Asrımızda, Avrupa’dan gelen sözde kadın hürriyetleri adı altında, gerçekte ise kadını her sahada istismar eden ve âdi bir metadan başka değer ve kıymet vermeyen bir anlayış ve bu anlayışın tatbikatçıları karşılarında en evvel Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve onun Risale-i Nur Külliyatını bulmuşlardır.
Bediüzzaman Hazretleri, 1935 senesinde İnkılaplar aleyhinde faaliyetlerde bulunmak gibi suçlamalardan dolayı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmış ve Tesettür Risalesinden kendisine bir senelik ceza vermişlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri, idam planı ile verildiği Eskişehir Ağırceza Mahkemesinde, tesettür-ü nisvanı müdafaa ederken şöyle diyor:
«elbette ruy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir diye bağırıyorum. Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin!..»
TESETTÜRDE ŞER’Î ÖLÇÜLER
ÖNSÖZ
İslâmiyet, gelişiyle beraber, insanların bütün sahalarında saadet ve huzurlu yaşayışlarını esas almış ve bu hususlarda gerekli hükümler vaz’ etmiştir.
Müslümanlar bu hükümleri en evvel Allah’ın (C.C.) ve onun yüce Peygamberinin (A.S.M.) emri olduğu için, ibadet kasdıyla ellerinden geldiği kadar tatbik etmişler ve bu uğurda her şeylerini ortaya koymuşlardır.
İşte bu hükümlerden birisi de örtünmekle alâkalı hükümlerdir.
Bindörtyüz sene zarfında İslâm ekseriyetle hakimiyetini korumuştur.
Bazı zamanlarda siyasi sahalarda ve hakimiyet devrelerinde inkıta’ olmuşsa da tesettür emrinin tatbikatında herhangi bir maniayla karşılaşmamıştır.
Tâ ki, asrımızın başlarında Avrupadan yayılan İslâm aleytarlığı zaman içinde memleketimizde Avrupa meftunu bazı yazar ve siyasetçileri de etkilemiş ve tesettür aleyhinde bir hava yayılmıştır.
Tesettürün yasaklandığına dair bir kanun çıkarılmamasına rağmen bazı lastikli kanunların şümulüne sokulmaya çalışılarak müthiş bir kampanya başlatılmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, aslını Osmanlıların son devrelerinde Avrupadan gelen ve içimizde ma’kes bulan fikirlere cevap mahiyetinde Tesettür Risalesi yazmış ve bilahare 1934 yılında bu risalesini genişleterek neşretmiştir. Bunun üzerine 1935 yılında Eskişehir Mahkemesinde suçlandığı maddelerden birini de bu Risalenin neşri teşkil etmiştir.
Günümüzde ise, tesettür aleytarlığı had safhaya vardırılmaya çalışılmaktadır. Bir taraftan devlet kuvvetleriyle mani olmaya çabalanırken bir taraftanda da kandırılan bazı din adamları vasıtasıyla müslümanların zihinlerine şüphe tohumları atmaya çalışılmaktadır.
İttihad Yayınevi olarak bu hususta nazil olan ayetleri ve hadis-i şerifleri ve bu ayet ve hadisleri tefsir eden ve bütün ümmet tarafından itimad edilen muteber kitabların ve âlimlerin görüşlerini aldık. Tâ ki, bu hususlarda inancı gereği tesettüre riayet eden kardeşlerimizin tereddüdü olmasın ve mücadelelerinden taviz vermesinler.
Gayret bizden tevfik Allah’dan (C.C.)
Tesettür, yani örtünme ve elbise giyinmek; setr-i avret, soğuk ve sıcaktan korunma ve tezeyyün gibi hikmetlere münhasır değildir. Düşünülecek olursa, bazı hayvanlara, bilhassa kuşlara, gayet güzel tüylerle giydirilen fıtrî elbiselerden daha güzel fıtrî elbiseyi Allah insanlara giydirebileceği halde, insanın dünyada sun’î elbiseye muhtaç bırakılmasının elbette hikmetleri vardır.
Evet «Cenab-ı Hak, insandan başka ziruh mahlukatına fıtrî birer libas giydirdiği gibi; meydan-ı haşirde sun’î libaslardan üryan olarak fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır. Dünyada sun’i libasın hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve zinet ve setr-i avrete münhasır değildir. Belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa kolay ve ucuz, fıtrî bir libas giydirebilirdi. Çünki bu hikmet olmazsa; muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvanatın nazarında ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onları güldürür. Meydan-ı haşirde, o hikmet ve münasebet yok. O liste de olmaması lâzım gelir.» (Mektubat sh: 384)
Mezkûr hikmet, yalnız elbiseye inhisar etmeyip insanın cami’ fıtratıyla her şeye muhtaç yaratıldığına ve her şey insanın ihtiyacatına hizmet etmekle insanın Hilafet-i Arziyeye sahib kılındığına ve böylece insanın en mükemmel mahluk olarak ahsen-i takvime çıkarıldığına da işaret eder.
(S.B.M.) 2048. hadisi, insanların haşirde sun’i elbisesiz olarak diriltileceğini bildirir.
Asrımızda, Avrupa’dan gelen sözde kadın hürriyetleri adı altında, gerçekte ise kadını her sahada istismar eden ve âdi bir metadan başka değer ve kıymet vermeyen bir anlayış ve bu anlayışın tatbikatçıları karşılarında en evvel Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve onun Risale-i Nur Külliyatını bulmuşlardır.
Aslını daha önce yazan ve 1934’te ilaveler ve düzenlemelerle Tesettür Risalesini yeniden te’lif eden ve neşreden Bediüzzaman Hazretleri, 1935 senesinde İnkılaplar aleyhinde faaliyetlerde bulunmak gibi suçlamalardan dolayı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmış ve diğer suçlamalardan ceza verilmezken Tesettür Risalesinden kendisine bir senelik ceza vermişlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri, idam planı ile verildiği Eskişehir Ağırceza Mahkemesinde, tesettür-ü nisvanı müdafaa ederken şöyle diyor:
«İşte ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Binüçyüzelli senede ve her asırda üçyüzelli milyon müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde kudsi ve hakiki bir düstur-u İlahîyi üçyüzelli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve binüçyüz senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette ruy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir diye bağırıyorum. Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin!..» (Şualar sh: 448)
Yine müdafaanın bir kısmında da şöyle der:
«Bin seneden beri çarşaf altında bulunan muhadderat-ı İslâmiye şimdi de çarşaflarını muhafaza ediyorlar.» (Osmanlıca Lem'alar sh: 586)
Tesettür aleyhinde böyle acib tahakkümü yapan mütehakkimler, ve milli tereddiye dehşetli bir şekilde kapı açtılar. Çünkü aile müessesesinin korunmasında ve aile efradı arasında nesebî ve fıtrî olan manevi bağların; hürmet, merhamet gibi hislerin ve ahlâkî değerlerin tahakkuk etmesinde tesettürün rolü büyüktür. Tesettürsüz ve mübtezel ailelerde, mezkûr fıtrî bağlar ve manevi değerler gelişmez.
Eğer bu değerler, yaşanan dinî hayatla geliştikten sonra, asrîliğe özenip tesettür terk edilirse, kazanılan manevi hayat büyük ölçüde zedelenir. Böylelerin hayat anlayışı giderek yalnız dünyevi menfaat ve lezzetler ölçüsü içinde darlaşır ve maddileşir. İnsanlığın yüksek şahsiyeti tersine döner, tereddi eder.
Yıllar sonra aynı anlayışın tatbikatçıları tesettür meselesinden dolayı müslüman kitleyi baskı altında tuttuklarını esefle görmekteyiz. Şimdi bu risaleyi burada neşrediyoruz.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُل لِّأَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاء الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِن جَلَابِيبِهِنَّ
(Ahzâb Sûresi, 33:59.)
ilâ âhir… âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise, Kur’anın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü, fıtrî görmüyor, “bir esarettir” diyor.
Elcevab: Kur’an-ı Hakîm’in bu hükmü tam fıtrî olduğuna ve muhalifi gayr-ı fıtrî olduğuna delalet eden çok hikmetlerinden, yalnız “dört hikmet”ini beyan ederiz.
Birinci Hikmet: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünki kadınlar hilkaten zaif ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyli var. Hem kadınların on adetten altı yedisi, ya ihtiyardır, ya çirkindir ki; ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar, taarruza maruz kalmamak ve kocası nazarında hiyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyade kendini saklıyan ihtiyarlardır. Ve on adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın. Malumdur ki; insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı namahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmiyen bir güzel kadın, nazik ve seri-üt teessür olduğundan, maddeten te’siri tecrübe edilen belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta işitiyoruz; açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, “bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref-i tesettürü, hilaf-i fıtrattır. Kur’an’ın tesettür emri fıtr&
icirc; olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymetdar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve manevi esaretten ve sefaletten kurtarıyor.
