Tesettürde Şer'i Ölçüler

 Asrımızda, Avrupa’dan gelen sözde kadın hürri­yet­leri adı altında, gerçekte ise kadını her sahada istismar eden ve âdi bir metadan başka değer ve kıy­met vermeyen bir anla­yış ve bu anlayı­şın  tatbikatçıları karşılarında en ev­vel Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve onun Risale-i Nur Külliyatını bulmuşlar­dır.

Bediüzzaman Hazretleri, 1935 senesinde İnkılaplar aleyhinde faali­yetlerde bulunmak gibi suçlamalardan dolayı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmış ve Tesettür Risalesinden kendisine bir senelik ceza vermişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri, idam planı ile verildiği Eskişehir Ağırceza Mahkemesinde, tesettür-ü nisvanı mü­da­faa ederken şöyle diyor:

«elbette ruy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir diye ba­ğırı­yorum. Bu as­rın sağır kulakları dahi işitsin!..»

TESETTÜRDE ŞER’Î ÖLÇÜLER

İttihad Araştırma Heyeti

ÖNSÖZ

Bindörtyüz sene evvel Arab yarımadasından doğan İslâm güneşi, zaman geçtikçe bü­tün kıt’aları  ve milletleri nuruyla ay­dınlatmış ve günümüze kadar gelmiş, kıyamete ka­dar da devam edecektir.

İslâmiyet, gelişiyle beraber, insanların bütün sahalarında sa­adet ve huzurlu yaşayışla­rını esas almış ve bu hususlarda ge­rekli hükümler vaz’ etmiştir.

Müslümanlar bu hükümleri en evvel Allah’ın (C.C.) ve onun yüce Peygamberinin (A.S.M.)  emri olduğu için, ibadet kasdıyla ellerinden geldiği kadar tatbik etmişler ve bu uğurda her şeyle­rini ortaya koymuşlardır.

İşte bu hükümlerden birisi de örtünmekle alâkalı hükümler­dir.

Bindörtyüz sene zarfında İslâm ekseriyetle hakimiyetini ko­rumuştur.

Bazı zamanlarda siyasi sahalarda ve hakimiyet devrelerinde inkıta’  olmuşsa da tesettür emrinin tatbikatında herhangi bir maniayla karşılaşmamıştır.

Tâ ki, asrımızın başlarında Avrupadan yayılan İslâm aley­tarlığı zaman içinde memle­ketimizde Avrupa meftunu bazı yazar ve siyasetçileri de etkilemiş ve tesettür aley­hinde bir hava yayılmıştır.

Tesettürün yasaklandığına dair bir kanun çıkarılmamasına rağmen bazı lastikli kanunların şümulüne sokulmaya çalışılarak müthiş bir kampanya başlatılmış­tır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, aslını Osmanlıların son devrelerinde Avrupadan gelen ve içimizde ma’kes bulan fikirlere cevap mahiyetinde Tesettür Risalesi yazmış ve bilahare 1934 yılında bu risalesini genişleterek neşretmiştir. Bunun üzerine 1935 yılında Eskişehir Mahkemesinde suçlandığı maddelerden birini de bu Risalenin neşri teşkil etmiştir.

Günümüzde ise, tesettür aleytarlığı had safhaya vardırılmaya çalışılmaktadır. Bir taraf­tan devlet kuvvetleriyle mani olmaya çabalanırken bir taraftanda da kandırılan bazı din adam­ları vası­tasıyla müslümanların zihinlerine şüphe tohumları atmaya çalı­şılmaktadır.

İttihad Yayınevi olarak bu hususta nazil olan ayetleri ve hadis-i şerifleri ve bu ayet ve ha­disleri tefsir eden ve bütün üm­met tarafından itimad edilen muteber kitabların ve âlimlerin gö­rüşlerini aldık. Tâ ki, bu hususlarda inancı gereği tesettüre riayet eden kardeşlerimizin te­reddüdü olmasın ve mücadelelerinden taviz vermesinler.
Gayret bizden tevfik Allah’dan (C.C.)

GİRİŞ

Tesettür, yani örtünme ve elbise gi­yinmek; setr-i av­ret, so­ğuk ve sıcaktan ko­runma ve tezeyyün gibi hik­metlere münha­sır değildir. Düşünülecek olursa, bazı hay­vanlara, bil­hassa kuşlara, gayet güzel tüy­lerle giy­di­rilen fıtrî elbise­lerden daha güzel fıtrî elbi­seyi Allah in­sanlara giydirebile­ceği halde, insanın dünyada sun’î el­biseye muh­taç bırakıl­masının elbette hikmetleri var­dır.

Evet «Cenab-ı Hak, insandan başka ziruh mahlu­ka­tına fıtrî birer libas giydir­diği gibi; meydan-ı haşirde sun’î libas­lar­dan üryan olarak fakat fıtrî bir libas giy­dirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır. Dün­yada sun’i liba­sın hikmeti, yal­nız so­ğuk ve sıcaktan muhafaza ve zinet ve setr-i avrete münhasır değildir. Belki mühim bir hik­meti, insanın sair nevi­lerdeki tasar­ruf ve münasebe­tine ve ku­mandanlı­ğına işaret eden bir fihriste ve bir liste hük­mün­dedir. Yoksa kolay ve ucuz, fıtrî bir li­bas giydi­re­bilirdi. Çünki bu hikmet ol­mazsa; muhtelif pa­çav­raları vü­cuduna sa­rıp gi­yen insan, şuurlu hayvana­tın naza­rında ve onlara nisbe­ten bir mas­kara olur, ma­nen onları güldürür. Meydan-ı ha­şirde, o hikmet ve münase­bet yok. O liste de ol­maması lâzım gelir.» (Mektubat sh: 384)

Mezkûr hikmet, yalnız elbiseye inhi­sar etmeyip insa­nın ca­mi’ fıtratıyla her şeye muhtaç yaratıldığına ve her şey insa­nın ihti­yacatına hizmet etmekle insanın Hi­la­fet-i Arziyeye sa­hib kılındığına ve böylece insanın en mükem­mel mahluk ola­rak ah­sen-i takvime çıkarıldı­ğına da işaret eder.

(S.B.M.) 2048. hadisi, insanların ha­şirde sun’i elbi­se­siz ola­rak diriltileceğini bildi­rir.

ASRIMIZDA TESETTÜR

Asrımızda, Avrupa’dan gelen sözde kadın hürri­yet­leri adı altında, gerçekte ise kadını her sahada istismar eden ve âdi bir metadan başka değer ve kıy­met vermeyen bir anla­yış ve bu anlayı­şın  tatbikatçıları karşılarında en ev­vel Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve onun Risale-i Nur Külliyatını bulmuşlar­dır.

Aslını daha önce yazan ve 1934’te ilaveler ve düzenlemelerle  Tesettür Risalesini yeniden te’lif eden ve neşre­den Bediüzzaman Hazretleri, 1935 senesinde İnkılaplar aleyhinde faali­yetlerde bulunmak gibi suçlamalardan dolayı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmış ve diğer suçlamalar­dan ceza veril­mezken Tesettür Risalesinden kendisine bir senelik ceza vermişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri, idam planı ile verildiği Eskişehir Ağırceza Mahkemesinde, tesettür-ü nisvanı mü­da­faa ederken şöyle diyor:

«İşte ben de adliyenin mahkemesine de­rim ki: Binüçyüzelli senede ve her asırda üçyüzelli milyon müslü­manların hayat-ı içti­maiyesinde kudsi ve hakiki bir düs­tur-u İlahîyi üçyüzelli bin tefsirin tasdik­lerine ve itti­fakla­rına istinaden ve bi­nüçyüz se­nede geçmiş ecda­dımızın iti­kad­larına iktidaen tefsir eden bir adamı mah­kûm eden haksız bir kararı, elbette ruy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir diye ba­ğırı­yorum. Bu as­rın sağır kulakları dahi işitsin!..» (Şualar sh: 448)

Yine müdafaanın bir kısmında da şöyle der:

«Bin seneden beri çarşaf altında bulunan mu­had­de­rat-ı İslâmiye şimdi de çarşaf­larını mu­hafaza ediyor­lar.» (Osmanlıca Lem'alar sh: 586)

Tesettür aleyhinde böyle acib tahak­kümü yapan mü­te­hakkimler, ve milli tereddiye dehşetli bir şekilde kapı açtılar. Çünkü aile müessesesinin korunmasında ve aile efradı ara­sında nesebî ve fıtrî olan manevi bağla­rın; hürmet, merhamet gibi hislerin ve ah­lâkî değerle­rin tahak­kuk etmesinde teset­türün rolü büyüktür. Tesettürsüz ve müb­tezel ailelerde, mezkûr fıtrî bağlar ve ma­nevi değer­ler gelişmez.

Eğer bu değerler, yaşanan dinî ha­yatla geliştikten sonra, asrîliğe özenip te­settür terk edilirse, kazanılan manevi ha­yat büyük ölçüde zedelenir. Böylelerin ha­yat anlayışı gi­derek yalnız dünyevi men­faat ve lezzetler öl­çüsü içinde darlaşır ve maddileşir. İnsanlığın yüksek şahsi­yeti tersine döner, tereddi eder.

Yıllar sonra aynı anlayışın tatbikatçıları tesettür mese­lesinden dolayı müslüman kitleyi baskı altında tut­tuklarını esefle görmekteyiz. Şimdi bu risaleyi burada neşrediyoruz.

TESETTÜR RİSALESİ’NDEN


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُل لِّأَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاء الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِن جَلَابِيبِهِنَّ

(Ahzâb Sûresi, 33:59.)

ilâ âhir… âyeti, te­settürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise, Kur’anın bu hük­müne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü, fıtrî görmüyor, “bir esarettir” diyor.

Elcevab: Kur’an-ı Hakîm’in bu hükmü tam fıtrî olduğuna ve muhalifi gayr-ı fıtrî olduğuna delalet eden çok hikmetlerin­den, yalnız “dört hikmet”ini beyan ede­riz.

Birinci Hikmet: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıt­ratları iktiza ediyor. Çünki kadınlar hilkaten zaif ve nazik ol­duklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavru­larını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdir­mek ve nefret ettir­memek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyli var. Hem kadın­ların on adetten altı yedisi, ya ihti­yardır, ya çir­kindir ki; ihti­yarlı­ğını ve çir­kinliğini herkese göstermek is­temez­ler. Ya kıskanç­tır; kendinden daha gü­zel­lere nisbeten çirkin düşme­mek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar, ta­ar­ruza maruz kalmamak ve kocası naza­rında hiyanetle müt­tehem ol­mamak için, fıtraten tesettür ister­ler. Hatta dikkat edilse, en ziyade kendini saklıyan ihti­yarlardır. Ve on adet­ten ancak iki üç ta­nesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın. Malumdur ki; insan sevme­diği ve istiskal ettiği adamla­rın nazarın­dan sıkı­lır, müteessir olur. Elbette açık sa­çıklık kıya­fetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoş­landığı namah­rem erkek­lerden onda iki üçü varsa, yedi sekizin­den istiskal eder. Hem tefahhuş ve te­fes­süh et­miyen bir güzel kadın, nazik ve seri-üt te­essür oldu­ğun­dan, mad­deten te’siri tecrübe edilen belki semlendi­ren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta işi­tiyoruz; açık sa­çık­lık yeri olan Avrupa’da çok kadın­lar, bu dikkat-i na­zardan sıkı­la­rak, “bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkı­yorlar” diye polislere şekva ediyorlar. Demek me­deni­yetin ref-i tesettürü, hilaf-i fıtrattır. Kur’an’ın teset­tür emri fıtr&
icirc; olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıy­met­dar birer re­fika-i ebediye olabilen kadınları, te­set­tür ile su­kuttan, zilletten ve manevi esaretten ve sefaletten kurta­rıyor.

