almıştım. Nasılsa mütalaasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde kitablarımın içerisinde birşey ararken elime geçti. Dedim:
"Bu Hazret-i Mevlâna Hâlid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbanî’den sonra, tarîk-i Nakşî’nin en mühim kahramanıdır. Hem Tarîk-i Hâlidiye-i Nakşiye’nin pîridir."
Risaleyi mütalaa ederken Hazret-i Mevlâna’nın tercüme-i halinde şu fıkrayı gördüm:
Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:
اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا
yani "Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor" hadîs-i şerifine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tâm olan Mevlâna eşşehîr kutb-ül ârifîn, gavs-ül vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmil-üt tarîkat-ül aliyyeti ve-l müceddidiyeti Hâlid-i Zülcenaheyn Kuddise sırruhu.. ilh…” Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 14 )
Hafız Tevfik Ağabey Halid-i Bağdadi Hazretleriyle Ondan yüz sene sonra gelen Hazret-i Üstad Bediüzzamanın yüz sene sonrasını tarih tarih karşılaştırmalı olarak mutabakatlarını yazdıktan sonra sonunda der ki:
“Elhasıl: Baştaki hadîs-i şerifin "Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddid gönderiyor" va’d-i İlahîsine binaen, Hazret-i Mevlâna Hâlid, ekser ehl-i hakikatça bin ikiyüz senesinin yani onikinci asrın müceddididir.
Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüştür. Kanaat verir ki -nass-ı hadîsle- Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Benim Üstadım daima diyor ki: "Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende değil. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyor."
Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum. Şamlı Hâfız Tevfik “ (Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh: 17)
Netice:
Bu “yüz sene” ifadeleri gösteriyor ki, Nur müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin hayatının ve hizmetlerinin yüz senesine çok işaretler vardır. Nasılki Üstad Hazretlerinden evvelki müceddid Halid-i Bağdadi Hazretlerinin yüz senesi Üstadın devrelerine tevafuk etmektedir. Fakat burada bir fark vardır ki, Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinden sonra başka bir şahıs ve müceddid yoktur. Çünkü az yukarıdaki ifadelere nazaran, O son müceddid ve mehdidir. Ancak onun ve eserlerinin devreleri vardır ve eserlerdeki hakikatların tahakkuk safhalarına geçmesi vardır.
Nasılki kendisi yüz sene evvel 1907 sonunda İstanbula gelmiş ve o zamanın şartlarınca geniş dairede siyaset-i İslamiyede hizmetini yapmıştır. İşte ondan tam yüz sene sonra dindar müslümanlar, siyaset yoluyla dine hizmette mühim bir başarı elde etmişler, hem hükümeti kuvvetli şekilde kurmuşlar, hem de cumhurreisini “dindar cumhurbaşkanı” sözüyle seçmişlerdir.
1908’de ilan edilen ikinci meşrutiyetin müsbet sonuçlarını için 1910’da: “yüz sene sonra tamamen cemalini göreceksiniz” (A.B.sh:301) yani 2008’den, 2010’dan sonra göreceksiniz ifadesiyle anlatmıştır.
Bugünden sonrası hadisatın gidişatını anlamak için bundan yüz sene evvel cereyan eden hadiselere bakmak yeterlidir.