Hem kadınlarda, ecnebi erkeklere karşı fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktiza ediyor. Çünki sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmet ile çekmekle beraber, hamisiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru zevkin belasını çekmek ihtimali var. Ve kesretle vaki olduğundan, cidden şiddetle namahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettür ile namahremin iştihasını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zaif hilkatı emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal’ası çarşafı olduğunu gösteriyor. Mesmuatıma göre: Merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet adi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayasız yüzlerine bir şamar vuruyor!..
İkinci Hikmet: Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka; yalnız dünyevi hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayattır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı başkasının nazarını kendi mehasinine celbetmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocası, sırr-ı imana binaen onun ile alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvanî ve güzellik vaktine mahsus muvakkat bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddi bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır.
Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddi hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehasinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi mukteza-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.
Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasib olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki; kadınının diyanetine bakıp taklid eder, refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki; kocasının diyanetine bakıp “ebedî arkadaşımı kaybetmiyeyim” diye takvaya girer.
Veyl o erkeğe ki; saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer. Ne bedbahttır o kadın ki; müttaki kocasını taklid etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.
Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki; birbirinin fıskını ve sefahetini taklid ediyorlar. Birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar!..
Üçüncü Hikmet: Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar.
Çünki açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından dahi iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimi muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyleki:
İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünki mahremlerin simaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünki mahremin siması mahremiyetten haber verir ve namahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayriyle müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!..
Dördüncü Hikmet: Malumdur ki; kesret-i nesil herkesce matlubdur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kesret-i tenasüle taraftar olmasın. Hatta Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş: تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمُ اْلاُمَمَ "İzdivaç ediniz; çoğalınız. Ben kıyamette, sizin kesretinizle iftihar edeceğim." (*)
Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip, çok azaltıyor. Çünki en serseri ve asrî bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır. Belki de fuhuşa sülûk eder. Kadın öyle değil, o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünki kadının -aile hayatında müdür-ü dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evladına ve herşeyine muhafaza me’muru old
uğundan- en esaslı hasleti sadakattır, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakatı kırar; kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehavet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz. Başka kadınları da nikah edebilir. Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünki orada düello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar.
Hem memalik-i baride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi barid ve camiddirler. Bu Asya, yani Âlem-i İslâm kıt’ası, ona nisbeten memalik-i harredir. Malumdur ki; muhitin, insanın ahlâkı üzerinde te’siri vardır. O barid memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık saçıklık, belki çok su-i istimalata ve israfata medar olmaz. Fakat seri-üt teessür ve hassas olan memalik-i harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık saçıklık, elbette çok su-i istimalata ve israfata ve neslin za’fiyetine ve sukut-u kuvvete sebebdir.
Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlub ise fuhşiyata da meyleder. Şehirliler; köylülere, bedevilere bakıp tesettürü kaldıramaz.
Çünki köylerde, bedevilerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden masume işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesat-ı nefsaniyeyi tehyice medar olamadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefasidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez.» (Lem'alar sh: 195-199)
(*) (el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:269, no: 3366; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1021.)
«Elhasıl; nasılki kadınlar kahramanlıkta, ihlasta, şefkat itibariyle erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de; o masum hanımlar dahi, sefahette hiç bir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle namahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmağa kendilerini mecbur bilirler.» (Lem'alar sh: 202)
Hem «Kur’an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, haya perdesini takmasını emreder. Ta hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta’ hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimi hürmet ve muhabbeti izale edip ailevi hayatı zehirlemiştir.
Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.» (Sözler sh: 410)
Aile hayatında kavvam olan -yani aileyi her hususta iyi idare etmekle görevli- erkek, ailesini günah ve kötülüklerden korumada gayet hassas ve gayretli olmalıdır. Günün umumileşen moda ve fantaziyeleriyle yabancılara görünme pek çok ailelerde adeta bir şeref sayılıyor. Bu hale karşı vicdanen rahatsız olmayan bir erkeğin vasfı rivayetlerde “deyyus” tabiriyle tavsif edilir. (Bak: Ahmed İbn-i Hanbel, 2/69, 128)
Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurulur: «Allah lanet etsin, kadınlardan erkek kılığına, erkeklerden kadın kıyafetine girene.» (R.E. 347) Keza kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına Peygamber (A.S.M.) lanet etmiştir. (Ebu Davud, Libas:28 ve Ahmed İbn-i Hanbel 2/225)
İSLÂM CEMİYETİNDE KADINLARIN AÇILMASININ NETİCELERİ
Kadında haya hissiyle korunan namus mefhumu, bir cihette şöyle ifade edilebilir:
Kadın vücudunda erkeklerin hissiyatına hoş gelen bütün uzuv ve cesedinin şer’î ölçüde ve haya hissinin neticesi olarak örtünmesiyle, erkeklerin kadına karşı olan hissî alâkasının uyandırılmamasıdır.
Binaenaleyh, kadının bil’ihtiyar şer’î ölçüde örtmediği uzvu ile erkeğin hissî alâkasını çektiği nisbette, namus mefhumu da o nisbette kadında gerilemiş olur ki, bunun ileri derecesine Kur’an lisanında teberrüc denir. (Ahzab Suresi 33:33) Osmanlıcada tekeşşüf ve tebezzül gibi kelimeler de aynı manayı ifade eder.
Bu hal devam ettikçe alışkanlık neticesinde haya hissini kaybederek, kadınlarda açılma umumi bir âdet halini alır ve cemiyette de milli ahlâk zedelenir. Milli ahlâkın bozulduğu bir cemiyette her türlü kötülük yayılır. Git gide anarşizme inkılab eder.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu, hadisin rivayetlerinden anlaşılıyor.
Evet nasıl ki tarihlerde eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silahşör kadınlardan mürekkeb bir taife-i askeriye olarak hârika harbler yaptıkları naklediliyor.
Aynen öyle de: Bu zamanda zendeka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin planiyle, şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi, yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikah yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak, çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.
Bir kaç sene namahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur. Hatta bu halin neticesi olarak, o âhirzamanda, bazı yerlerde nikaha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahipsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadisin rivayetinden anlaşılıyor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)
«Rivayette var ki, “fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ (*) vird-i ümmet olmuş.
Allahu a’lem bissavab, bunun bir te’vili şudur ki: O fitneler nefisleri kendine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikab ederler. Meselâ: Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest erkekler dahi nefsine mağlub olup, o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları, birer cazibedarlık ile, pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.» (Şualar 584)
(*) Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.
Bir şeyin alâmetlerini, eserlerini gideren ve ibranîce mübarek mânâsında olan Mesih kelimesi, müsbet mânâda Hazret-i İsâ’ya (a.s.) «Mesih İsâ» denir. (bk. Kur’ân: Al-i İmran Suresi 3:45) Menfî mânâda ise, İslâm deccalı olan Süfyan’a denir
«Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselama “Mesih” namı verildiği gibi her iki deccala dahi “Mesih” namı verilmiş ve bütün rivayetlerde مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَالِ مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَالِ denilmiş. Bunun hikmeti ve te’vili nedir?
Elcevap: Allahu a’lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat‑ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat‑ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder.
Ve İslâm Deccalı olan “Süfyan” dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz.» (Şualar sh: 593)
Resul-i Ekrem (A.S.M.) «Nakl-i sahih-i kat’i ile ferman etmiş ki:
اِذَا مَشَوُا المُطَيْطَاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَا
;لرُّومِ رَدَّ اللّهُ بَأْسَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلَى خِيَارِهِمْ
deyip “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belanız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahilî olacak, şerirleriniz başa geçip, hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar!” haber vermiş. Otuz sene sonra, haber verdiği gibi çıkmış.» (Mektubat sh: 107) (Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262)
Ayet ve hadisler, umum zamanlara bakan ders ve ikazları verirler.
Bu rivayette dikkat çekilen, kadın – erkek ihtilâtı yani beraberce aynı mahallerde arayı ayırmadan bulunmanın fecî neticeleri gösterilmiş oluyor. Asrımızda ise, bu durum en dehşetli şekliyle tahrik olunmuş ve milleti istila etmesine kapılar açılmıştır.
Müslüman ailelerin bu afetten uzak durma gayretinde olmaları zarurîdir.
Evet, bilhassa âhirzaman fitnesinde kadınların cemiyete çıkıp, erkekler arasında karışık bulunmalarının mahzurlarını anlatan Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde veciz bir ifadeyle şöyle der:
«Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri
yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli (Haşiye)
اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ { اِذًا ترَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَاتِ
Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları
Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı âilede. Temizlik ziynetleri.
Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn‑ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı
Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâmlık depretir damarları.
Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.
Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. (Haşiye-2)
Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları.» (Sözler sh: 727)
(Haşiye-1) Tesettür Risalesinin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkûmiyetine sebep gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcup eylemiş.(Haşiye-2) Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyâne bir nazarla bakmak, ruhun hissiyât-ı ulviyesini söndürür.(Bediüzzaman)
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:
Resulullah (A.S.M.): “Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne, bir imtihan vesilesi bırakmadım.” (S.M. ci:8 sh:227 hadis:97 ve 98,99. hadisler de aynı manada olup, İ.M. 36.kitab-ül fiten 19.babı da kadın fitnesi hakkındadır.)