Hem kadınlarda, ecnebi erkeklere karşı fıtra­ten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten te­set­türü iktiza ediyor. Çünki sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zah­met ile çek­mekle beraber, hami­siz bir veledin terbi­ye­siyle sekiz do­kuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru zevkin belasını çekmek ihtimali var. Ve kesretle vaki ol­du­ğundan, cidden şiddetle namahrem­lerden fıt­ratı korkar ve cibilliyeti sakın­mak ister. Ve tesettür ile namahremin iştihasını açmamak ve tecavüzüne mey­dan ver­memek, zaif hilkatı emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal­’ası çarşafı olduğunu gösteriyor. Mesmuatıma göre: Merkez ve payi­taht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, aha­linin gözleri önünde, gayet adi bir kun­dura boyacısı, dünyaca rütbeten bü­yük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sar­kıntılık etmesi, tesettür aley­hinde olanların hayasız yüzlerine bir şamar vuru­yor!..

İkinci Hikmet: Kadın ve erkek orta­sında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, mu­habbet ve alâka; yalnız dünyevi ha­ya­tın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet bir kadın, ko­ca­sına yalnız hayat-ı dünyevi­yeye mahsus bir re­fika-i ha­yat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir re­fika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi ko­ca­sına refika-i hayattır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocası­nın naza­rından gayrı başkasının nazarını kendi me­hasinine celbetmemek ve onu darılt­mamak ve kıs­kandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan ko­cası, sırr-ı imana bi­naen onun ile alâkası hayat-ı dün­yevi­yeye münhasır ve yalnız hayvanî ve gü­zellik vak­tine mahsus muvakkat bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat nokta­sında esaslı ve ciddi bir mu­habbetle, bir hürmetle alâkadardır.

Hem yalnız gençliğinde ve güzellik za­manında değil, belki ihtiyarlık ve çirkin­lik vaktinde dahi o ciddi hürmet ve mu­habbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi me­hasinini onun nazarına tah­sis ve muhabbetini ona hasretmesi muk­teza-yı insaniyettir. Yoksa pek az ka­za­nır, fakat pek çok kaybeder.

Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani birbirine mü­na­sib olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mü­himmi diyanet nok­tasındadır. Ne mutlu o kocaya ki; ka­dı­nının di­ya­netine bakıp taklid eder, refi­kasını hayat-ı ebedi­yede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o ka­dın ki; kocasının diyanetine ba­kıp “ebedî arkadaşımı kaybet­mi­yeyim” diye tak­vaya girer.

Veyl o erkeğe ki; saliha kadınını ebedî kaybetti­re­cek olan sefahete girer. Ne bed­bahttır o kadın ki; müt­taki koca­sını taklid etmez, o mübarek ebedî arkada­şını kaybeder.

Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki; bir­birinin fıskını ve sefahetini taklid ediyorlar. Birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar!..

Üçüncü Hikmet: Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir em­niyet-i mütekabile ve samimi bir hür­met ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emni­yeti bozar, o mütekabil hür­met ve mu­habbeti de kırar.

Çünki açık saçıklık kılığına giren on ka­dından an­cak bir tanesi bulunur ki, ko­ca­sından daha güzeli gör­mediğin­den, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, koca­sından dahi iyisini görür. Ve yirmi adam­dan ancak bir ta­nesi, ka­rı­sından daha gü­zelini görmü­yor. O va­kit o samimi muhabbet ve hürmet-i mü­tekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve ga­yet alçakça bir his uyandırmaya se­bebiyet ve­rebilir. Şöyleki:

İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtra­ten şe­hevanî his taşıyamıyor. Çünki mahremlerin sima­ları, kara­bet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve mu­habbet-i meşru­ayı ih­sas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat ba­caklar gibi şer­’an mahremlere de gös­ter­mesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırak­mak, süflî nefis­lere göre gayet çir­kin bir hissin uyan­ma­sına sebe­biyet ve­rebilir. Çünki mahremin si­ması mah­remiyetten haber verir ve namahreme benzemez. Fakat meselâ açık ba­cak, mahremin gayriyle müsavidir. Mahremiyeti ha­ber vere­cek bir alâmet-i farikası olmadı­ğın­dan, hayvanî bir na­zar-ı hevesi, bir kısım süflî mah­remlerde uyan­dırmak mümkün­dür. Böyle nazar ise, tüy­leri ür­pertecek bir sukut-u in­sa­niyettir!..

Dördüncü Hikmet: Malumdur ki; kesret-i nesil her­kesce matlubdur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kes­ret-i te­nasüle taraftar olmasın. Hatta Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş: تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمُ اْلاُمَمَ "İzdivaç ediniz; çoğalı­nız. Ben kıya­mette, sizin kesretinizle if­tihar edeceğim." (*)
Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip, çok azaltıyor. Çünki en serseri ve asrî bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu is­ter. Kendi gibi asrî, yani açık saçık olmasını iste­me­diğin­den bekâr kalır. Belki de fuhuşa sülûk eder. Kadın öyle değil, o derece ko­casını inhisar altına alamaz. Çünki ka­dı­nın -aile hayatında müdür-ü dahilî ol­mak haysi­yetiyle ko­casının bütün ma­lına, evla­dına ve her­şe­yine muha­faza me­’muru old
uğundan- en esaslı hasleti sadakattır, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sada­katı kı­rar; kocası naza­rında em­niyeti kaybeder, ona vicdan azabı çekti­rir. Hatta er­kek­lerde iki güzel haslet olan ce­saret ve se­havet kadınlarda bu­lunsa, bu emniyete ve sada­kata zarar ol­duğu için, ahlâk-ı seyyi­edendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazi­fesi, ona hazine­darlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmet­tir. Onun için, o erkek inhi­sar altına alınmaz. Başka kadınları da nikah ede­bilir. Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünki orada dü­ello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisi­nin karısına pis na­zarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar.

Hem memalik-i baride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi barid ve ca­middirler. Bu Asya, yani Âlem-i İslâm kıt’ası, ona nisbeten mema­lik-i harredir. Malumdur ki; muhitin, in­sanın ahlâkı üzerinde te’siri vardır. O barid mem­lekette, so­ğuk insanlarda he­vesat-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve işti­hayı açmak için açık saçıklık, belki çok su-i is­timalata ve israfata medar ol­maz. Fakat seri-üt teessür ve hassas olan memalik-i har­redeki insanların hevesat-ı nefsa­niyesini müte­madiyen tehyic ede­cek açık saçıklık, elbette çok su-i istima­lata ve israfata ve neslin za’fiyetine ve sukut-u kuvvete se­bebdir.
Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtr­îye mu­kabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zan­neder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arı­zalar mü­nasebetiyle kadından tecennüb etmeye mec­bur ol­du­ğundan, nefsine mağlub ise fuhşi­yata da mey­le­der. Şehirliler; köylülere, be­devi­lere bakıp tesettürü kaldıramaz.
Çünki köylerde, bedevi­lerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yo­rulmak müna­sebetiyle, hem şehirli­lere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden ma­sume işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesat-ı nef­sani­yeyi tehyice me­dar ola­madığı gibi, ser­seri ve işsiz adamlar az bu­lundu­ğundan, şehirdeki mefasidin onda biri onlarda bulun­maz. Öyle ise onlara kıyas edil­mez.» (Lem'alar sh: 195-199)

(*) (el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:269, no: 3366; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1021.)

«Elhasıl; nasılki kadınlar kahraman­lıkta, ihlasta, şef­kat itibariyle erkeklere ben­zemedikleri gibi, erkekler de o kah­ra­manlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de; o masum hanımlar dahi, sefahette hiç bir vecihle erkek­lere yetişemez­ler. Onun için fıtratlarıyla ve zayıf hilkat­le­riyle namahrem­lerden şiddetli korkarlar ve çarşaf al­tında saklan­mağa kendile­rini mecbur bilirler.» (Lem'alar sh:  202)

Hem «Kur’an merhameten, kadınla­rın hür­me­tini muhafaza için, haya per­desini takmasını emre­der. Ta hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat ma­den­leri zil­let çek­mesinler. Âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir me­ta’ hükmüne geçme­sinler. Medeniyet ise, kadınları yu­va­la­rından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baş­tan çı­karmıştır. Halbuki aile ha­yatı, kadın-erkek ma­bey­ninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimi hürmet ve muhab­beti izale edip ailevi hayatı zehir­lemiştir.

Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet ver­diği şununla anlaşılır: Nasılki mer­hume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine na­zar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş kadın­ların suretle­rine veyahut sağ kadın­ların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine he­vesperve­rane bakmak, derinden de­rine hissi­yat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.» (Sözler sh:  410)

Aile hayatında kavvam olan  -yani aileyi her hu­susta iyi idare etmekle görevli- erkek, ailesini günah ve kötü­lüklerden korumada gayet hassas ve gayretli ol­ma­lıdır. Günün umumileşen moda ve fantaziyeleriyle ya­ban­cı­lara görünme pek çok ailelerde adeta bir şeref sayı­lıyor. Bu hale karşı vicdanen ra­hatsız olmayan bir erke­ğin vasfı riva­yet­lerde “deyyus” tabiriyle tavsif edi­lir. (Bak: Ahmed İbn-i Hanbel, 2/69, 128)

Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurulur: «Allah la­net etsin, kadınlardan er­kek kı­lığına, erkekler­den kadın kıyafetine gi­rene.» (R.E. 347) Keza kadın elbi­sesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına Peygamber (A.S.M.) lanet etmiştir. (Ebu Davud, Libas:28 ve Ahmed İbn-i Hanbel 2/225)

İSLÂM CEMİYETİNDE KADINLARIN AÇILMASININ  NETİCELERİ

Kadında haya hissiyle ko­runan namus mefhumu, bir ci­hette şöyle ifade edilebi­lir:

Kadın vücudunda erkeklerin hissiya­tına hoş gelen bü­tün uzuv ve cesedinin şer’î ölçüde ve haya hissinin neti­cesi olarak ör­tünmesiyle, erkeklerin kadına karşı olan hissî alâkasının uyandırılmamasıdır.
Binaenaleyh, kadının bil’ih­tiyar şer’î ölçüde örtmediği uzvu ile er­ke­ğin hissî alâka­sını çektiği nisbette, namus mefhumu da o nis­bette kadında gerilemiş olur ki, bunun ileri dere­ce­sine Kur’an lisanında te­berrüc denir. (Ahzab Suresi 33:33) Osmanlıcada te­keşşüf ve tebezzül gibi kelimeler de aynı manayı ifade eder.
Bu hal de­vam ettikçe alışkan­lık ne­ti­cesinde haya hissini kaybede­rek, kadınlarda açılma umumi bir âdet halini alır ve cemi­yette de milli ahlâk zedelenir. Milli ahlâkın bo­zulduğu bir cemi­yette her türlü kötülük yayılır. Git gide anarşizme inkılab eder.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oy­nayan taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu, ha­disin rivayet­lerinden anlaşılıyor.
Evet nasıl ki tarihlerde eski za­man­larda “Amazonlar” namında ga­yet silahşör kadın­lar­dan mürekkeb bir taife-i askeriye olarak hârika harb­ler yap­tık­ları naklediliyor.
Aynen öyle de: Bu za­manda zen­deka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebe­sinde nefs-i emmarenin planiyle, şeytan kumanda­sına veri­len fırka­lardan en dehşetlisi, yarım çıplak hanımlardır ki; açık baca­ğıyla, dehşetli bı­çaklarla ehl-i imana ta­arruz edip saldırıyorlar. Nikah yolunu kapa­mağa, fuhuşhane yo­lunu geniş­let­tirmeğe çalışa­rak, çokların nefislerini bir­den esir edip, kalb ve ruhlarını ke­bair ile yaralıyor­lar. Belki o kalblerden bir kısmını öldü­rüyorlar.
Bir kaç sene na­mahrem hevesatına göstermenin tam cezası ola­rak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada em­niyet ve sadakatı kay­bettiği için, hilka­ten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç ol­duğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur. Hatta bu halin neticesi ola­rak, o âhirza­manda, bazı yerlerde nikaha rağbetsizlik ve ri­ayetsizlik yü­zünden, kırk kadına bir erkek neza­ret edecek derecede ehemmi­yetsiz, sahipsiz, kıymetsiz bir surete gi­re­ceği, hadisin riva­yetinden anlaşılıyor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)

«Rivayette var ki, “fitne-i âhirzaman o kadar deh­şetlidir ki, kimse nefsine hâ­kim olmaz.” Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitne­den istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra  مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ (*) vird-i ümmet olmuş.

Allahu a’lem bissavab, bunun bir te’vili şudur ki: O fitneler nefisleri kendine çe­ker, meftun eder. İnsanlar ihti­yar­larıyla, belki zevkle irtikab ederler. Meselâ: Rusya’da ha­mamlarda kadın-erkek beraber çıplak gi­rerler ve kadın kendi güzelliklerini göster­meğe fıtraten çok meyyal olma­sın­dan seve seve o fitneye atılır, baş­tan çıkar. Ve fıtra­ten cemal­pe­rest erkekler dahi nefsine mağlub olup, o ateşe sar­hoşane bir sürur ile dü­şer, ya­nar. İşte dans ve tiyatro gibi o za­manın lehviyatları ve kebairleri ve bid’a­ları, bi­rer cazibedarlık ile, pervane gibi nefispe­restleri etra­fına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, gü­nah dahi ol­maz.» (Şualar 584)

(*) Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.
Bir şeyin alâmetlerini, eserlerini gideren ve ibran­îce mü­barek mânâsında olan Mesih kelimesi, müsbet mânâda Hazret-i İsâ’ya (a.s.) «Mesih İsâ» denir. (bk. Kur’ân: Al-i İmran Suresi 3:45) Menfî mânâda ise, İslâm deccalı olan Süfyan’a denir

«Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselama “Mesih” namı verildiği gibi her iki deccala dahi “Mesih” namı verilmiş ve bütün rivayetlerde مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَالِ  مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَالِ  denilmiş. Bunun hikmeti ve te’vili nedir?

Elcevap: Allahu a’lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat‑ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hük­müyle şeri­at‑ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşist­liğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder.

Ve İslâm Deccalı olan “Süfyan” dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desisele­riyle kaldırma­ya çalışarak, hayat-ı beşe­riyenin maddî ve mâ­nevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sar­hoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve mer­hamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine ba­taklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdat­tan başka zapt altına alınamaz.» (Şualar sh: 593) 

Resul-i Ekrem (A.S.M.) «Nakl-i sahih-i kat’i ile fer­man etmiş ki:

اِذَا مَشَوُا المُطَيْطَاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَ&#1575
;لرُّومِ رَدَّ اللّهُ بَأْسَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلَى
خِيَارِهِمْ

deyip “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hiz­met etti; o vakit belanız, fitne­niz içinize gire­cek, harbiniz dahilî ola­cak, şerirleriniz başa ge­çip, ha­yırlılar ve iyi­le­ri­nize musallat olacaklar!” haber vermiş. Otuz sene sonra, haber verdiği gibi çıkmış.» (Mektubat sh: 107)  (Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262)

Ayet ve hadisler, umum zamanlara bakan ders ve ikaz­ları verirler.

Bu rivayette dikkat çekilen, kadın – erkek ihtilâtı yani beraberce aynı mahallerde arayı ayırmadan bulunmanın fecî neticeleri gösterilmiş oluyor. Asrımızda ise, bu durum en dehşetli şekliyle tahrik olunmuş ve milleti  istila etmesine kapılar açılmıştır.

Müslüman ailelerin bu afetten uzak durma gayretinde olmaları zarurîdir.

Evet, bilhassa âhirzaman fitnesinde kadınların cemi­yete çıkıp, erkekler arasında karışık bulunmalarının mahzur­larını anlatan Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde veciz bir ifa­deyle şöyle der:

«Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri

yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli (Haşiye)

اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ { اِذًا ترَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَاتِ

Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçur­muş, hür­metleri de kırmış, mebzul metâı yap­mış. Şer’-i İslâm on­ları

Rahmeten davet eder eski yuvalarına.  Hürmetleri orada, ra­hatları evlerde, hayatı âilede. Temizlik ziynetleri.

Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn‑ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir se­bat ka­rarı

Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı gir­dikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâm­lık depretir damar­ları.

Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i ni­sâda ser­bestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ah­lâk-ı seyyienin bir­den bire inkişafı.

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suret­ler denilen küçük cenazelerin, mütebessim mey­yitlerin rolleri pek az­îmdir. Hem müthiştir tesi­ri. (Haşiye-2)  

Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mü­te­cessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları.» (Sözler sh: 727)

(Haşiye-1) Tesettür Risalesinin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkûmiyetine sebep gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcup eyle­miş.(Haşiye-2) Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bak­mak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rah­mete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine müş­tehiyâne bir nazarla bakmak, ruhun hissiyât-ı ulviyesi­ni söndürür.(Bediüzzaman)

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulu­yor:

Resulullah (A.S.M.): “Benden sonra er­keklere ka­dınlardan daha zararlı bir fitne, bir imtihan vesilesi bırakmadım.” (S.M. ci:8 sh:227 hadis:97 ve 98,99. hadisler de aynı manada olup, İ.M. 36.kitab-ül fiten 19.babı da kadın fitnesi hakkındadır.)

«Nitekim “Kadınlar şey­tanın ağlarıdır” denil­miştir. Şeytanlar (ifsad cereyanları) başka tarik ile aldata­madıkla­rını, en ziyade kadınla aldatır.” (K.H. 2802) » (Elmalılı Tefsiri sh: 1471)

Kur’ân ve hadîs lisanında “şeytan” kelimesinden, ma­kamına göre, münafıkâne ifsad eden insî şeytan ve müna­fıklar dahi kasdedilir.

Ezcümle bir tefsirde (Kur’ân, Bakara suresi 14.) âye­tinde  geçen “şeyatînihim” ifadesi açıklanırken deniliyor ki:

«Bu âyette insan şeytanları olduğunda müfessirînin ihtilafı görülmüyor.» (Elmalılı Tefsiri sh: 238) Yani müfes­sir­ler ittifak etmişlerdir.

Bir başka rivayette de şu ifadeler var:

«Hazret-i Peygamber (A.S.M.) Ebuzer'e (R.A.): ‘İns ve  cin şeytanlarından taavvüz ettin mi? (Allah’a sığınmak duasını okudun mu?) buyurmuştu. Ebuzer: İnsin de şey­tanları var mıdır? dedim.

– Evet onlar cin şeytanları
ndan daha şerlidir.» (Elmalılı Tefsiri sh: 2029) buyurdu.

Bediüzzaman Hazretleri böyle şerirlere atfen Yahudî kız ve kadınlarının sefahet-i beşeriyede ve bilhassa âhir­zaman fitnesinde oynadıkları rolü kanun-u küllîsiyle ifade eden şu âyeti nazara verir:

« يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَ كُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَ كُمْ (Bakara Sûresi, 2:49.) Benî İs­rail’in oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun za­manında yapılan bir ha­dise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memle­ketlerde her asırda maruz olduğu müteaddit katli­amları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihâ­nede oynadıkları rolü ifade eder.» (Sözler sh: 402)

Bir hadis mealinde de şöyle buyuruluyor:

«İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki: Onların endişeleri mideleri olacak, şeref­leri de meta-ı dünya olacak ve kıbleleri de kadınları olacak ve dinleri de dir­hem ve dinarları (paraları) olacak. Bunlar mahluka­tın en şerlile­ridir ve Allah katında onların hiç nasibleri yok­tur.» (Keşf-ül Hafa hadis: 3270) (Ramuz-ül Ehadîs sh: 504)

Âhirzaman fitnesinde bozulan in­sanların garib halle­rini haber verip ikaz eden bir rivayet de şöyledir:

«Sizden sonra öyle insanlar gelecek ki,

  • türlü ve zevkli yemekler yiye­cek,
  • renkli ve rahat binitlere bine­cek,
  • rengârenk ve güzel kadınlarla evlenecek,
  • kat kat ve ne­fis ku­maşlar giyecektir.

Onların bir mideleri var ki az ile doymaz, onların bir istekleri var ki çoğa da kanaat et­mez. dünyaya bağlanmışlar, Akşam-sabah düşün­dükleri ve tap­tık­ları dünyalıktır. Onu, Allahü Teâla’nın dışında ilâh ve Rablerinden başka rab kabul ederler. Bütün çaba­ları dünya içindir.

Yalnız hevâ ve hevesle­ri­nin peşinde koşar­lar. Abdullah’ın oğlu Muhammed’in kat’î sözü şudur ki; si­zin veya onların peşin­den, siz­den sonra veya onlar­dan da sonra gelenlerden o güne yeti­şenler,

  • bunlara selâm ver­me­sin,
  • hastalarını ziyaret et­mesin,
  • cenazelerine gitmesin ve
  • büyükle­rine hürmet göster­mesin­ler.

Zira bunları yapan­lar, İslâmiyet’in yı­kılmasına yardım etmiş olur­lar.» (Taberâni Ebû Ümame'den rivayet etmiştir.) (İhya-i Ulum-üd Din ci:3,. sh:516)

Âhirzaman fitnesine karşı teyakkuz ve ibret için dik­kat çekici olan böyle riva­yetler, bozuk cemiyetlerde aşı­lanan sefih hayattan uzak durmayı ders verir.

ASIL SUÇLU KİMLER?

Tesettür gibi kat’î ahkâm-ı Kur’âniyeyi tebliğ ve mü­da­faa etmeyi suç sayanlara karşı, mahkemelerde hem ilmî hem de susturucu cevaplar veren Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu cevapları milletin ikaz ve irşadı için neşret­miş­tir.

Adliyece yapılan bu tarz bir suçlama ve cevabı  misal olarak aynen alıyoruz ki, günümüz müslümanlarına örnek ol­sun.

«Hem suçlarından diye: “Tekke ve zaviyelerin ve med­reselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İs­lâmiyet ye­rine milliyet esaslarının konulması, şap­ka giyilmesi, te­settü­rün kaldırılması, Lâtin harfle­rinin huruf-u Kur’âniye ye­rinde ceb­ren kabulü, Türkçe ezan ve kamet okun­ması, mekteplerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler dere­cesinde irsiyet ve hak tanınması ve te­ad­düd‑ü zevcatın kaldırılması gibi inkı­lâp hareketle­rini bid’at, dalâlet, ilhaddır diyen, irtica ile suç­lu­dur” diye yazmışlar.