«Nitekim “Kadınlar şeytanın ağlarıdır” denilmiştir. Şeytanlar (ifsad cereyanları) başka tarik ile aldatamadıklarını, en ziyade kadınla aldatır.” (K.H. 2802) » (Elmalılı Tefsiri sh: 1471)
Kur’ân ve hadîs lisanında “şeytan” kelimesinden, makamına göre, münafıkâne ifsad eden insî şeytan ve münafıklar dahi kasdedilir.
Ezcümle bir tefsirde (Kur’ân, Bakara suresi 14.) âyetinde geçen “şeyatînihim” ifadesi açıklanırken deniliyor ki:
«Bu âyette insan şeytanları olduğunda müfessirînin ihtilafı görülmüyor.» (Elmalılı Tefsiri sh: 238) Yani müfessirler ittifak etmişlerdir.
Bir başka rivayette de şu ifadeler var:
«Hazret-i Peygamber (A.S.M.) Ebuzer'e (R.A.): ‘İns ve cin şeytanlarından taavvüz ettin mi? (Allah’a sığınmak duasını okudun mu?) buyurmuştu. Ebuzer: İnsin de şeytanları var mıdır? dedim.
– Evet onlar cin şeytanları
ndan daha şerlidir.» (Elmalılı Tefsiri sh: 2029) buyurdu.
Bediüzzaman Hazretleri böyle şerirlere atfen Yahudî kız ve kadınlarının sefahet-i beşeriyede ve bilhassa âhirzaman fitnesinde oynadıkları rolü kanun-u küllîsiyle ifade eden şu âyeti nazara verir:
« يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَ كُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَ كُمْ (Bakara Sûresi, 2:49.) Benî İsrail’in oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hadise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihânede oynadıkları rolü ifade eder.» (Sözler sh: 402)
Bir hadis mealinde de şöyle buyuruluyor:
«İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki: Onların endişeleri mideleri olacak, şerefleri de meta-ı dünya olacak ve kıbleleri de kadınları olacak ve dinleri de dirhem ve dinarları (paraları) olacak. Bunlar mahlukatın en şerlileridir ve Allah katında onların hiç nasibleri yoktur.» (Keşf-ül Hafa hadis: 3270) (Ramuz-ül Ehadîs sh: 504)
Âhirzaman fitnesinde bozulan insanların garib hallerini haber verip ikaz eden bir rivayet de şöyledir:
«Sizden sonra öyle insanlar gelecek ki,
- türlü ve zevkli yemekler yiyecek,
- renkli ve rahat binitlere binecek,
- rengârenk ve güzel kadınlarla evlenecek,
- kat kat ve nefis kumaşlar giyecektir.
Onların bir mideleri var ki az ile doymaz, onların bir istekleri var ki çoğa da kanaat etmez. dünyaya bağlanmışlar, Akşam-sabah düşündükleri ve taptıkları dünyalıktır. Onu, Allahü Teâla’nın dışında ilâh ve Rablerinden başka rab kabul ederler. Bütün çabaları dünya içindir.
Yalnız hevâ ve heveslerinin peşinde koşarlar. Abdullah’ın oğlu Muhammed’in kat’î sözü şudur ki; sizin veya onların peşinden, sizden sonra veya onlardan da sonra gelenlerden o güne yetişenler,
- bunlara selâm vermesin,
- hastalarını ziyaret etmesin,
- cenazelerine gitmesin ve
- büyüklerine hürmet göstermesinler.
Zira bunları yapanlar, İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olurlar.» (Taberâni Ebû Ümame'den rivayet etmiştir.) (İhya-i Ulum-üd Din ci:3,. sh:516)
Âhirzaman fitnesine karşı teyakkuz ve ibret için dikkat çekici olan böyle rivayetler, bozuk cemiyetlerde aşılanan sefih hayattan uzak durmayı ders verir.
Tesettür gibi kat’î ahkâm-ı Kur’âniyeyi tebliğ ve müdafaa etmeyi suç sayanlara karşı, mahkemelerde hem ilmî hem de susturucu cevaplar veren Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu cevapları milletin ikaz ve irşadı için neşretmiştir.
Adliyece yapılan bu tarz bir suçlama ve cevabı misal olarak aynen alıyoruz ki, günümüz müslümanlarına örnek olsun.
«Hem suçlarından diye: “Tekke ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, Lâtin harflerinin huruf-u Kur’âniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kamet okunması, mekteplerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve teaddüd‑ü zevcatın kaldırılması gibi inkılâp hareketlerini bid’at, dalâlet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur” diye yazmışlar.
Ey insafsız hey’et! Eğer her asırda üç yüz elli milyonun kudsî ve semâvî rehberi ve bütün saadetlerinin programı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tesettür ve irsiyet ve teaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeâir‑i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur’âniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini ve umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkünse ve mürûr-u zamanı ve müteaddit mahkemelerin beraatlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem veçhini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet‑i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu ş
eylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adâlet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz. Said Nursi» (Şualar sh:431)
1952 senesinde İstanbul’da açılan Gençlik Rehberi Mahkemesinin ehl-i vukuf raporunda kadınların örtünmeleri ve açık saçıklığın önlenmesi için Hazret-i Üstadın verdiği nasihatı suç saymalarına karşın yazılan itiraznamenin bir kısmında aynen şöyle deniliyor:
«Şimdi bütün münevverlerin ve çok ediplerin ve terbiyecilerin vatan ve milletperverlerin şikâyet ettikleri ahlâksızlığın ve fuhuş tehlikesinden muhafaza için gençlere iyi ahlâk, yüksek namus, iman ve fazilet dersi veren, vatana millete bir uzv‑u nâfi hâline gelmelerini temin eden, adalet ve âsâyiş lehinde en birinci kuvvet olarak memleket ve milletin saadetine hizmet eden Gençlik Rehberi adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muhtereminin mahkûmiyetine sebep olmak için diyorlar:
“Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına, İslâmiyete karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte, kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah saymakta, Bediüzzaman halihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mâni olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir.
Ve yine Bediüzzaman’a göre, kadını güzelleştiren şey ve kadının hakikî ve daimî güzelliği içtimaî hayatta yer alan süslenmek, vücutlarını teşhir etmek olmayıp, terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı Kur’âniye ziynetidir.
Bediüzzaman dinî tedrisat taraftarıdır. Risale-i Nur adı verdiği dinî tedrisat sayesinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacaklarını—ki, Denizli ve Afyon hapishaneleri, adliyenin, gardiyan ve müdürlerin şehadetiyle sabittir—söylemektedir. Bediüzzaman, câzibedar bir fitneye esir olan gençlerin din hakikatleriyle ve Nurun imanî dersleriyle kurtulacaklarına kanidir.”
İşte “Bu fikirleriyle suçludur, kanunen mahkûm edilmesi lâzımdır” diyorlar. İşte bunlar güya ehl-i vukuf namında memleket gençliğine adalet ve hak ve hürriyet derslerini verecek profesörler veya hukuk doçentleridir!
İşte, ey adalet-i hakikiyenin mümessilleri sıfatıyla hukuk-u umumiyeyi ve haysiyet-i milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi’nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri, ehl-i vukuf raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul ediliyorsa, bu müellifi bu büyük hizmetinden dolayı mes’ul tutuluyorsa, eğer öyleyse, o zaman yukarıda arz ettiğimiz bu millete, bin yıllık tarihine, an’anesine idarî ve örfî kanunlarına, bu milletin ebedî medâr-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslâmiyet hakikatlerine, kudsî Kur’ân derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemâl-i şâşaa ile dünyaya ilân eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, mâneviyatına savrulan tahkir ve tezyifleri, indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları kabul etmeniz lâzımdır.
Bu büyük, mânevî cinayetleri hoş görüp kabul etmekle, ismî ehl-i vukufların, suç isnad ettikleri Gençlik Rehberi suç sayılabilir. Ve ancak o cihetle müellifi mahkûm ve Rehberi neşreden talebeleri muahaze olunabilir. Yoksa, adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla asla kabil-i telif değildir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 136-137)
Bu gibi gayr-ı hukukî ve din vicdan hürriyetlerine açık muhalefetle dine ve ehl-i dine yapılan hücumlar senelerden beri Türkiye’ye göz diken gizli bir cereyanın varlığına, iğfalat ve ifsadatına delalet eder. Günümüzde de insaniyet, medeniyet ve hukukî kaidelere muhalefetle tesettüre karşı yapılan baskılar aynı cereyanın tahrikleridir.
Fakat asil ve şerefli müslüman milletimiz, bu baskılara karşı müsbet hareket yoluyla mukaddesatını korumada metaneti ve sebatı daha çok kuvvet kazanmış ve kazanıyor, mücahidlikte terakki ediyor.
«Hicab; yani tesettür âyetleri, üç defada, üç mertebeyi natık olmak üzere nazil olmuştur.
- Birincisi: (33:59) âyet-i kerimesiyle yüzlerini örtmekle mükellef oldular.