Ey insafsız hey’et! Eğer her asırda üç yüz elli mil­yo­nun kudsî ve semâvî rehberi ve bütün saadet­lerinin prog­ramı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyâ­nın tesettür ve irsiyet ve teaddüd-ü zevcat ve zik­rullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeâir‑i dini­yenin mu­hafazası haklarında gelen ve tevil kal­dırmaz sarih çok âyât-ı Kur’âniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehid­lerini ve umum şeyhülis­lâmları suçlu yapmak mümkünse ve mürûr-u za­manı ve müteaddit mahkemelerin beraatlerini ve af kanun­ları ve mahremiyet ve mahrem veç­hini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet‑i fikri ve fikren ve il­men mu­halefeti memleketten ve hükûmetler­den kaldırabilir­seniz, beni bu ş
eylerle suçlu yapı­nız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adâlet mahke­mesinde deh­şetli suçlu olursunuz.  Said Nursi» (Şualar sh:431)

1952 senesinde İstanbul’da açılan Gençlik Rehberi Mahkemesinin ehl-i vukuf raporunda kadınların örtünmeleri ve açık saçıklığın önlenmesi için Hazret-i Üstadın verdiği nasihatı suç saymalarına karşın yazılan itiraznamenin bir kısmında aynen şöyle deniliyor:

«Şimdi bütün münevverlerin ve çok ediplerin ve terbiyecilerin vatan ve milletperverlerin şikâyet ettikleri ahlâksızlığın ve fuhuş tehlikesinden mu­hafaza için gençlere iyi ahlâk, yüksek namus, iman ve fazilet dersi veren, vatana millete bir uzv‑u nâfi hâline gelmelerini temin eden, adalet ve âsâyiş lehinde en birinci kuvvet olarak mem­leket ve milletin saadetine hizmet eden Gençlik Reh­beri adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muh­tereminin mahkûmiyetine sebep olmak için diyorlar:

“Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına, İslâmiyete karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte, kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah saymakta, Bediüzzaman halihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mâni olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir.
Ve yine Bediüzzaman’a göre, kadını güzelleştiren şey ve kadının hakikî ve daimî güzelliği içtimaî hayat­ta yer alan süslenmek, vücutlarını teşhir etmek ol­mayıp, terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı Kur’­âniye ziynetidir.
Bediüzzaman dinî tedrisat taraf­tarıdır.
Risale-i Nur adı verdiği dinî tedrisat saye­sinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacakla­rını—ki, Denizli ve Afyon hapishaneleri, adliye­nin, gardiyan ve müdürlerin şehadetiyle sabittir—söylemektedir. Bediüzzaman, câzibedar bir fit­neye esir olan gençlerin din hakikatleriyle ve Nu­run imanî dersleriyle kurtulacaklarına kanidir.”

İşte “Bu fikirleriyle suçludur, kanunen mahkûm edilmesi lâzımdır” diyorlar. İşte bunlar güya ehl-i vukuf namında memleket gençliğine adalet ve hak ve hürriyet derslerini verecek profesörler veya hukuk doçentleridir!

İşte, ey adalet-i hakikiyenin mümessilleri sıfa­tıyla hukuk-u umumiyeyi ve haysiyet-i milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi’nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri, ehl-i vukuf ra­porundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul edili­yorsa, bu müellifi bu büyük hizmetinden dolayı mes’ul tutuluyorsa, eğer öyleyse, o zaman yukarı­da arz ettiğimiz bu millete, bin yıllık tarihine, an’­anesine idarî ve örfî kanunlarına, bu milletin ebedî medâr-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslâmiyet hakikatlerine, kudsî Kur’ân derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemâl-i şâşaa ile dünyaya ilân eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, mâneviyatına savrulan tahkir ve tezyifleri, indiri­len darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları kabul etmeniz lâzımdır.
Bu büyük, mânevî cinayetleri hoş görüp kabul etmekle, ismî ehl-i vukufların, suç isnad ettikleri Gençlik Rehberi suç sayılabilir. Ve ancak o cihetle müellifi mahkûm ve Rehberi neşreden talebeleri muahaze olunabilir. Yoksa, adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düstu­ruyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün de­ğildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düstu­runu en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla asla kabil-i telif değildir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 136-137)

Bu gibi gayr-ı hukukî ve din vicdan hürriyetlerine açık muhalefetle dine ve ehl-i dine yapılan hücumlar senelerden beri Türkiye’ye göz diken gizli bir cereyanın varlığına, iğfalat ve if­sadatına delalet eder. Günümüzde de insaniyet, medeniyet ve hukukî kaidelere muhalefetle tesettüre karşı yapılan baskılar aynı cereyanın tahrikleridir.

Fakat asil ve şerefli müslüman milletimiz, bu baskılara karşı müsbet hareket yoluyla mukaddesatını korumada metaneti ve sebatı daha çok kuvvet kazanmış ve kazanıyor, mücahidlikte terakki ediyor. 

ÖRTÜNMEKLE ALÂKALI EMİRLER

«Hicab; yani tesettür âyetleri, üç de­fada, üç mer­tebeyi natık olmak üzere nazil olmuştur.

  • Birincisi: (33:59) âyet-i kerimesiyle yüz­lerini ört­mekle mükellef oldular.
  • İkincisi: (33:53) âyet-i kerimesi mukte­zasınca irha-ı hicab (yani: perdeyi in­dir­mek ve perde arka­sında kalmak) ile emrolundu ki, harem ile selâmlığı ayır­mak, yani evde kadınlarla erkekle­rin yerlerini ayırmak de­mektir.
  • Üçüncüsü: (24:31 ve 33:33) âyet-i keri­meleri mu­ci­bince, şer’î bir zaruret olma­dıkça kadınların ha­nele­rinden çıkmaları nehyolundu ki, bazı ümmehat-ı mü’­mi­nîn, vü­cudlarının karaltısını bile gös­termekten sakı­nır­lardı.» (S.B.M. ci:1, sh:140, 120. hadisin izahından)

Mezkûr (33:53) âyetinin tefsirinde şöyle denili­yor:

«Bu âyetten sonra harem farz kılınmıştır ki; o za­mana kadar Arab’da âdet değildi. (Harem usûlü) hem erkek­lerin hem kadınların kalbleri için daha ziyade te­miz­lik­tir. Yani şeytanî hatıra­lardan, vesvese­lerden uzaklaşılır, iffet ve ismet hisleri daha ziyade yükselir; edeb, nezahet, takva, ihti­ram artar.» (Elmalılı Tefsiri 3921)

Kur’an (Ahzab Suresi 33:59) âyetinde geçen «“cilbab”, baştan aşağı örten çarşaf, fe­race, car gibi dı
ş kisvesinin adı­dır.  …Çarşaf ve peçe…»
demektir. (Elmalılı Tefsiri 3927)

Müfessir ve imamlar, âyette geçen cilbabı, ekseriyetle böyle beyan ederler. Bu cilbabda süslü biçimler ve gü­zel görünmek için süslemelerin şeriatça yapıl­ma­ması ge­rekiyor.

Malum olduğu üzere bütün şekiller ve renkler göz için; göz dahi şekiller ve renkleri görüp idrak etmek ve alâka duy­mak içindir. Eğer görme olmazsa, şekiller ve renkler, insan için gayb âleminden sayı­lırdı.

Bu hakikata binaen kadın, vücudunu örttüğü cil­ba­bında tezeyyüne müteallik şe­killer ve renkler bulun­ması, kendi­sine ba­kanların hissî dikkatlerini ve alâkala­rını çek­meye vesile olduğundan şeriatça bunlar caiz gö­rül­memiştir.

Ezcümle: Muhammed Ali Es-Sabûnî’nin Revai-ül Beyan Tefsir-ü âyât-il ahkâm minel Kur’an tefsirinin 2. ci. 373, 388. sayfalarında tesettüre ait mes’eleleri beyan eder­ken (şer’î hicabın şartları) bah­sinde burada özetle aldığımız şu şartları sayar:

  • «Evvelen: Örtünün bütün vücudun her tarafını örtmesi…
  • Saniyen: Hicabın şeffaf olmaması ve vü­cud hatla­rını belli etmemesi…
  • Salisen: Hicabın kendisinde zinet için şekiller ve renkler olmaması…
  • Rabian: Bol olması, vücud yapısını belli et­me­mesi…
  • Hamisen: Koku sürünmüş olmaması…
  • Sadisen: Erkek kisvesi şeklinde olma­ması…»

Bir rivayette de şöyle buyurulur:

«“Cilbabları ile örtünsünler” emri nazil olunca, Ensar kadınları baştan aşağı cilbablarına bürünmüş ola­rak çıktılar.» (Tac Tercemesi, ci:3 hadis:564)

Yukarıda ifade edildiği gibi cilbab, kadının giy­diği elbi­senin dışından yukarı­dan aşağıya sarkıtılarak örtündüğü ve bü­tün vücudu kaplayan örtü ve kisvedir ki, mahrem­le­rine karşı değil, namahremlere karşı yeis devresine kadar örtün­meye mec­burdur. Yeis devresin­den sonra ise, tavsiye edil­miştir. (Kur’an 24:60)

Fakat fitne veya fitne ih­timali varsa yeis halinden yani, çocuktan kesilme devresinden sonra da cilbabı ör­tün­mek lâ­zım­dır. Fitnesiz İslâm cemiyetinde, me’yusiyet dev­resine gi­ren kadının cilbabını ör­tünmesi mezkûr âyette tav­siye dere­cesine indirilmesin­den de anlaşılıyor ki me’yusi­yet öncesinde cilbabın örtülmesi tavsiye derecesinin üstündedir. Yani farz­dır.

Ehl-i tefsirin, tesettürün keyfiyeti hususunda muhtelif akvalleri yani sözleri ve hükümleri vardır:

İbn-i Cerir-i Taberi, İbn-i Sirin’den şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir. İbn-i Sirin demiştir ki:

«Ubeyd-es Selmanî’den cilbablarını üzerlerine örtsün­ler mealin­deki âyet hakkında sordum. Hicabın şek­lini şöyle tarif etti: “Üzerindeki milhafeyi (car ve çarşaf de­dik­leri kaf­tanı) kaldırıp, onunla -baştan aşağıya kadar- bü­tün vü­cudunu örttü. Ve çarşafla bütün başını, ta kaşlarına kadar ka­pattı ve yüzünü de örttü. Yalnız yüzünün sol ta­ra­fındaki yer­den sol gözünü tek açık bıraktı.» (Taberi Tefsiri, Hazin, Cemel)

Yine İbn-i Cerir, Ebu Hayyan, Hz. İbn-i Abbas (R.A.) dan şöyle dediğini ri­va­yet ediyorlar:

«Kadın cil­babını cebin denilen yüz cebhesinin her iki tarafına ka­dar geti­rip kapatır. Bağlıyarak ondan sonra örtü­sünü burnu üzerine atar. Her ne kadar iki gözü açık kalsa dahi. Fakat boynunu, göğsünü ve yüzünün büyük ço­ğunluğunu (yani, gözleri açık kalabile­ceğinden dolayı yüzünün hepsini denme­yip ekserisini de­miş) örter.» (Bahr-ül Muhit cilt:7, sh: 250)

«Yüz avret değildir, açık kalabilir diyen âlimler, şu şartla demişler: Eğer fitneyi (şehveti) uyandıracak boya vesaire gibi, yüzün zinet maksadıyla kullanılan bir şey mev­cud değilse ve fitneden de emni­yeti varsa (meselâ pir-i fani olmuş bir kadın gibi), işte bu halette yüzünü açabi­lir. Yoksa fitne ihtimali olduğu takdirde bil’ittifak kadın yü­zünü açık bırakması haram­dır.» (Bak: Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkıhı sh: 260)

«İslâm cemiyetlerinde gayr-ı müslim ka­dın­lar her ne kadar tesettür-ü şer’î ile mükellef değillerse de fakat hayat-ı içti­maiyeyi ifsad edecek hareketlerde bu­lun­mak­tan men’ edilirler… Hayat-ı içti­maiyeyi fitne ve fücur­dan muhafaza et­mek için İslâmiyetin âdab-ı içtimaiyesi, müslim, gayr-ı müslim herkese tatbik edilir ve bu vazife devlet tara­fından icra olunur.» (Taberi Tefsiri, Ahzab/33. âye­tinin tefsirinden telhisen)

«İhticab ve mesturiyetin “yani, per­delenme ve ör­tün­menin” nev’i ikidir. Biri: Hane içinde ihticabdır ki, kadın kısmı evi içinde zevcinin ve mahremleri­nin gay­riye muhalit (yani beraber ve bi­rarada) olmamak ve gö­rünmemektir. Diğeri: Hane dışında ihticabdır ki, kim­seye görünmemek üzere yüzünü ve baş­tan aşağıya ka­dar bütün en­damını (vücudunu) ve hatta libasını (yani evde giydiği elbisesini) örtmek ve gizlemek­tir. Bunun zıddına tekeşşüf (a
çılma) ve bu­nun da ifratına tebez­zül (yani, ayak al­tına düş­müş ve herkesin oyuncağı olmuş derecede kıy­met­siz ve mübtezel olmak) tabir olunur.

Kadınlar tekeşşüften ve tebezzülden ve ricalin (erkeklerin) iştihalı gözlerine, dar örtülerle arz-ı endam et­mek­ten memnu’­durlar. Yüzle­rini ve ellerini hatta ayak­larını, na­mazda açık bulundurabilirler. Ve­lâkin za­ruret olma­dıkça mahrem ol­mıyana bunları (yani yüzle­rini, ellerini ve ayaklarını) dahi gösteremezler. Sokakta yüz açmak ve li­basın (yani evde giydiği elbisenin) ko­lunu veya eteğini ör­tüden (yani cilbabdan ve çarşaftan) çı­karmak, şeriatın em­rine muhaliftir. İhticab (tam ör­tünmek) emr-i Kur’anîdir. Onda (örtünmede) tehavünün (yani, ör­tünmede lâkaydlık ile hassasiyet gös­termeme­nin) ve­bali bü­yüktür. Yüz na­mahrem değildir tabiri, sa­lât (namaz) hakkında ol­maktan gayride galattır. (Yani: Yüz, namaz dı­şında ör­tülmelidir.)

Sure-i Celile-i Ahzab ile inen hicab (örtünme) âye­tinde: Açık-saçıklık, nehiy (haram) ve kadınlar er­kekle ihtilattan (karışık bulunmaktan) men’ olu­narak örtü altında siyanet kılındılar (yani, mu­ha­faza al­tına alındılar). Zinetlerinden madud olan libasları (yani, süs eşyası kabul edilen evde giydikleri elbiseleri) dahi er­kek­lerden örtünmeye mecbur ola­rak (yani kadınlara em­redilerek) bürgü ve çarşaf içinde bulun­dular ve yüz­le­rine peçe çekip yalnız gözlerini açık bulun­durdular.» (Nimet-ül İslâm III. Kısım 71)

Cemiyette fitne veya fitne emareleri görül­düğü zaman, şeriat ruhsatı değil, azi­meti esas alır. Meselâ Ömer Nasuhi Efendi, Büyük İslâm İlmihali’nde, ka­dın­ların teset­türü hak­kında:

«Hürre olanların yüzleri ile ellerinden başka bü­tün bedenleri avrettir. Yüzleri ile elleri ise, ne na­mazda, ne de bir fitne korkusu bulun­madıkça, namaz dı­şında avret de­ğildir» der. (Büyük İslâm İlmihali sh: 99)

Yani, fitne ihtimali ya da fitne varsa, yüz ve elin açılması yasaklanır. İşte Nimet-ül İslâm’dan alınan bir önceki parçada, bu şer’î kaidenin tatbikini gösterip yüz ve el­leri de örtmeyi kaydediyor. Büyük İslâm İlmihali’nden alı­nan parçada ise, “fitne ih­timali” kay­dını koymakla, bu mevzuda ikisi de “örtme” hükmünde birleşiyorlar.

Zamanımızda ise, “fitne ih­timali”nin en dehşetli dere­cede bulunduğu apaçık meydandadır.

«Hasbel’icab taşraya çıkan kadında çarşaf olma­yınca süfeha güruhu onları açık görüp tamaa düştükleri gibi şüp­heli ve iffetini ihlal eden kadınlardan oldukları zannıyla arkala­rına düşerek rahatsız edeceklerine binaen Cenab-ı Hak, kadın­ların çarşafa bürünüp mesture olmala­rını em­retmiş ve hikmeti de bürgülü olan kadının kim ol­duğu bilinme­mekle suizandan ve süfe­hanın takibinden kur­tul­maları olduğunu beyan etmiştir.

Hülasa, hatunların bürgü bürünmeleri vacib ol­duğu ve bürgülü olunca ecanibin o kadının kim oldu­ğunu bile­medik­lerin­den dolayı, taarruzdan vareste olup eza­dan kur­tul­dukları ve hatunların mesture olmalarıyla fitne kapılarının kapanacağı, bu âyetten müs­tefad olan fevaid cümle­sinden­dir.» (Hülasat-ül Beyan, ci:11, sh:4467-4470, Konyalı Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, İstanbul)

Yukarıdan buraya kadar beyan olunduğu üzere şer’î te­settürün hususiyetlerini taşıyan herhangi bir dış örtüsünü üzerine örtünmek Kur’ânın emrini yerine getirmeye kâfîdir.

Yani şer’î tesettür, çarşaf, ferace, ve câr denilen örtü­lere münhasır olmayıp, baştan aşağıya doğru sarkıtılarak bol, vü­cud hatlarını belli etmeyecek şekilde, bütün vücudu örten ve çeşitli renk ve süslemelerle câzip hali bulunmayan her hangi bir örtü “cilbab” vasfını taşır.

Bu vasfa uygun olarak malûm çarşaf, ümmetçe tasvib edilmiş ve uzun seneler pek çok bölgelerde yaygın olarak kullanılmış ve şeair vasfını kazanmıştır.

Şeair vasfı sebebiyle de ifsad cereyanları daha çok tesettüre düşman olup her vesileyle menfi propa­ğandalarla tesettüre hücum ederler. Fırsat buldukça da bilfiil tecavüzler yaparlar ve yaptırırlar. Böyle vahşiyane teca­vüzler karşı­sında müslümanlar bu şer'î tesettüre ve te­settürlülere daha çok sahip çıkıyorlar ve çıkmalıdırlar.

ÖRTÜNMEK HAKİKİ MEDENÎLİKTİR

Taife-i nisa’nın tesettüre riayet et­meyip açılma­ları, Kur’an (A’raf Suresi 7:27, 28) âyetle­rinin beyanıyla, cahiliye âdet­le­rine bir irti­cadır.

Kur’an (A’raf Suresi 7:26) âyetiyle avret yerle­rinin örtün­mesini be­yan ettiği gibi, hadislerde de bu mevzuda hayli rivayet mev­cuttur. Ezcümle, «Behz bin Hâkim’in dedesi Muaviye bin Hayda (R.A.) dan ri­vayet edildiğine göre şöyle demiştir:

—Ya Resulallah! Avretlerimizin neresini örteriz? (Örtmemiz gerekir?) diye sor­dum. Efendimiz (bana):

Sen avretini (helalın olan) karından veya cari­yen­den başka herkesten sakla! buyurdu. Ben:

—Ya Resulallah! Eğer kavm kendi ara­larında (karışık ve bir yerde) olsalar, (avretle ilgili hüküm ne­dir?) bana bun­dan haber ver, dedim. Efendimiz (bana):

—Avretini hiç kimseye göstermemeye gücün ye­terse, sakın avretini kat’iyyen gösterme!” buyurdu. (Ben):

—Ya Resulallah! Eğer birimiz (tek ba­şına) boş bir yerde olursa hüküm nedir? diye sordum. Buyurdu ki:

İnsanlara nazaran Allah’tan haya etmek daha vacibdir.» (İbn-i Mace, 9. Kitab-ün Nikah, 28. bab, 1920. hadis meali)

«Ebu Said-i Hudri (Radıyallahü Anhü) den rivayet edil­diğine göre: Resulullah (Sallallahü Aleyhi Vesellem) şöyle bu­yurdu demiştir:

Kadın, kadın avretine bakmasın. Erkek de, erkek avretine bakmasın.» (İbn-i Mace Kitab-üt Tahare, 137. bab, 661. hadis meali)

«Ebu Said-i Hudri (R.A.) şöyle demiştir:

—Resulullah (A.S.M.) buyurdu ki: “Erkek erke­ğin avret yerine, kadın da diğer kadının avret yerine bakmasın. Erkek erkeğe bir tek yatak içinde sür­tünme­sin” buyuru­luyor.» (Sahih-i Müslim Kitab-ül Hayz, 74. hadis meali ve Sahih-i Buhari 8. Kitab 8, 10, 12. babları da avret ile alâkalıdır.)

Dinimizin tesettür gibi kat’i emir­leri, resmi­yet ve gayr-ı resmiyet veya za­man ve şartlara göre değişmez. Binaenaleyh büyük ekseriyeti müslüman olan bir cemi­yette devlet, dine sarahatla aykırı düşen haram bir kıya­fet şeklini, ka­nunî mecburiyet ola­rak geti­remez. Çünkü halk ekseriyetine dayanan Cumhuriyetin ma­hiyetine ay­kırı düştüğü gibi, aynı za­manda vatandaşı devlet emri ile Allah’ın emri arasında sıkıştırmış olur ki, bu durum din ve vicdan hürriyetlerinin açıkça ihlalidir. Kanunlar ise, hakiki hürriyet reji­minin esaslarına aykırı olamaz.

Bu umumi ve mütearef hakikat için ki; Bediüzzaman, hayatı boyunca din ve vicdan hür­ri­yetle­rine aykırı olarak yapılan şiddetli baskılara karşı kah­ra­manca bir azim, sebat ve cesaretle İslâmî hayattan, Şeriat ve Sünnet-i Seniyeden hiç bir şekilde taviz ver­memiştir. Nitekim bir eserinde kay­dedildiği üzere:

«İslâmî kıyafeti kat’iyyen ve asla tebed­dül etme­yen ve kıyafetine ilişmek istiyen ve sonra kendi ken­dini öldürmekle toka­dını yiyen Nevzat isminde Ankara vali­sine: “Bu sarık bu başla beraber çıkar.” demiştir.» (Emirdağ Lâhikası II. 19)

İşte insanlık tarihinde altın levha olarak kaydedi­lecek olan hak yolundaki böyle azamî fedakârlık, meta­net ve cesa­reti, nesl-i atînin de bir ibret levhası olarak görme­sinde bü­yük bir maslahat bulunması cihetiyle ve bir istisna olmak üzere Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatında bu İslâmî kı­yafeti ile bazı resimleri konul­muş­tur. Bu kıyafetiyle İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde bu­lunmuş ve idam plan­ları ile verildiği mah­kemelerde de sarığını çı­karması yolundaki ihtarlara rağmen sa­rığını da çı­karmamıştır.

AVRET NEDİR?

Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uy­ku­dan kalkı­lacak saate de şeriat örfünde “avret” denir. Öğle ve öğle uykusu zama­nına da keza aynı isim ve­ril­miştir. (Çünki o an­larda uyku ve sair sebebler dolayı­sıyla insan açık saçık bu­lu­nabilir. İzinsiz, haber verme­den, kimse başka­sının yanına bu vakitlerde girmemesi İslâm âda­bından ve Kur’an emirlerindendir.) Erkeklerde gö­bek ile diz ka­pağı arasındaki kısım. Fitne ve içtimaî ah­lâksız­lıkların olma­dığı İslâm cemiyetinde ol­mak şartıyla, kadınlarda avret şöyle tarif ediliyor:

«Hürre olanların yüzleriyle ellerinden başka bü­tün bedenleri avrettir. Yüzleriyle elleri ise ne na­mazda, ne de bir fitne korkusu bulun­madıkça namaz dışında avret de­ğildir. Ayaklarında ise ihtilaf vardır. Esahh gö­rülen kavle naza­ran, ayakları da avret değildir. Bunlar ile yolda yü­rümek ihtiyacı vardır. Bu ci­hetle bunları ört­mek bahusus faki­reler hakkında müşkildir. Diğer bir kavle na­zaran hür­renin namazı, ayağının dörtte biri nis­betinde açık bulunma­sıyla bo­zu­lur. Diğer bir kavle göre de, ayakları namaza na­zaran av­ret mahalli sayıl­mazsa da, namaz haricinde avret ma­halli sayılır. Bu ihtilaftan kurtulmak için, ayaklarını örtme­leri evladır. Sahih olan kavle göre hür ka­dınların kol­ları da, kulakları ile salı­verilmiş saçları da avret­tir.» (Büyük İslâm İlmihali 99)

«Erkeğin erkeğe karşı olduğu gibi, kadı­nın ka­dına karşı avreti de göbekten dize kadardır. Maadasına nazarı caizdir.» (Elmalılı Tefsiri 3508)

«(Kadınlar yürürken) zinetleri bilinsin diye ayak­larını vurmasınlar mealindeki (24:31) âyetine isti­na­den Hanefi üleması kadının sesi de avrettir, (*) başkasına hu­susi duyurması caiz değildir demiş­lerdir. Şafiîler ve bazı ülema ise, bir fitne olmaması ha­linde avret olma­dığına hük­metmişlerdir.» (Ruh-ul Beyan Li-l Alusî, ci: 18, sh: 146)

Asırlardır İslâm toprakları olan bu memle­kette dine aykırı hayat tarzı bazan kainatın hiddetini celp edip arasıra yeri sallayacağını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri manen sorulan sual ve cevapta der ki:

«Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musi­betinden daha elîm, mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin de­va­mından gelen korku ve meyusi­yet, ekser halkın ekser memlekette gece istiraha­tini selb ederek dehşetli bir azap vermesi neden­dir?

Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki, Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sar­hoşça­sına, gayet heveskârâne
şarkıları ve ba­zan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittiril­mesi, bu korku azabını netice verdi.» (Sözler sh: 171)

Avret, Kur’anda (Nur Suresi 24:31, 58) ve (Ahzab Suresi 33:13) âyetle­rinde ge­çer. (T.T. ci:1 sh:142’de av­ret mahallerini örtme bahsi var­dır.)

Bir rivayette de şöyle buyurulur: «Lut Kavminin her âdeti kayboldu, üçü müs­tesna: Kılıcını sürümek, tırnak­ları bo­yamak ve avreti açık gezmek (kısa pan­to­lon gi­yinmek)» (Ramuz-ül Ehadîs 341)

NAZAR-I HARAM

Haram nazar; namahreme bakmak. Kendisiyle ev­lenmesi haram olanlardan başka olan kız ve ka­dın­lara bakmayı dinimiz er­kekler için haram kıl­mıştır. Minhac-ı Talibîn kitabının 361. sahifesinde zikredil­diği gibi Şafiî Mezhebinin bazı imamları, Kur’an (Nur Suresi 24:31) âyetinde de temas edildiği gibi, kadınların da yabancı erkek­lere bakma­larını men’ ederler.

Ezcümle Ömer Nasuhi Efendi, Büyük İlmihalinde şöyle diyor:

«Kadınların birbirine veya kendi kocaları ol­mayan er­keklere bakmaları da erkekle­rin birbirine bakmaları gi­bidir. Binaenaleyh bir İslâm kadını, diğer bir kadının veya bir er­keğin göbeği altından diz kapakları al­tı­na ka­dar olan kısmına bakamaz…

Erkek ile zevcesi arasında her veçhile bir hususi­yet mevcud oldu­ğundan biri di­ğe­rinin bütün vücuduna bakabi­lir. Şehvetle olup olmaması müsavidir. Şu kadar var ki, te­nasül uzuvlarına bakma­maları evladır, edebe muvafıktır.

Bir tabib, tedavisinde bulunduğu bir ka­dının ma­razlı olan herhangi mahrem bir uzvuna zaruret miktarı bakabilir. Şu kadar var ki, tedavisini bir kadına tarif ederek ha­vale et­mesi daha muvafıktır. Çünkü cinsin cinse bakması daha ha­fif­tir.» (Büyük İslâm İlmihali sh: 417)

Bu hususla alâkalı Risale-i Nur Külliyatında geçen bir bahis vardır. Onu makam münasebetiyle aynen alıyoruz.

«SUAL: Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey On­dan gizlenemeyen Allâmü’l-Guyûba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i te­settürdür, mucib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü’l-Guyûba karşı tesettür olamaz.

Elcevap: Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl‑i ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimet­lerine, o nimetleri süs­lendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de, mahlûkatını ve ibâ­dını sair zîşuurlara güzel göstermek isti­yor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hi­lâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet‑i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep va­ziyetini takın­maktır.

Saniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk nokta­sında, bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna ba­kar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, hilâf-ı edep denilmez. Belki, edeb-i tıp öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabip, recüliyet ünvanıyla ya­hut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere ba­ka­maz, ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o cihette ona göstermek hayâsızlıktır. Öyle de, Sâni‑i Zülcelâlin çok esmâsı var; herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ, Gaffâr ismi gü­nahların vü­cudunu ve Settâr ismi kusûrâtın bulun­masını ik­tiza ettikleri gibi, Cemîl ismi de çirkinliği görmek istemez. Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi esmâ-i cemâliye ve kemâ­liye, mevcudatın güzel bir su­rette ve mümkün vazi­yetlerin en iyisinde bulun­malarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melâike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında gü­zelliklerini, mevcudatın güzel vazi­yetleriyle ve hüsn-ü edep­leriyle göstermek ister­ler. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvî âdâ­bın işaretidir ve düsturlarıdır ve nümuneleridir.» (Lem’alar sh: 54) 

Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulu­yor: « (Nur Suresi 24:30) قُل لِّلْمُؤْمِنِينَ  Mü’minlere yani mü’min erkeklere söyle يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ gözlerini indirsinler; gerek hariçte, gerek dahilde ve gerek başkalarının evlerine girerken, çıkarken, otu­rurken, kalkar­ken gözlerini dikme­sin­ler; harama bak­mak­tan, ayıb şey görmekten sakın­sınlar.

Sofiyyeden Şiblî (kuddise sırruhu) ya, يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ ne demektir diye sormuş­lar. Demiş ki: Baş göz­le­rini muharre­mattan, kalb gözle­rini masiva­ullahtan çek­sinler.» (Elmalılı Tefsiri sh: 3502)

Mezkûr âyette bakılması yasakla­nan şeylerin ne­ler ol­duğu beyan edilmedi­ğinden, bakıldığında nefse hoş gelen her nevi muharremat ve nefsaniyeti tahrik edebi­len şeyler yasak­lanm
ış oluyor. Sinema, televiz­yon, ga­zete ve mecmu­alarda görülen açık-saçık suret­ler, resim ve hey­kel­ler gibi şeyler, bu âyetin yasakla­dığı sahaya gi­rer.

Hatta İmam-ı Şafiî Hazretleri ve bazı âlim­ler, bu âyete istina­den şabb-ı emredle yani henüz yü­zünde tüyü çık­mamış gençle tenhada kalmak gibi bazı husus­lara dahi ce­vaz verme­mişlerdir. Ancak alış-veriş, tedavi ve ilim öğ­retme gibi şer’î ihtiyaçlarda, ih­ti­yaç mik­tarı kadar mü­saade etmişlerdir. Şabb-ı emred hak­kındaki mezkûr hükmü, Kitab-ul Fıkıh Alâ Mezahib-il Erbaa Tercemesi ci:1. sh:169’da daha tafsi­latlı beyan eder ve ba­kılması yasaklanan yerlere, hailsiz dokunulmasını da yasaklar.

Ebu Davud da şunları kaydeder: «Müslim 3. kita­bın 17. babında rivayet edilen:

“Erkek erkeğin avret ye­rine, ka­dın da diğer kadı­nın av­ret yerine bak­masın. Erkek er­keğe bir tek elbise içinde sür­tünmesin. Kadın da diğer kadına bir tek elbise içinde sür­tün­mesin” me­alin­deki hadise istinaden “Şafiîler: Bir kim­senin avret mahalline (bakılması caiz olmayan yerine) vücudunun hangi or­ganı ile olursa ol­sun dokunmasının ha­ram ol­duğuna delalet etmektedir, bunda ülemanın ittifakı var­dır” derler.» (Ebu Davud Tercemesi, 2150. hadisin iza­hın­dan)

Bir rivayette mealen şöyle buyurulu­yor: «Kadına karşı olan kıskançlık (nefsanî yönden), aynı şekilde ço­cuk­lara da duyul­madıkça kıyamet kopmaz.» (Ramuz-ül Ehadîs 5942. ha­dis. Mütercim: Naim Erdoğan)

Hanefî Mezhebinde mu’teber âlimlerden İbn-i Abidin ise şu izahatı veriyor: «Kadının ve şabb-ı em­redin yüzlerine bakmakla şehvetin uyanma şüphesi varsa, o zaman bakmak haramdır. Amma tüysüz gençle tenhada kalmakta ve şehvetsiz ona bakmakta bir beis yok­tur. Buna binaen, tüysüz bir genç ör­tünmekle mü­kel­lef değildir.

Kadının sadece yüzüne ve ellerine zaru­retten do­layı bakılabilinir. Eğer şehvet hissi kendisinde uyanma­sından korkarsa veya şüphelenirse o zaman yüzüne ve el­lerine ba­kamaz. Yüze bakmanın helal olması adem-i şehvetle mu­kay­yeddir. Şehvet uyanırsa velev uyanması şüpheli de olsa, bakmak haramdır. Bu selef-i sa­lihîn devrinde böyledir. Bizim zamanı­mızda ise katiyetle kadının yüzüne ve ellerine şehvet uyansın uyan­masın bak­mak haramdır. Çünki şehvet ve fitne uyanması bu asırda (müellifin asrı ve bilhassa asrımızda) umumi bir belva ha­line gelmiştir. Kur’an’ın sarih ifadesiyle, kadın katiyyetle bütün vücudunu çar­şa­fıyla örtmekle mükel­leftir.» (İbn-i Abidin cild:1-5)

Daha bunun gibi pek çok büyük İslâm âlimleri sedd-i zerai tabir edilen -yani şer’an yasak olan bir şeye vesile olan mübah fiillerin de yasak edilmesi- ihtiyatî tedbirleri ve fitne zamanla­rında ruhsat yolunun daral­tılması ka­ide­sini de nazara alarak hayli tafsilat verirler.

ÇOCUKLARIN AVRETİ NASIL OLMALI ?

Çocuklarda haya hissinin gelişmesi için gere­ken terbiyeyi vermek, çocuk terbiyesinde önemli yer tutar. Haya hissi; nasihatten çok, İslâmî adaba uygun ya­şayış ile gelişir.

Başta adaba uygun giyinmek, konuşmalarda cid­diyet ve gayr-i ahlâkî hareketlere karşı gösterilen hassasiyet gibi hu­suslara dikkat gerekmektedir. Büluğ öncesi çocuk­ların küçük yaşta oluşları düşüncesiyle kız ço­cuklarının ba­şını örtmemek ve kısa giydirmek; erkek çocuk­lara da moda namı altında dar veya kısa pantolon gibi giyimler, haya hissinin geliş­mesine manidir.