- İkincisi: (33:53) âyet-i kerimesi muktezasınca irha-ı hicab (yani: perdeyi indirmek ve perde arkasında kalmak) ile emrolundu ki, harem ile selâmlığı ayırmak, yani evde kadınlarla erkeklerin yerlerini ayırmak demektir.
- Üçüncüsü: (24:31 ve 33:33) âyet-i kerimeleri mucibince, şer’î bir zaruret olmadıkça kadınların hanelerinden çıkmaları nehyolundu ki, bazı ümmehat-ı mü’minîn, vücudlarının karaltısını bile göstermekten sakınırlardı.» (S.B.M. ci:1, sh:140, 120. hadisin izahından)
Mezkûr (33:53) âyetinin tefsirinde şöyle deniliyor:
«Bu âyetten sonra harem farz kılınmıştır ki; o zamana kadar Arab’da âdet değildi. (Harem usûlü) hem erkeklerin hem kadınların kalbleri için daha ziyade temizliktir. Yani şeytanî hatıralardan, vesveselerden uzaklaşılır, iffet ve ismet hisleri daha ziyade yükselir; edeb, nezahet, takva, ihtiram artar.» (Elmalılı Tefsiri 3921)
Kur’an (Ahzab Suresi 33:59) âyetinde geçen «“cilbab”, baştan aşağı örten çarşaf, ferace, car gibi dı
ş kisvesinin adıdır. …Çarşaf ve peçe…» demektir. (Elmalılı Tefsiri 3927)
Müfessir ve imamlar, âyette geçen cilbabı, ekseriyetle böyle beyan ederler. Bu cilbabda süslü biçimler ve güzel görünmek için süslemelerin şeriatça yapılmaması gerekiyor.
Malum olduğu üzere bütün şekiller ve renkler göz için; göz dahi şekiller ve renkleri görüp idrak etmek ve alâka duymak içindir. Eğer görme olmazsa, şekiller ve renkler, insan için gayb âleminden sayılırdı.
Bu hakikata binaen kadın, vücudunu örttüğü cilbabında tezeyyüne müteallik şekiller ve renkler bulunması, kendisine bakanların hissî dikkatlerini ve alâkalarını çekmeye vesile olduğundan şeriatça bunlar caiz görülmemiştir.
Ezcümle: Muhammed Ali Es-Sabûnî’nin Revai-ül Beyan Tefsir-ü âyât-il ahkâm minel Kur’an tefsirinin 2. ci. 373, 388. sayfalarında tesettüre ait mes’eleleri beyan ederken (şer’î hicabın şartları) bahsinde burada özetle aldığımız şu şartları sayar:
- «Evvelen: Örtünün bütün vücudun her tarafını örtmesi…
- Saniyen: Hicabın şeffaf olmaması ve vücud hatlarını belli etmemesi…
- Salisen: Hicabın kendisinde zinet için şekiller ve renkler olmaması…
- Rabian: Bol olması, vücud yapısını belli etmemesi…
- Hamisen: Koku sürünmüş olmaması…
- Sadisen: Erkek kisvesi şeklinde olmaması…»
Bir rivayette de şöyle buyurulur:
«“Cilbabları ile örtünsünler” emri nazil olunca, Ensar kadınları baştan aşağı cilbablarına bürünmüş olarak çıktılar.» (Tac Tercemesi, ci:3 hadis:564)
Yukarıda ifade edildiği gibi cilbab, kadının giydiği elbisenin dışından yukarıdan aşağıya sarkıtılarak örtündüğü ve bütün vücudu kaplayan örtü ve kisvedir ki, mahremlerine karşı değil, namahremlere karşı yeis devresine kadar örtünmeye mecburdur. Yeis devresinden sonra ise, tavsiye edilmiştir. (Kur’an 24:60)
Fakat fitne veya fitne ihtimali varsa yeis halinden yani, çocuktan kesilme devresinden sonra da cilbabı örtünmek lâzımdır. Fitnesiz İslâm cemiyetinde, me’yusiyet devresine giren kadının cilbabını örtünmesi mezkûr âyette tavsiye derecesine indirilmesinden de anlaşılıyor ki me’yusiyet öncesinde cilbabın örtülmesi tavsiye derecesinin üstündedir. Yani farzdır.
Ehl-i tefsirin, tesettürün keyfiyeti hususunda muhtelif akvalleri yani sözleri ve hükümleri vardır:
İbn-i Cerir-i Taberi, İbn-i Sirin’den şöyle dediğini rivayet etmiştir. İbn-i Sirin demiştir ki:
«Ubeyd-es Selmanî’den cilbablarını üzerlerine örtsünler mealindeki âyet hakkında sordum. Hicabın şeklini şöyle tarif etti: “Üzerindeki milhafeyi (car ve çarşaf dedikleri kaftanı) kaldırıp, onunla -baştan aşağıya kadar- bütün vücudunu örttü. Ve çarşafla bütün başını, ta kaşlarına kadar kapattı ve yüzünü de örttü. Yalnız yüzünün sol tarafındaki yerden sol gözünü tek açık bıraktı.» (Taberi Tefsiri, Hazin, Cemel)
Yine İbn-i Cerir, Ebu Hayyan, Hz. İbn-i Abbas (R.A.) dan şöyle dediğini rivayet ediyorlar:
«Kadın cilbabını cebin denilen yüz cebhesinin her iki tarafına kadar getirip kapatır. Bağlıyarak ondan sonra örtüsünü burnu üzerine atar. Her ne kadar iki gözü açık kalsa dahi. Fakat boynunu, göğsünü ve yüzünün büyük çoğunluğunu (yani, gözleri açık kalabileceğinden dolayı yüzünün hepsini denmeyip ekserisini demiş) örter.» (Bahr-ül Muhit cilt:7, sh: 250)
«Yüz avret değildir, açık kalabilir diyen âlimler, şu şartla demişler: Eğer fitneyi (şehveti) uyandıracak boya vesaire gibi, yüzün zinet maksadıyla kullanılan bir şey mevcud değilse ve fitneden de emniyeti varsa (meselâ pir-i fani olmuş bir kadın gibi), işte bu halette yüzünü açabilir. Yoksa fitne ihtimali olduğu takdirde bil’ittifak kadın yüzünü açık bırakması haramdır.» (Bak: Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkıhı sh: 260)
«İslâm cemiyetlerinde gayr-ı müslim kadınlar her ne kadar tesettür-ü şer’î ile mükellef değillerse de fakat hayat-ı içtimaiyeyi ifsad edecek hareketlerde bulunmaktan men’ edilirler… Hayat-ı içtimaiyeyi fitne ve fücurdan muhafaza etmek için İslâmiyetin âdab-ı içtimaiyesi, müslim, gayr-ı müslim herkese tatbik edilir ve bu vazife devlet tarafından icra olunur.» (Taberi Tefsiri, Ahzab/33. âyetinin tefsirinden telhisen)
«İhticab ve mesturiyetin “yani, perdelenme ve örtünmenin” nev’i ikidir. Biri: Hane içinde ihticabdır ki, kadın kısmı evi içinde zevcinin ve mahremlerinin gayriye muhalit (yani beraber ve birarada) olmamak ve görünmemektir. Diğeri: Hane dışında ihticabdır ki, kimseye görünmemek üzere yüzünü ve baştan aşağıya kadar bütün endamını (vücudunu) ve hatta libasını (yani evde giydiği elbisesini) örtmek ve gizlemektir. Bunun zıddına tekeşşüf (a
çılma) ve bunun da ifratına tebezzül (yani, ayak altına düşmüş ve herkesin oyuncağı olmuş derecede kıymetsiz ve mübtezel olmak) tabir olunur.
Kadınlar tekeşşüften ve tebezzülden ve ricalin (erkeklerin) iştihalı gözlerine, dar örtülerle arz-ı endam etmekten memnu’durlar. Yüzlerini ve ellerini hatta ayaklarını, namazda açık bulundurabilirler. Velâkin zaruret olmadıkça mahrem olmıyana bunları (yani yüzlerini, ellerini ve ayaklarını) dahi gösteremezler. Sokakta yüz açmak ve libasın (yani evde giydiği elbisenin) kolunu veya eteğini örtüden (yani cilbabdan ve çarşaftan) çıkarmak, şeriatın emrine muhaliftir. İhticab (tam örtünmek) emr-i Kur’anîdir. Onda (örtünmede) tehavünün (yani, örtünmede lâkaydlık ile hassasiyet göstermemenin) vebali büyüktür. Yüz namahrem değildir tabiri, salât (namaz) hakkında olmaktan gayride galattır. (Yani: Yüz, namaz dışında örtülmelidir.)
Sure-i Celile-i Ahzab ile inen hicab (örtünme) âyetinde: Açık-saçıklık, nehiy (haram) ve kadınlar erkekle ihtilattan (karışık bulunmaktan) men’ olunarak örtü altında siyanet kılındılar (yani, muhafaza altına alındılar). Zinetlerinden madud olan libasları (yani, süs eşyası kabul edilen evde giydikleri elbiseleri) dahi erkeklerden örtünmeye mecbur olarak (yani kadınlara emredilerek) bürgü ve çarşaf içinde bulundular ve yüzlerine peçe çekip yalnız gözlerini açık bulundurdular.» (Nimet-ül İslâm III. Kısım 71)
Cemiyette fitne veya fitne emareleri görüldüğü zaman, şeriat ruhsatı değil, azimeti esas alır. Meselâ Ömer Nasuhi Efendi, Büyük İslâm İlmihali’nde, kadınların tesettürü hakkında:
«Hürre olanların yüzleri ile ellerinden başka bütün bedenleri avrettir. Yüzleri ile elleri ise, ne namazda, ne de bir fitne korkusu bulunmadıkça, namaz dışında avret değildir» der. (Büyük İslâm İlmihali sh: 99)
Yani, fitne ihtimali ya da fitne varsa, yüz ve elin açılması yasaklanır. İşte Nimet-ül İslâm’dan alınan bir önceki parçada, bu şer’î kaidenin tatbikini gösterip yüz ve elleri de örtmeyi kaydediyor. Büyük İslâm İlmihali’nden alınan parçada ise, “fitne ihtimali” kaydını koymakla, bu mevzuda ikisi de “örtme” hükmünde birleşiyorlar.
Zamanımızda ise, “fitne ihtimali”nin en dehşetli derecede bulunduğu apaçık meydandadır.
«Hasbel’icab taşraya çıkan kadında çarşaf olmayınca süfeha güruhu onları açık görüp tamaa düştükleri gibi şüpheli ve iffetini ihlal eden kadınlardan oldukları zannıyla arkalarına düşerek rahatsız edeceklerine binaen Cenab-ı Hak, kadınların çarşafa bürünüp mesture olmalarını emretmiş ve hikmeti de bürgülü olan kadının kim olduğu bilinmemekle suizandan ve süfehanın takibinden kurtulmaları olduğunu beyan etmiştir.
Hülasa, hatunların bürgü bürünmeleri vacib olduğu ve bürgülü olunca ecanibin o kadının kim olduğunu bilemediklerinden dolayı, taarruzdan vareste olup ezadan kurtuldukları ve hatunların mesture olmalarıyla fitne kapılarının kapanacağı, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.» (Hülasat-ül Beyan, ci:11, sh:4467-4470, Konyalı Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, İstanbul)
Yukarıdan buraya kadar beyan olunduğu üzere şer’î tesettürün hususiyetlerini taşıyan herhangi bir dış örtüsünü üzerine örtünmek Kur’ânın emrini yerine getirmeye kâfîdir.
Yani şer’î tesettür, çarşaf, ferace, ve câr denilen örtülere münhasır olmayıp, baştan aşağıya doğru sarkıtılarak bol, vücud hatlarını belli etmeyecek şekilde, bütün vücudu örten ve çeşitli renk ve süslemelerle câzip hali bulunmayan her hangi bir örtü “cilbab” vasfını taşır.
Bu vasfa uygun olarak malûm çarşaf, ümmetçe tasvib edilmiş ve uzun seneler pek çok bölgelerde yaygın olarak kullanılmış ve şeair vasfını kazanmıştır.
Şeair vasfı sebebiyle de ifsad cereyanları daha çok tesettüre düşman olup her vesileyle menfi propağandalarla tesettüre hücum ederler. Fırsat buldukça da bilfiil tecavüzler yaparlar ve yaptırırlar. Böyle vahşiyane tecavüzler karşısında müslümanlar bu şer'î tesettüre ve tesettürlülere daha çok sahip çıkıyorlar ve çıkmalıdırlar.
Taife-i nisa’nın tesettüre riayet etmeyip açılmaları, Kur’an (A’raf Suresi 7:27, 28) âyetlerinin beyanıyla, cahiliye âdetlerine bir irticadır.
Kur’an (A’raf Suresi 7:26) âyetiyle avret yerlerinin örtünmesini beyan ettiği gibi, hadislerde de bu mevzuda hayli rivayet mevcuttur. Ezcümle, «Behz bin Hâkim’in dedesi Muaviye bin Hayda (R.A.) dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
—Ya Resulallah! Avretlerimizin neresini örteriz? (Örtmemiz gerekir?) diye sordum. Efendimiz (bana):
—Sen avretini (helalın olan) karından veya cariyenden başka herkesten sakla! buyurdu. Ben:
—Ya Resulallah! Eğer kavm kendi aralarında (karışık ve bir yerde) olsalar, (avretle ilgili hüküm nedir?) bana bundan haber ver, dedim. Efendimiz (bana):
—Avretini hiç kimseye göstermemeye gücün yeterse, sakın avretini kat’iyyen gösterme!” buyurdu. (Ben):
—Ya Resulallah! Eğer birimiz (tek başına) boş bir yerde olursa hüküm nedir? diye sordum. Buyurdu ki:
—İnsanlara nazaran Allah’tan haya etmek daha vacibdir.» (İbn-i Mace, 9. Kitab-ün Nikah, 28. bab, 1920. hadis meali)
«Ebu Said-i Hudri (Radıyallahü Anhü) den rivayet edildiğine göre: Resulullah (Sallallahü Aleyhi Vesellem) şöyle buyurdu demiştir:
Kadın, kadın avretine bakmasın. Erkek de, erkek avretine bakmasın.» (İbn-i Mace Kitab-üt Tahare, 137. bab, 661. hadis meali)
«Ebu Said-i Hudri (R.A.) şöyle demiştir:
—Resulullah (A.S.M.) buyurdu ki: “Erkek erkeğin avret yerine, kadın da diğer kadının avret yerine bakmasın. Erkek erkeğe bir tek yatak içinde sürtünmesin” buyuruluyor.» (Sahih-i Müslim Kitab-ül Hayz, 74. hadis meali ve Sahih-i Buhari 8. Kitab 8, 10, 12. babları da avret ile alâkalıdır.)
Dinimizin tesettür gibi kat’i emirleri, resmiyet ve gayr-ı resmiyet veya zaman ve şartlara göre değişmez. Binaenaleyh büyük ekseriyeti müslüman olan bir cemiyette devlet, dine sarahatla aykırı düşen haram bir kıyafet şeklini, kanunî mecburiyet olarak getiremez. Çünkü halk ekseriyetine dayanan Cumhuriyetin mahiyetine aykırı düştüğü gibi, aynı zamanda vatandaşı devlet emri ile Allah’ın emri arasında sıkıştırmış olur ki, bu durum din ve vicdan hürriyetlerinin açıkça ihlalidir. Kanunlar ise, hakiki hürriyet rejiminin esaslarına aykırı olamaz.
Bu umumi ve mütearef hakikat için ki; Bediüzzaman, hayatı boyunca din ve vicdan hürriyetlerine aykırı olarak yapılan şiddetli baskılara karşı kahramanca bir azim, sebat ve cesaretle İslâmî hayattan, Şeriat ve Sünnet-i Seniyeden hiç bir şekilde taviz vermemiştir. Nitekim bir eserinde kaydedildiği üzere:
«İslâmî kıyafeti kat’iyyen ve asla tebeddül etmeyen ve kıyafetine ilişmek istiyen ve sonra kendi kendini öldürmekle tokadını yiyen Nevzat isminde Ankara valisine: “Bu sarık bu başla beraber çıkar.” demiştir.» (Emirdağ Lâhikası II. 19)
İşte insanlık tarihinde altın levha olarak kaydedilecek olan hak yolundaki böyle azamî fedakârlık, metanet ve cesareti, nesl-i atînin de bir ibret levhası olarak görmesinde büyük bir maslahat bulunması cihetiyle ve bir istisna olmak üzere Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatında bu İslâmî kıyafeti ile bazı resimleri konulmuştur. Bu kıyafetiyle İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde bulunmuş ve idam planları ile verildiği mahkemelerde de sarığını çıkarması yolundaki ihtarlara rağmen sarığını da çıkarmamıştır.
Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde “avret” denir. Öğle ve öğle uykusu zamanına da keza aynı isim verilmiştir. (Çünki o anlarda uyku ve sair sebebler dolayısıyla insan açık saçık bulunabilir. İzinsiz, haber vermeden, kimse başkasının yanına bu vakitlerde girmemesi İslâm âdabından ve Kur’an emirlerindendir.) Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım. Fitne ve içtimaî ahlâksızlıkların olmadığı İslâm cemiyetinde olmak şartıyla, kadınlarda avret şöyle tarif ediliyor:
«Hürre olanların yüzleriyle ellerinden başka bütün bedenleri avrettir. Yüzleriyle elleri ise ne namazda, ne de bir fitne korkusu bulunmadıkça namaz dışında avret değildir. Ayaklarında ise ihtilaf vardır. Esahh görülen kavle nazaran, ayakları da avret değildir. Bunlar ile yolda yürümek ihtiyacı vardır. Bu cihetle bunları örtmek bahusus fakireler hakkında müşkildir. Diğer bir kavle nazaran hürrenin namazı, ayağının dörtte biri nisbetinde açık bulunmasıyla bozulur. Diğer bir kavle göre de, ayakları namaza nazaran avret mahalli sayılmazsa da, namaz haricinde avret mahalli sayılır. Bu ihtilaftan kurtulmak için, ayaklarını örtmeleri evladır. Sahih olan kavle göre hür kadınların kolları da, kulakları ile salıverilmiş saçları da avrettir.» (Büyük İslâm İlmihali 99)
«Erkeğin erkeğe karşı olduğu gibi, kadının kadına karşı avreti de göbekten dize kadardır. Maadasına nazarı caizdir.» (Elmalılı Tefsiri 3508)
«(Kadınlar yürürken) zinetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar mealindeki (24:31) âyetine istinaden Hanefi üleması kadının sesi de avrettir, (*) başkasına hususi duyurması caiz değildir demişlerdir. Şafiîler ve bazı ülema ise, bir fitne olmaması halinde avret olmadığına hükmetmişlerdir.» (Ruh-ul Beyan Li-l Alusî, ci: 18, sh: 146)
Asırlardır İslâm toprakları olan bu memlekette dine aykırı hayat tarzı bazan kainatın hiddetini celp edip arasıra yeri sallayacağını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri manen sorulan sual ve cevapta der ki:
«Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm, mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb ederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?
Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki, Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne
şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.» (Sözler sh: 171)
Avret, Kur’anda (Nur Suresi 24:31, 58) ve (Ahzab Suresi 33:13) âyetlerinde geçer. (T.T. ci:1 sh:142’de avret mahallerini örtme bahsi vardır.)
Bir rivayette de şöyle buyurulur: «Lut Kavminin her âdeti kayboldu, üçü müstesna: Kılıcını sürümek, tırnakları boyamak ve avreti açık gezmek (kısa pantolon giyinmek)» (Ramuz-ül Ehadîs 341)
Haram nazar; namahreme bakmak. Kendisiyle evlenmesi haram olanlardan başka olan kız ve kadınlara bakmayı dinimiz erkekler için haram kılmıştır. Minhac-ı Talibîn kitabının 361. sahifesinde zikredildiği gibi Şafiî Mezhebinin bazı imamları, Kur’an (Nur Suresi 24:31) âyetinde de temas edildiği gibi, kadınların da yabancı erkeklere bakmalarını men’ ederler.
Ezcümle Ömer Nasuhi Efendi, Büyük İlmihalinde şöyle diyor:
«Kadınların birbirine veya kendi kocaları olmayan erkeklere bakmaları da erkeklerin birbirine bakmaları gibidir. Binaenaleyh bir İslâm kadını, diğer bir kadının veya bir erkeğin göbeği altından diz kapakları altına kadar olan kısmına bakamaz…
Erkek ile zevcesi arasında her veçhile bir hususiyet mevcud olduğundan biri diğerinin bütün vücuduna bakabilir. Şehvetle olup olmaması müsavidir. Şu kadar var ki, tenasül uzuvlarına bakmamaları evladır, edebe muvafıktır.
Bir tabib, tedavisinde bulunduğu bir kadının marazlı olan herhangi mahrem bir uzvuna zaruret miktarı bakabilir. Şu kadar var ki, tedavisini bir kadına tarif ederek havale etmesi daha muvafıktır. Çünkü cinsin cinse bakması daha hafiftir.» (Büyük İslâm İlmihali sh: 417)
Bu hususla alâkalı Risale-i Nur Külliyatında geçen bir bahis vardır. Onu makam münasebetiyle aynen alıyoruz.
«SUAL: Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey Ondan gizlenemeyen Allâmü’l-Guyûba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mucib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü’l-Guyûba karşı tesettür olamaz.
Elcevap: Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl‑i ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de, mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet‑i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır.
Saniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında, bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, hilâf-ı edep denilmez. Belki, edeb-i tıp öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabip, recüliyet ünvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz, ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o cihette ona göstermek hayâsızlıktır. Öyle de, Sâni‑i Zülcelâlin çok esmâsı var; herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ, Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtın bulunmasını iktiza ettikleri gibi, Cemîl ismi de çirkinliği görmek istemez. Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi esmâ-i cemâliye ve kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melâike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edepleriyle göstermek isterler. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve nümuneleridir.» (Lem’alar sh: 54)
Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: « (Nur Suresi 24:30) قُل لِّلْمُؤْمِنِينَ Mü’minlere yani mü’min erkeklere söyle يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ gözlerini indirsinler; gerek hariçte, gerek dahilde ve gerek başkalarının evlerine girerken, çıkarken, otururken, kalkarken gözlerini dikmesinler; harama bakmaktan, ayıb şey görmekten sakınsınlar.
Sofiyyeden Şiblî (kuddise sırruhu) ya, يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ ne demektir diye sormuşlar. Demiş ki: Baş gözlerini muharremattan, kalb gözlerini masivaullahtan çeksinler.» (Elmalılı Tefsiri sh: 3502)
Mezkûr âyette bakılması yasaklanan şeylerin neler olduğu beyan edilmediğinden, bakıldığında nefse hoş gelen her nevi muharremat ve nefsaniyeti tahrik edebilen şeyler yasaklanm
ış oluyor. Sinema, televizyon, gazete ve mecmualarda görülen açık-saçık suretler, resim ve heykeller gibi şeyler, bu âyetin yasakladığı sahaya girer.
Hatta İmam-ı Şafiî Hazretleri ve bazı âlimler, bu âyete istinaden şabb-ı emredle yani henüz yüzünde tüyü çıkmamış gençle tenhada kalmak gibi bazı hususlara dahi cevaz vermemişlerdir. Ancak alış-veriş, tedavi ve ilim öğretme gibi şer’î ihtiyaçlarda, ihtiyaç miktarı kadar müsaade etmişlerdir. Şabb-ı emred hakkındaki mezkûr hükmü, Kitab-ul Fıkıh Alâ Mezahib-il Erbaa Tercemesi ci:1. sh:169’da daha tafsilatlı beyan eder ve bakılması yasaklanan yerlere, hailsiz dokunulmasını da yasaklar.
Ebu Davud da şunları kaydeder: «Müslim 3. kitabın 17. babında rivayet edilen:
“Erkek erkeğin avret yerine, kadın da diğer kadının avret yerine bakmasın. Erkek erkeğe bir tek elbise içinde sürtünmesin. Kadın da diğer kadına bir tek elbise içinde sürtünmesin” mealindeki hadise istinaden “Şafiîler: Bir kimsenin avret mahalline (bakılması caiz olmayan yerine) vücudunun hangi organı ile olursa olsun dokunmasının haram olduğuna delalet etmektedir, bunda ülemanın ittifakı vardır” derler.» (Ebu Davud Tercemesi, 2150. hadisin izahından)
Bir rivayette mealen şöyle buyuruluyor: «Kadına karşı olan kıskançlık (nefsanî yönden), aynı şekilde çocuklara da duyulmadıkça kıyamet kopmaz.» (Ramuz-ül Ehadîs 5942. hadis. Mütercim: Naim Erdoğan)
Hanefî Mezhebinde mu’teber âlimlerden İbn-i Abidin ise şu izahatı veriyor: «Kadının ve şabb-ı emredin yüzlerine bakmakla şehvetin uyanma şüphesi varsa, o zaman bakmak haramdır. Amma tüysüz gençle tenhada kalmakta ve şehvetsiz ona bakmakta bir beis yoktur. Buna binaen, tüysüz bir genç örtünmekle mükellef değildir.
Kadının sadece yüzüne ve ellerine zaruretten dolayı bakılabilinir. Eğer şehvet hissi kendisinde uyanmasından korkarsa veya şüphelenirse o zaman yüzüne ve ellerine bakamaz. Yüze bakmanın helal olması adem-i şehvetle mukayyeddir. Şehvet uyanırsa velev uyanması şüpheli de olsa, bakmak haramdır. Bu selef-i salihîn devrinde böyledir. Bizim zamanımızda ise katiyetle kadının yüzüne ve ellerine şehvet uyansın uyanmasın bakmak haramdır. Çünki şehvet ve fitne uyanması bu asırda (müellifin asrı ve bilhassa asrımızda) umumi bir belva haline gelmiştir. Kur’an’ın sarih ifadesiyle, kadın katiyyetle bütün vücudunu çarşafıyla örtmekle mükelleftir.» (İbn-i Abidin cild:1-5)
Daha bunun gibi pek çok büyük İslâm âlimleri sedd-i zerai tabir edilen -yani şer’an yasak olan bir şeye vesile olan mübah fiillerin de yasak edilmesi- ihtiyatî tedbirleri ve fitne zamanlarında ruhsat yolunun daraltılması kaidesini de nazara alarak hayli tafsilat verirler.
ÇOCUKLARIN AVRETİ NASIL OLMALI ?
Çocuklarda haya hissinin gelişmesi için gereken terbiyeyi vermek, çocuk terbiyesinde önemli yer tutar. Haya hissi; nasihatten çok, İslâmî adaba uygun yaşayış ile gelişir.
Başta adaba uygun giyinmek, konuşmalarda ciddiyet ve gayr-i ahlâkî hareketlere karşı gösterilen hassasiyet gibi hususlara dikkat gerekmektedir. Büluğ öncesi çocukların küçük yaşta oluşları düşüncesiyle kız çocuklarının başını örtmemek ve kısa giydirmek; erkek çocuklara da moda namı altında dar veya kısa pantolon gibi giyimler, haya hissinin gelişmesine manidir.
Peygamberimiz (A.S.M.) bir hadisi şeriflerinde mealen buyuruyorlar ki:
«Çocuğun avretine riayet edin ve onu örtün. Zira onun avreti de büyüğün avreti gibidir. Allah, avretini açana rahmet nazarı ile bakmaz.» (Ramüz-ül Ehadis sh: 321)
Mezkûr hükümler müvacehesinde, şabb-ı emred ile, bu yaş devresini geçirmiş büyük bir kimse arasındaki münasebetlerde ciddiyetin muhafaza edilmesi, el şakaları ve güreş gibi laübali hareketlerden uzak durulması ve küçüklere örnek olacak vakarlılık gösterilmesi, bilhassa gençlere ders verenler için daha çok gereklidir. Bu dersler verilirken İslâmî ders âdabına uygun oturma şeklinde, yani ders alan ders verenin önünde oturup dersin kudsiyetine uygun hürmet ve ciddiyet içinde bulunurlar. Hem bu dersler umumi mahalde ve hep beraber olup, şabb-ı emred devresinde olan gençlerin ünsiyetine ve dolayısiyle gayr-ı ciddiliğe kapı açan, hususi mahallere alıştırılmaması elzemdir. Cemaat namazında dahi çocukların arka safta durmaları sünnettir. (Bak: Büyük İslâm İlmihali sh:136)
Çocuklara ders verirken vakarlı davranmayı ve lisan-ı hal ile ciddiyet dersini vermeyi emreden hadisler de vardır. Bazı âlimler, şabb-ı emredle muanakanın da memnuiyetine kaildirler. Hz. Enes’den (R.A.) Deylemî’nin naklettiği hadis, fitne zamanlarında daha çok nazara alınmalıdır.
Muharremetından olmayan kadın ile erkeğin musafaha etmesi, dinimizce yasaktır.
«İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel, Nesei, İbn-i Mace ve Tirmizi sahih diyerek Ümeyye bint-i Rukayya Radıyallahü Anha’dan şöyle rivayet etmişlerdir: Müşarünileyha demiştir ki; ben Resulullah&rsquo
;a biat edelim diye vardığımda… Ya Resulullah! Bizi musafaha etmez misin? dedik. Ben kadınlarla musafaha etmem, ancak yüz kadına sözüm bir kadına sözüm gibidir buyurdu.
Bazı rivayetlerde Resulullah kadınlara biatı zamanında mübarek eline bir sevb koyardı, bazılarında bir bardağa su koyup mübarek elini daldırır, sonra da kadınlar ellerini daldırırdı diye varid olmuştur. Meşhur ve mutemed olan budur ki, kadınlarla musafaha etmemiştir.» (Elmalılı Tefsiri sh: 4916)
«Buhari 23. Mü’minûn Suresi’nin 19. âyetini zikretmiştir ki, meali şöyledir: Allah hem hain gözlerin (tecessüslerini) hem de (fâsid) gönüllerin gizlediği temayülleri bilir…
İbni Ebî Hatem’in, Abdullah bin Abbas vasıtasıyla rivayetine göre; âyetteki hain gözlerin tecessüs ve fasid gönüllerin temayülü şöyle tasvir buyurulmuştur: Hain gözlü o kimsedir ki; o, bir cemaatla bir yerde otururken yanından güzel bir kadın geçerse, yahut girdiği bir evde güzel bir kadın görürse, yanındakilerden hırsızlayarak kadına sinsi sinsi bakar. Yanındakiler kendisine bakınca hemen gözünü ayırır. Fakat Allah bilir ki, o hain gözlü kimse, kadının daire-i mahremiyetine girmeğe gücü yetse muhakkak girmek ve zina etmek ister.
Bundan sonra Buhari’nin arka arkaya iki hadisi vardır ki, bunlardan birisi: Veda Haccında Resul-i Ekrem Medine’den hareket ettiğinde terkisine amcası Abbas’ın oğlu Fazl’ı almıştı. Yolda güzel bir kadın bir mes’ele sormak üzere yaklaştığında, Fazl kadına bakmağa başladı. Kadın da son derece güzel olan Fazl’a bakıyordu. Bu manzarayı görünce Hazret-i Peygamber Fazl’ın çenesinden tutup öbür tarafa çevirdi.
Öbürüsü de: Resul-i Ekrem bir kere ashabı yol üzerinde oturmaktan men etmişti. Fakat bilahare bunun iktisadî hayat için lüzum ve zarureti arz olununca; Resul-i Ekrem gelip geçen kadınlara bakılmaması, kimseye eza olunmaması gibi şartlarla müsaade buyurdu.» (Sahih-i Buhari Muhtasarı ci:12 sh:187)
Ebu Davud 12. Kitab-ün nikah 42. babı, kasdî olmayan ilk bakış müstesna, kadınlara bakmanın haramiyeti hakkındadır.
Bir hadis-i kudsîde mealen şöyle buyuruluyor:
«Namahreme bakmak, İblis’in oklarından bir oktur ki, her kim benden korkarak onu bırakırsa, (harama bakmazsa) o haramın zevkine bedel ona bir iman veririm ki, o imanın celadet ve halavetini kalbinde duyar.» (İlahî Hadisler (H.Hüsnü Erdem, D.İ.Bşk. Yayınları) ve K.H. hadis:2864)
Bediüzzaman Hazretleri, nazar-ı haram ve tesettür-ü nisvan meseleleri üzerinde ehemmiyetle durmuştur. Ehemmiyetine binaen tekrar alıyoruz. Bunlardan bir kaç cüz’î örnekler:
«Kur’an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, haya perdesini takmasını emreder. Ta hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler; âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta’ hükmüne geçmesinler.
Medeniyet ise kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimi hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.» (Sözler sh: 410)
«Bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi, dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?” Ben de dedim: Mümkün oldukça namahreme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (R.A.) dediği gibi: Haram nazar, nisyan verir.
Evet ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i istimalat( ile israfa girer. Haftada bir kaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hafızasına zaaf gelir.
Evet bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su’-i nazardan su’-i istimalat, umumi bir unutkanlık hastalığını netice vermeğe başlıyor. Herkes cüz’î, küllî o şekvadadır. İşte bu umumi hastalığın tezayüdiyle, hadis-i şerifin verdiği müdhiş bir haberin te’vili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’an’a bu su-i nazarla bazılarda sed çekilecek; o hadisin te’vilini gösterecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 133)
Bediüzzaman Hazretleri, nazar-ı haramdan ictinab etmekteki hassasiyetini şöyle anlatır:
«Tarih-i hayatımı bilenlere malumdur. Ellibeş sene evvel, ben yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum Vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları
vardı. Üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki, bileyim. Hatta bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden farketti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek bana sordular: “Neden bakmıyorsun?” Derdim: “İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor.”
Hem kırk sene evvel İstanbul’da, Kağıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprü’den ta Kağıthane’ye kadar, Haliç’in iki tarafında, binler açık-saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Taha ve mebus Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik. O kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Taha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip, dediler: “Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın!” Dedim: “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 519)
Açık-saçıklık âdet olmuş büyük şehirler ve çarşı-pazarlar, nazar-ı harama en çok tahrik edici yerlerdir. İki hadis-i şerif mealinde şöyle buyuruluyor:
«Gücün yeterse sen çarşıya girenlerin ilki ve çarşıdan çıkanların sonuncusu olma. (Yani: Mümkün olduğu kadar çarşılarda az bulun) Çünkü, çarşı şeytanın harb yeridir. (Günahların çok olduğu yerdir.) Şeytan sancağını çarşıda diker. (Yani hâkimiyetini icra eder.)» (Sahih-i Müslim cilt: 7 sh:363 hadis: 2451)
«Beldelerin Allah’a en sevimli olan yerleri, mescidlerdir (ilim ve ibadet yerleridir). Beldelerin, Allah’a en sevimsiz ve buğz ettiği yerler de çarşı-pazarlarıdır.» (Ramüz-ül Ehadis sh: 16)
«İmam-ı Rabbani demiş ki “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, sevabı olmaz demektir; yoksa, namaz battal olur değil. Çünki selef-i salihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalırsa, halvethanesinde bulunması lâzımdır.» (Kastamonu Lâhikası 247)
Diğer bir rivayette de: âhirzamanda (bid’atlar ve hevanın yaygınlaştığı zamanda) köy ehlinin ve saliha ihtiyarelerin hayatı tavsiye ediliyor. (Ramuz-ül Ehadîs: 61)
Bir âyette şöyle buyurulur:
«(Nûr Sûresi 24:31) وَلَايُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ “Ve zinetlerini izhar etmesinler.”
Kadının zineti denince örfte tac, küpe, gerdanlık, bilezik ve emsali gibi şeyler tebadür eder.
(Sure-i A’rafta 7:31) يَابَنِي ءَادَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ âyetinde zinet, elbise demek olduğu da geçmiştir. O halde bu zinetleri açmak bile menhî olunca bunların mahalli olan bedeni açmak evleviyyetle nehyedilmiş olur. Yani bedenlerini açmak şöyle dursun, üzerlerindeki zinetleri bile açmasınlar.» (Elmalılı Tefsiri 3503)
«Kızlar ve kadınlar baştan aşağıya kadar örtündükten başka, yürürken de edeb-i vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sun’î veya hılkî zinetleri bilinsin diye bacak oynatıp, ayak çalmasınlar. Çapkın yürüyüşle nazar-ı dikkati celbetmesinler.» (Elmalılı Tefsiri 3508)
«Tesettür etmeyip de bütün güzellik ve süspüsleriyle kendini yabancı gözlere vaz’ ve teşhir eden bir kadın, tabiidir ki istiklal ve hürriyetini ve vakar ve izzetini muhafaza edemez.» (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)
«İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde, üst tabakayı teşkil eden rical kısmı lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca ilmiyenin, “İlmiye” maddesinde yazılı, resmi günlere mahsus kıyafetleri de vardı.» (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)
Müslümanların kıyafetlerinden birisi de sarık sarmaktır. Gelen hadîsde sarığın şeair ciheti daha çok nazara verilmiştir. Hadîste mealen buyuruluyor ki:
«Camilere sarıklı olarak gitmek, müslümanların simasından (alâmetinden) dir.» (Ramüz-ül Ehadis sh: 5)
ZORLA KIYAFET TATBİKATLARI VE KAHRAMANCA DAVRANIŞ ÖRNEKLERİ
Kıyafet meselesinde çok çeşitli zulümlere maruz kalan fakat İslâmî kıyafetini hiç değiştirmeyen eşsiz kahraman Bediüzzaman Hazretleri, tek parti devrinde herkese ibret olacak şu beyanlarda bulunmuştur. Bu müdafaalar müslümanların üzerine gelen ve her türlü İslâmî kıyafete karşı çıkan aynı anlayış sahiplerine de yapılmalıdır ve öyle davranılmalıdır.
«Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.”
Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense, azîmet-i şer’iye ve takvâ cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama “inat ediyor, bize muhaliftir” denilmez. Haydi, inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilâyetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, madem tasdikinizle yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve mânen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faydasız kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu.
Son sözüm, حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَى وَ نِعْمَ النّصِيرُ » (Emirdağ-l sh: 12)
KANUNLARI KİM KIRIYOR?
Kıyafet konusunda bir husus da, “Kanun var, kanun böyle diyor. Biz kanunu uyguluyoruz” gibi gerekçelerdir. Yakın tarihimize baktığımızda da aynı anlayış ve aynı kafa yapısının hiç değişmediğini görüyoruz.
Çağımıza damgasını vuran Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1950 yıllarından sonra Emirdağ’ında ikamet ettiği vakit kendi kıyafetine yapılan müdahele ve dayatma karşısıda, bu meselede rol oynayan gizli komitelere dikkat çeker. Tarihin tekerrürüne bakın ki, günümüzde de bu baskılar Ramazan-ı Şeriflerde zirveye çıkartılıyor.
Bediüzzaman Hazretleri çok hakikatları muhtevi mektubunda diyor ki:
«Gizli düşmanlarımız bu Ramazan-ı Şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.
Birisi, bütün bütün kanun hilâfına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silâhlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun” diye zorla beni karakola getirdiler. Ben de, adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:
Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip, kanun namına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakikî kanunsuzlukla itham edilmek lâzım gelirken, onların o acip kanunsuzluğu ve bahanesiyle iki seneden beri vicdanî azap verdiklerinden, elbette mahkeme-i kübrâ-yı haşirde bunun cezasını çekeceklerdir.
Evet, otuz beş senedir münzevî olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı, “Sen frenk serpuşunu giymiyorsun” diye itham etmeye dünyada hangi kanun müsaade eder?
Yirmi sekiz senedenberi beş vilâyet ve beş mahkeme ve beş vilâyetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz “Bere yasak değil” diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından—ki resmî bir libastır—bereyi giyenler de mes’ul olmazlar denildiği halde, hususan münzevî ve in
sanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerifin içinde böyle hilâf‑ı kanun en çirkin birşeyle ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebî papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.
Meselâ, ona teklif eden demiş: “Ben emir kuluyum.” Cebr-i keyfî kanun ile emir olur mu ki, emir kuluyum desin?
Evet, Kur’ân-ı Hakîmde, Yahudi ve Nasranîlere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi, يَا اَيُّهَا الّذِينَ آمَنُوا اَطِيعُوا اللّهَ وَاَطِيعُوا الرّسُولَ وَاُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ (Nisâ Sûresi, 4:59) âyeti ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatın emir kuluyum diye hareket edebilir.
Halbuki bu meselede, an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, gariplere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’ân ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde, hususan münzevî, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebî papazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâmın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır.
Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevî, Sünnet-i Seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyen şek ve şüphe bırakmadı ki, komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir suikast eseri olduğu gibi, İslâmiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi büyük bir suikasttır. Dindar mebuslar dikkat etsinler, bu dehşetli suikaste karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.
HAŞİYE:
Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen;
İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen
ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan;
ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen;
ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen;
ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki,
“Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen; yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek…
Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd‑i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir?
İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyorum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’ân-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi sekiz senelik zâlim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim. Onun içindir ki, âsâyişi mâsumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: “Ben, değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.” Said Nursi» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 166)
İşte bu davranış ve cevap, kıyafetimiz konusunda bir baskıya veya zorlamaya muhatab olduğumuz zaman nasıl davranmamız gerekir sualine, yaşanmış ve netice alınmış en büyük örnektir.
Müslüman milletimizin millî ahlâkını bozarak Türkiye’yi ele geçirmek isteyen emperyalist ifsat komitesi, bu emellerine ulaşmak için her vasıtayı kullanırlar.
Bu ifsad komitesiyle çalışan tiyatrocuların çirkin bir hadisesine, İlâhî tokat olarak gelen zelzeleyi, Bediüzzaman Hazretleri ibret nazarına şöylece arzeder:
&la
quo;Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zat yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırıl çıplak olarak âlâyişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o câzibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz, kemâl-i hiddet ve gayz ile onların hayasız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.”
Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat… …ekser vilâyetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur, onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hadiseye baktım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 262)
Netice olarak, tesettürde en ehemmiyetli bir husus şudur ki:
Müslüman erkek ve kadınların kıyafet ve tesettürde kusurları olsa da düşünceleri, tam şer’î tesettürü tasvib etmeli ve Avrupaî hayat alışkanlıkları ile tam riayet edemedikleri şer’î kıyafet ve tesettürü hafife alır tarzda bir anlayış olmamalı ve azimet ve takvaya uygun yaşamayı ve böyle yaşayanları sevmelidirler. Kendi noksanlarına karşı da istiğfar edip noksanlarını zamanla tekmil etme gayreti içinde olmalıdırlar. Bu husus asgari bir hudud olarak mü’minler için şarttır.
KAYNAK KİTAPLAR VE KISALTMA İŞARETLERİ
Büyük İslâm İlmihali, Ömer Nasuhi Bilmen, 544 sh. 1986 İstanbul
Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, Mütercim: Hasan Ege, 1971 Ankara
Emirdağ Lâhikası-ll, Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1992 İstanbul
Gençlik Rehberi Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1994 İstanbul
Hülasat-ül Beyan, Konyalı Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat İstanbul
İhya-i Ulum-üd Din Tercemesi, Bedir Yayınevi 1974 İstanbul
İlâhî Hadîsler, H.Hüsnü Erdem, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Kastamonu Lâhikası Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1990 İstanbul
Kitab-ül fıkhı alâ Mezahib-ül Erbaa, Çağrı Yayınları, 1987 İstanbul
Lem’alar Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1992 İstanbul
Mektubat Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1993 İstanbul
Nimet-ül İslâm, Mehmed Zihni Efendi, 1957 İstanbul
Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi 1946-1955
Osmanlıca Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursi, 879 sh.
Sahih-i Müslim Tercemesi, Mehmed Sofuoğlu, İrfan Yayınları 1967 İstanbul
Sözler Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1993 İstanbul
Sünen-i Ebu Davud, Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları, 1987 İstanbul
Şualar Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1994 İstanbul
Tarihçe-i Hayatı, Bediüzzaman Said Nursi, Envâr Neşriyat, 1994 İstanbul
(E.T.) Elmalılı Tefsiri (Hak Dini Kur’an Dili), Hamdi Yazır, ll Baskı, 1960-1962 İstanbul
(İ.M.) İbn-i Mace Tercemesi, Kahraman Yayınları, 1982-1983 İstanbul
(K.H.) Keşf-ül Hafa, Matbaat-ül Fünün, Halep (2 Cilt)
(R.E.) Ramuz-ül Ehadîs Abdülaziz Bekkine, Milsan, 1982, 2 Cilt İstanbul
(R.K.K.) Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdülkadir Badıllı, Envâr Neşriyat, 1994 İstanbul
(S.B.M.) Sahih-i Buhari Muhtasarı Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları ll. Baskı, 12 Cilt
(T.T.)Tac Tercemesi, Bekir Sadak, Sinem Matbaası, 1968-1975 İstanbul