Peygamberimiz (A.S.M.) bir hadisi şeriflerinde me­alen buyuruyorlar ki:

«Çocuğun avretine riayet edin ve onu örtün. Zira onun avreti de büyüğün avreti gibidir. Allah, avretini açana rahmet nazarı ile bakmaz.» (Ramüz-ül Ehadis sh: 321)

Mezkûr hükümler müvacehesinde, şabb-ı emred ile, bu yaş devresini geçirmiş büyük bir kimse arasın­daki mü­nase­bet­lerde ciddiyetin muhafaza edilmesi, el şa­kaları ve güreş gibi laübali hareketlerden uzak du­rulması ve küçük­lere örnek olacak vakarlı­lık gösteril­mesi, bilhassa gençlere ders verenler için daha çok ge­reklidir. Bu dersler veri­lirken İslâmî ders âdabına uygun oturma şek­linde, yani ders alan ders verenin önünde oturup dersin kudsiye­tine uygun hürmet ve ciddiyet içinde bulunurlar. Hem bu dersler umumi mahalde ve hep beraber olup, şabb-ı emred devresinde olan genç­le­rin ünsiye­tine ve dolayısiyle gayr-ı ciddiliğe kapı açan, hususi mahallere alıştırılmaması el­zemdir. Cemaat na­mazında dahi çocukla­rın arka safta durma­ları sünnet­tir. (Bak: Büyük İslâm İlmihali sh:136)

Çocuklara ders verirken vakarlı dav­ranmayı ve li­san-ı hal ile ciddiyet dersini vermeyi emreden hadisler de vardır.  Bazı âlimler, şabb-ı emredle muanakanın da memnuiyetine kaildirler. Hz. Enes’den (R.A.) Deylemî’nin naklettiği ha­dis, fitne za­manlarında daha çok nazara alınmalıdır.

MUSAFAHA ETMENİN ÖLÇÜSÜ

Muharremetından olmayan kadın ile erkeğin mu­safaha etmesi, dinimizce yasaktır.

«İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel, Nesei, İbn-i Mace ve Tirmizi sahih diyerek Ümeyye bint-i Rukayya Radıyallahü Anha’dan şöyle rivayet etmişlerdir: Müşarünileyha demiştir ki; ben Resulullah&rsquo
;a biat edelim diye vardığımda… Ya Resulullah! Bizi musafaha etmez misin? dedik. Ben ka­dın­larla musafaha etmem, ancak yüz kadına sö­züm bir kadına sözüm gibidir buyurdu.

Bazı rivayetlerde Resulullah kadınlara biatı za­manında mübarek eline bir sevb koyardı, bazılarında bir bardağa su koyup mübarek elini daldırır, sonra da ka­dınlar ellerini dal­dı­rırdı diye varid olmuştur. Meşhur ve mutemed olan budur ki, kadınlarla musafaha etmemiş­tir.» (Elmalılı Tefsiri sh: 4916)

KADINLARA BAKMAK

«Buhari 23. Mü’minûn Suresi’nin 19. âyetini zik­ret­miştir ki, meali şöyledir: Allah hem hain gözlerin (tecessüslerini) hem de (fâsid) gönüllerin gizle­diği te­ma­yülleri bilir…

İbni Ebî Hatem’in, Abdullah bin Abbas vasıta­sıyla ri­vayetine göre; âyetteki hain gözlerin tecessüs ve fasid gö­nül­lerin te­mayülü şöyle tasvir buyurulmuştur: Hain gözlü o kimsedir ki; o, bir cemaatla bir yerde otu­rurken yanın­dan güzel bir kadın geçerse, ya­hut girdiği bir evde gü­zel bir kadın görürse, yanındakilerden hır­sız­layarak kadına sinsi sinsi ba­kar. Yanındakiler ken­disine bakınca hemen gözünü ayı­rır. Fakat Allah bilir ki, o hain gözlü kimse, kadının da­ire-i mah­re­miyetine gir­meğe gücü yetse muhakkak girmek ve zina et­mek ister.

Bundan sonra Buhari’nin arka arkaya iki hadisi vardır ki, bunlardan birisi: Veda Haccında Resul-i Ekrem Medine’den hareket ettiğinde terkisine amcası Abbas’ın oğlu Fazl’ı almıştı. Yolda güzel bir kadın bir mes’ele sor­mak üzere yaklaştığında, Fazl ka­dına bak­mağa başladı. Kadın da son de­rece güzel olan Fazl’a bakıyordu. Bu manzarayı gö­rünce Hazret-i Peygamber Fazl’ın çene­sinden tutup öbür tarafa çevirdi.

Öbürüsü de: Resul-i Ekrem bir kere as­habı yol üze­rinde otur­maktan men et­mişti. Fakat bilahare bu­nun iktisadî hayat için lüzum ve zarureti arz olu­nunca; Resul-i Ekrem ge­lip geçen kadın­lara bakılmaması, kim­seye eza olunma­ması gibi şartlarla mü­saade buyurdu.» (Sahih-i Buhari Muhtasarı ci:12 sh:187)

Ebu Davud 12. Kitab-ün nikah 42. babı, kasdî ol­ma­yan ilk bakış müstesna, ka­dınlara bakmanın harami­yeti hakkında­dır.

Bir hadis-i kudsîde mealen şöyle buyuru­luyor:

«Namahreme bakmak, İblis’in okla­rından bir ok­tur ki, her kim benden kor­karak onu bırakırsa, (harama bak­mazsa) o haramın zevkine bedel ona bir iman veririm ki, o imanın celadet ve hala­vetini kal­binde duyar.» (İlahî Hadisler (H.Hüsnü Erdem, D.İ.Bşk. Yayınları) ve K.H. hadis:2864)

Bediüzzaman Hazretleri, nazar-ı ha­ram ve teset­tür-ü nisvan meseleleri üze­rinde ehemmiyetle durmuş­tur. Ehemmiyetine binaen tekrar alıyoruz. Bunlardan bir kaç cü­z’î örnekler:

«Kur’an merha­meten, kadın­ların hürme­tini muha­faza için, haya per­desini takmasını emreder. Ta heve­sat-ı rezile­nin ayağı altında o şefkat madenleri zil­let çekmesinler; âlet-i he­vesat, ehemmi­yetsiz bir meta’ hük­müne geçmesinler.
Medeniyet ise kadınları yuva­larından çıkarıp, perde­le­rini yırtıp, beşeri de baş­tan çıkar­mıştır. Halbuki aile hayatı, ka­dın-erkek mabey­ninde müte­kabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimi hürmet ve muhab­beti izale edip ailevî hayatı zehirle­miştir. Hususan suretpe­restlik, ah­lâkı fena halde sars­tığı ve sukut-u ruha se­bebi­yet verdiği şu­nunla anlaşı­lır: Nasılki merhûme ve rah­mete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şeh­vet ve he­vesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretle­rine ve­yahut sağ ka­dınların küçük cena­zeleri hükmünde olan suret­lerine heves­perverane bak­mak, derin­den de­rine his­siyat-ı ul­viye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.» (Sözler sh: 410)

«Bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi, dedi: “Bende unutkanlık has­talığı tezayüd ediyor, ne ya­payım?” Ben de dedim: Mümkün oldukça na­mah­reme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (R.A.) de­diği gibi: Haram nazar, nisyan ve­rir.

Evet ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziya­deleştikçe, he­ve­sat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i is­timalat( ile is­rafa girer. Haftada bir kaç defa gusle mec­bur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hafızasına zaaf gelir.

Evet bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su’-i na­zardan su’-i istimalat, umumi bir unutkanlık hastalığını netice vermeğe başlı­yor. Herkes cüz’î, küllî o şekvadadır. İşte bu umumi hastalığın tezayü­diyle, ha­dis-i şerifin verdiği müdhiş bir habe­rin te’vili ucunda görü­nüyor. Ferman etmiş ki: “Âhirzaman­da, hâfızların göğ­sün­den Kur’an nez’edi­liyor, çıkı­yor, unu­tulu­yor.” Demek bu hastalık dehşet­lene­cek, hıfz-ı Kur’an’a bu su-i na­zarla bazı­larda sed çekilecek; o hadisin te’vi­lini gösterecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 133)

Bediüzzaman Hazretleri, nazar-ı haramdan ic­tinab etmekteki hassasi­yetini şöyle anlatır:

«Tarih-i hayatımı bilenlere malumdur. Ellibeş sene ev­vel, ben yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum Vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürme­tiyle kaldım. Onun altı adet kız­ları
vardı. Üçü küçük, üçü bü­yük. Ben, üç büyük­leri iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dik­kat etmiyordum ki, bileyim. Hatta bir âlim misa­firim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden farketti, ta­nıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek bana sordu­lar: “Neden bakmıyor­sun?” Derdim: “İlmin izzetini muha­faza etmek beni baktırmıyor.”

Hem kırk sene evvel İstanbul’da, Kağıthane şen­li­ği­nin yevm-i mahsu­sunda, Köprü’den ta Kağıthane’ye kadar, Haliç’in iki tarafında, binler açık-saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizil­dikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Taha ve mebus Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik. O ka­dınların yanların­dan geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Taha ve Hacı İlyas beni tec­rübeye karar ver­dikleri ve nöbetle beni taras­sud ettik­le­rini bir saat seyahat sonunda itiraf edip, dediler: “Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın!” Dedim: “Lüzumsuz, ge­çici, günahlı zevk­lerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.”» (Tarihçe-i Hayat  sh: 519)

Açık-saçıklık âdet olmuş büyük şe­hirler ve çarşı-pazarlar, nazar-ı harama en çok tahrik edici yer­lerdir. İki hadis-i şerif mealinde şöyle buyuruluyor:

«Gücün yeterse sen çarşıya girenlerin ilki ve çar­şıdan çıkanların sonuncusu olma. (Yani: Mümkün ol­duğu kadar çar­şılarda az bulun) Çünkü, çarşı şeytanın harb yeri­dir. (Günahların çok olduğu yerdir.) Şeytan sanca­ğını çar­şıda diker. (Yani hâkimiyetini icra eder.)» (Sahih-i Müslim cilt: 7 sh:363 hadis: 2451)

«Beldelerin Allah’a en sevimli olan yer­leri, mes­cid­ler­dir (ilim ve ibadet yerleri­dir). Beldelerin, Allah’a en sevimsiz ve buğz ettiği yerler de çarşı-pazarları­dır.» (Ramüz-ül Ehadis sh: 16)

«İmam-ı Rabbani demiş ki “Bid’a olan yerlere gir­me­yiniz.” Maksadı, se­vabı olmaz demektir; yoksa, namaz bat­tal olur değil. Çünki selef-i salihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların ar­kasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gel­mekte kebaire maruz kalırsa, halvethane­sinde bulunması lâzımdır.» (Kastamonu Lâhikası 247)

Diğer bir rivayette de: âhirzamanda (bid’atlar ve hevanın yaygınlaştığı za­manda) köy ehlinin ve sa­liha ihtiyarelerin hayatı tavsiye ediliyor. (Ramuz-ül Ehadîs: 61)

KADINLARDA SÜSLENME

Bir âyette şöyle buyurulur:

 «(Nûr Sûresi 24:31) وَلَايُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ  “Ve zinetlerini izhar et­mesinler.”
Kadının zineti denince örfte tac, küpe, gerdan­lık, bilezik ve emsali gibi şey­ler tebadür eder.

(Sure-i A’rafta 7:31) يَابَنِي ءَادَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ âye­tinde zinet, elbise demek olduğu da geç­miştir. O halde bu zinetleri açmak bile menhî olunca bunla­rın mahalli olan be­deni açmak evleviyyetle nehyedilmiş olur. Yani bedenlerini açmak şöyle dur­sun, üzer­lerin­deki zinetleri bile açmasın­lar.» (Elmalılı Tefsiri 3503)

«Kızlar ve kadınlar baştan aşağıya kadar ör­tün­dükten başka, yürürken de edeb-i vakar ile yü­rüsünler. Örtüp giz­ledikleri sun’î veya hılkî zinetleri bilin­sin diye bacak oy­natıp, ayak çalmasınlar. Çapkın yü­rü­yüşle na­zar-ı dikkati cel­betmesinler.» (Elmalılı Tefsiri 3508)

«Tesettür etmeyip de bütün güzellik ve süs­püsle­riyle kendini yabancı gözlere vaz’ ve teşhir eden bir kadın, tabiidir ki istiklal ve hürriyetini ve vakar ve izze­tini muhafaza edemez.» (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)

İLMİYE KIYAFETİ

«İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kı­ya­feti; şalvar, cübbe ve sa­rıktı. Bununla birlikte il­miye mensubla­rının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile so­kağa çıktıkları halde, üst ta­bakayı teşkil eden rical kısmı lata yahut bi­niş giyer­lerdi. Ayrıca ilmi­yenin, “İlmiye” madde­sinde yazılı, resmi günlere mahsus kı­ya­fetleri de vardı.» (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)

Müslümanların kıyafetlerinden birisi de sarık sar­maktır. Gelen hadîsde sarığın şeair ciheti daha çok nazara verilmiştir. Hadîste mealen buyuruluyor ki:

«Camilere sarıklı olarak gitmek, müslümanların si­ma­sından (alâmetinden) dir.» (Ramüz-ül Ehadis sh: 5)

ZORLA KIYAFET TATBİKATLARI VE KAHRAMANCA DAVRANIŞ ÖRNEKLERİ          

Kıyafet meselesinde çok çeşitli zulümlere maruz kalan fakat İslâmî kıyafetini hiç değiştirmeyen eşsiz kahraman Bediüzzaman Hazretleri, tek parti devrinde herkese  ibret ola­cak şu beyanlarda bulunmuştur. Bu müdafaalar müslü­manla­rın üzerine gelen ve her türlü İslâmî kıyafete  karşı çı­kan aynı anlayış sahiplerine de yapılmalıdır ve öyle davra­nılmalıdır.

«Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bu­lu­nan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir bir­tek defa takkemizi başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin hu­zurunda ba­şını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi mil­yon bu kıyafete girdi.”

Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi mil­yon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabu­lüyle ancak yedi bin Avrupa-perest sarhoşların kı­yafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihe­tiyle girmek­tense, azîmet-i şer’iye ve takvâ cihe­tiyle, yedi mil­yar zatların kıyafetlerine girmeyi ter­cih ede­rim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içti­maiyeyi terke­den adama “inat ediyor, bize muhaliftir” de­nilmez. Haydi, inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal o inadı kıra­madı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilâyetin hü­kûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî mu­halif de olsa, madem tas­dikinizle yirmi se­nedir dünya ile alâ­kasını kesen ve mânen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faydasız kendine çok zararlı olarak hayat-ı si­yasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhale­fetinden te­vehhüm et­mek, divaneliktir. Divanelerle ciddî ko­nuşmak dahi bir di­vanelik olmasından, sizin gi­bilerle konuş­mayı terk ediyo­rum. Ne yaparsanız min­net çekmem dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu.

Son sözüm,  حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَى وَ نِعْمَ النّصِيرُ   » (Emirdağ-l sh: 12)
KANUNLARI KİM KIRIYOR?

Kıyafet  konusunda bir husus da, “Kanun var, kanun böyle diyor. Biz kanunu uyguluyoruz” gibi ge­rek­çelerdir. Yakın tarihimize baktığımızda da aynı anlayış ve aynı kafa yapısının hiç değişmediğini görüyoruz.

  Çağımıza damgasını vuran Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1950 yıl­larından sonra Emirdağ’ında ikamet et­tiği vakit   kendi   kıyafetine yapılan müdahele ve dayatma karşı­sıda, bu meselede rol oynayan gizli komitelere dikkat çeker.  Tarihin tekerrürüne bakın ki, günümüzde de bu baskılar Ramazan-ı Şeriflerde zirveye çıkartılıyor. 

Bediüzzaman Hazretleri çok hakikatları muhtevi mek­tubunda  diyor ki:

«Gizli düşmanlarımız bu Ramazan-ı Şerifte, tek­rar adli­yeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli ko­mü­nist komitesiyle alâkadardır.

Birisi, bütün bütün kanun hilâfına olarak, beni tek ba­şımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otu­rurken, üç silâhlı jandarma ile bir başçavuş yanı­ma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun” diye zorla beni karakola ge­tirdiler. Ben de, adaleti hedef tutan bütün adliye­lere söylüyorum ki:

Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip, kanun na­mına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakikî kanun­suz­lukla itham edilmek lâzım gelir­ken, onların o acip kanunsuz­luğu ve bahanesiyle iki seneden beri vicdanî azap verdikle­rinden, el­bette mahkeme-i kübrâ-yı haşirde bu­nun cezasını çekecek­lerdir.

Evet, otuz beş senedir münzevî olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı, “Sen frenk serpu­şunu giymiyorsun” diye itham etmeye dünyada hangi ka­nun mü­sa­ade eder?

Yirmi sekiz senedenberi beş vilâyet ve beş mah­keme ve beş vilâyetin zabıtaları onun başına ilişme­dik­leri halde hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdi­lesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz “Bere yasak değil” diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî ne­ferler ve va­zifedar memurlar giymeye mecbur olmadıkla­rından ve giy­mesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından—ki resmî bir libas­tır—bereyi giyen­ler de mes­’ul olmazlar denildiği halde, hu­susan münzevî ve in­
sanlar arasına girmeyen ve Rama­zan-ı Şerifin içinde böyle hilâf‑ı kanun en çirkin birşeyle ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı ha­tırına getirmemek için has dostlarıyla dahi gö­rüş­meyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücu­duyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri ça­ğırma­yan bir adama şapka giydir­mek, ecnebî papazlara ben­zetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdit etmek, el­bette zerre kadar vicdanı olan bun­dan nefret eder.

Meselâ, ona teklif eden demiş: “Ben emir kulu­yum.” Cebr-i keyfî kanun ile emir olur mu ki, emir kuluyum de­sin?
Evet, Kur’ân-ı Hakîmde, Yahudi ve Nasranîlere başta ben­zememek için ona dair âyet olduğu gibi,    
يَا اَيُّهَا الّذِينَ آمَنُوا اَطِيعُوا اللّهَ وَاَطِيعُوا الرّسُولَ وَاُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ (Nisâ Sûresi, 4:59) âyeti ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulü­nün itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatın emir kulu­yum diye ha­reket edebilir.
Halbuki bu mese­lede, an­’ane-i İslâmiye kanun­ları, hastalara şef­katle incitmemek, gariplere şefkat edip in­citme­mek, Allah için Kur’ân ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek em­rettiği halde, hususan münzevî, dünyayı terk et­miş bir adama ecnebî pa­pazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz ve­cihle kanuna muhalif ve İslâmın an­’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuz­luktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî ka­nunları kır­maktır.

Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevî, Sünnet-i Seniyeye muhalefet et­me­mek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyen şek ve şüphe bırak­madı ki, komü­nist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müt­hiş bir suikast eseri ol­duğu gibi, İslâmiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müt­hiş haricî tahri­bata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi bü­yük bir suikasttır. Dindar mebuslar dikkat etsin­ler, bu dehşetli suikaste karşı mü­dafaada beni yalnız bırakmasınlar.

HAŞİYE:
Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etme­yen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen;
 
İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet ver­meyen

ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cüm­lesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan;

ve Mustafa Kemal’in elli me­bus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” di­yen;
 
ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir mesele­sine ruhumu feda etmeye hazı­rım” deyip dalkavukluk etme­yen;
 
ve yirmi sekiz sene, gâvur­lara benzememek için inzi­vayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki,
 
“Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icma­ına muhalefet edeceksin; yoksa ceza verece­ğiz” de­nilse, el­bette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bı­çakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen; yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek…

Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd‑i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulu­nan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî ci­hette mukabele etmemesinin hik­meti nedir?

İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyorum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma za­rar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersleriyle herkesin kal­bine bir ya­sakçı bırakmak için Kur’ân-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi sekiz senelik zâlim düşman­larımdan intikamımı alabilirim. Onun içindir ki, âsâyişi mâ­sumların hatırı için muhafaza yolunda haysiye­tini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: “Ben, değil dün­yevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edece­ğim.” Said Nursi»  (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 166)

İşte bu davranış ve cevap, kıyafetimiz konusunda bir baskıya veya zorlamaya muhatab olduğumuz zaman nasıl davranmamız gerekir sualine, yaşanmış ve netice alınmış en büyük örnektir.

İLÂHÎ CEZALAR

Müslüman milletimizin millî ahlâkını bozarak Türkiye’yi ele geçirmek isteyen emperyalist ifsat komitesi, bu emellerine ulaşmak için her vasıtayı kullanırlar.

Bu ifsad komitesiyle çalışan tiyatrocuların çirkin bir hadisesine,  İlâhî tokat olarak gelen zelzeleyi, Bediüzzaman Hazretleri ibret nazarına şöylece arzeder:

&la
quo;Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zat yazı­yor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzele­den birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırıl çıplak olarak âlâyişle çarşı ve pa­zarda gezdirerek, o câzibedar­lara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişi­den fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz, kemâl-i hiddet ve gayz ile onların hayasız yüzlerini dehşetli tokat­ladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.”

Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki sene­dir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat…    …ekser vilâyetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmi­yetli bir esası olan tesettür şiarını bu de­rece açık ihanetiyle, Risale-i Nur, onların yardım­larına koşmamış diye, yalnız bu hadiseye baktım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 262)

NETİCE

Netice olarak, tesettürde en ehem­miyetli bir husus şu­dur ki:

Müslüman erkek ve kadınların kıya­fet ve te­set­türde kusurları olsa da düşünce­leri, tam şer’î tesettürü tasvib etmeli ve Avrupaî hayat alışkanlıkları ile tam riayet edemedikleri şer’î kıyafet ve teset­türü hafife alır tarzda bir anlayış olmamalı ve azimet ve takvaya uygun yaşamayı ve böyle yaşayanları sevmelidir­ler. Kendi noksanlarına karşı da istiğfar edip noksan­larını zamanla tekmil etme gayreti içinde olmalıdır­lar. Bu hu­sus asgari bir hudud olarak mü’minler için şarttır.


KAYNAK KİTAPLAR VE KISALTMA İŞARETLERİ
Büyük İslâm İlmihali, Ömer Nasuhi Bilmen, 544 sh. 1986 İstanbul
Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, Mütercim: Hasan Ege, 1971 Ankara
Emirdağ Lâhikası-ll, Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1992 İstanbul
Gençlik Rehberi Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1994 İstanbul
Hülasat-ül Beyan, Konyalı Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat İstanbul
İhya-i Ulum-üd Din Tercemesi, Bedir Yayınevi 1974 İstanbul
İlâhî Hadîsler, H.Hüsnü Erdem, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Kastamonu Lâhikası   Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1990 İstanbul
Kitab-ül fıkhı alâ Mezahib-ül Erbaa, Çağrı Yayınları, 1987 İstanbul
Lem’alar  Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1992 İstanbul
Mektubat  Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1993 İstanbul
Nimet-ül İslâm, Mehmed Zihni Efendi, 1957 İstanbul
Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi 1946-1955
Osmanlıca Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursi, 879 sh.
Sahih-i Müslim Tercemesi, Mehmed Sofuoğlu, İrfan Yayınları 1967 İstanbul
Sözler  Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1993 İstanbul
Sünen-i Ebu Davud, Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları, 1987 İstanbul
Şualar  Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1994 İstanbul
Tarihçe-i Hayatı,  Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1994 İstanbul
(E.T.) Elmalılı Tefsiri (Hak Dini Kur’an Dili), Hamdi Yazır, ll Baskı, 1960-1962 İstanbul
(İ.M.) İbn-i Mace Tercemesi, Kahraman Yayınları, 1982-1983 İstanbul
(K.H.) Keşf-ül Hafa, Matbaat-ül Fünün, Halep (2 Cilt)
(R.E.) Ramuz-ül Ehadîs Abdülaziz Bekkine, Milsan, 1982, 2 Cilt İstanbul
(R.K.K.) Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdülkadir Badıllı, Envâr Neşriyat, 1994 İstanbul
(S.B.M.) Sahih-i Buhari Muhtasarı  Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları ll. Baskı, 12 Cilt

(T.T.)Tac Tercemesi, Bekir Sadak, Sinem Matbaası, 1968-1975 İstanbul  

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …