Tebliğ ve Aleni Neşriyat Esası


Risale-i Nur Mesleğinde

TEBLİĞ VE NEŞİR

VAZİFESİ ESASI

(Vazife-i İlâhiyeye karışmamak düsturuna da bakı­nız.)

RİSALE-İ NUR ESERLERİNİN NEŞİR VE İNTİŞARININ EHEMMİYETİ VE BU HİZMET İÇİN YAPILAN TEŞVİKLER

RİSALE-İ NUR’UN TELİFİ VE NEŞRİ

NEŞRİYATA YARDIM YOLUYLA TEBLİĞ HİZMETİNE İŞTİRAK ETMEK

NEŞİR VE İNTİŞAR, YANİ MUHTAÇLARA ULAŞTIRILMASI HİZMETİNİN EHEMMİYETİ

MAİŞET ZORLUKLARI İÇİNDE DE, NEŞİR HİZMETİNİ BIRAKMAMAK

NEŞRİYATIN RESMÎLEŞMESİ

TEBLİĞDE TAVİZSİZ A’ZAMÎ METANET

RİSALE-İ NUR’U AÇIK ŞEKİLDE NAZARA VERMENİN EHEMMİYETİ

HZ. ÜSTAD MATBUAT VE BROŞÜRLE YAPILAN NEŞRİYAT HAKKINDA DA ŞÖYLE DER:

Peygamberimizin (a.s.m.) tebliğdeki ciddiyeti ve ta­vizsiz me­taneti:

1- «ON ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem tebliğ ettiği ahkâ­mın sağ­lamlığına öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylü­yor ve davet ediyor ki, dünya toplansa, onu bir hük­münden geri çevirip pişman edemez. Buna şahit, bütün tarih-i hayatı ve Siyer-i Seniyesidir.

ON DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem öyle bir itmi’nân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve her­kes­ten evvel ken­disi amel edip kabul ederek, ge­tirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâ­tına adem-i tenezzülüdür.» (Mektubat sh: 194)

2- «Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka da­vette o de­rece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabi­lesi ve am­cası ona şiddetli adâvet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir kor­kaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına ge­çirmesi ispat eder ki, tebliğ ve da­vette dahi misli olmamış ve olamaz.» (Şualar sh:129)

3- «Hem, öyle bir metanetle insanları dine dâ­vet ve öyle bir cür’etle risaletini tebliğ etmiş ki kavmi ve amcası ve dünyanın büyük devletleri ve eski dinlerin etba’ları ona muarız ve düşman oldukları halde, zerre kadar korkma­yarak, çekinmeyerek umumuna meydan okuması ve başa da çıkarması emsalsiz bir hâlettir.» (Şualar sh: 622)

Bütün müslümanların kendilerine örnek edinme­leri mânâsını ifade eden “mukteda-i küll” vasfiyle tav­sif edilen Peygamberimizin tavizsiz tebliğindeki gay­reti:

4- «Üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber‑i ek­mel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ (*) olan ferman-ı İlâhîyi kendine reh­ber-i mutlak ederek, insanların çe­kilmesiyle ve din­lememe­siyle daha ziyade sa’y ve gayret ve cid­diyetle tebliğ et­miş.

Çünkü اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ (**) sırrıyla anla­mış ki, insan­lara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazi­fesidir Cenâb-ı Hakkın vazife­sine karış­mazdı.» (Lem’alar sh: 131) (*) Nur Sûresi, 24:54. (**) Kasas Sûresi, 28:56.

Tebliğ bir vazifedir:

5- «Risale-i Nur’un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğ­dir kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 259)

Tebliğin muhtaçlara yapılması;:

6- «Açık yazmadım ki, muhtaç olanlar işaret ile de maksad ve meramı hissetsin. Muhtaç olmayanlar ise za­ten meşgul ol­mazlar ki, ihtiyaç hissetsinler. Demek meş­gul olanlar, ihti­yacı hissetmişler­dir.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 77, Tercüme A. Badıllı)

7- «Risale-i Nur, müşterileri aramaz müşteri­ler onu ara­malı, yalvarmalı.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 223)

8- «Hem müşterileri aramak değil, belki müş­teriler ha­kikî ihtiyacını hissedip ve yarasının te­davisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu..» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 257)

9- «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bil­mi­yorlar. “Vazifemiz hiz­mettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasın­lar, bul­sunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyor­lar. Hakikî ih­lâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih edi­yorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)

10- «Sual: “Madem Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve nu­ruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve ir­şad etmeye, Kur’ân’ın himmetine güveniyorsun hem bil­fiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bu­lunan bu mü­tecavizleri çağırıp irşad et­miyorsun?”

Elcevap: Usul-ü şeriatin kaide-i mühim­mesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ

Yani, “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.”

İşte, ben çendan Kur’ân-ı Hakîmin kuvvetine isti­na­den dâvâ ediyorum ki, çok alçak olmamak ve yı­lan gibi dalâlet zehrini serpmekle telezzüz et­memek şartıyla, en mütemerrid bir din­sizi, birkaç saat zarfında ikna etmez­sem de, ilzam etmeye hazı­rım. Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya sa­tar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçala­rına müba­dele eder derecede münafıklığa girmiş insan sure­tindeki yı­lanlara hakaiki söylemek, hakaike karşı bir hür­metsizliktir.

كَتَعْلِيقِ الدُّرَرِ فِى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ

(*) darbımeseli gibi oluyor. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatleri zendeka dalâ­letle­rine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehir­den lezzet alıyorlar.» (Mektubat sh: 362) (*) Öküzün boynuna inci takmak gibi. –Hazırlayanlar–

.RİSALE-İ NUR ESERLERİNİN NEŞİR; VE İNTİŞARININ EHEMMİYETİ VE BU HİZMET İÇİN YAPILAN TEŞVİKLER

11- «Risale-i Nur’un telifi ve neşri

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri öyle müşkül ve ağır vazi­yetler altında Risale-i Nur Külliyatını telif edi­yor ki, tarihte hiçbir ilim adamının karşılaşmadığı zor­luklara mâruz kalıyor. Fakat, sönmeyen bir azim, irade ve hiz­met aşkına malik olduğu için, yılma­dan, yıpranmadan, usanıp bıkmadan, bütün kuvve­tini sarf ederek emsalsiz bir sabır ve tahammül ve fera­gat-ı nefis ile, bu millet ve memleketi komünizm ej­derinden, mason âfâtından, din­sizlikten mu­ha­faza edecek, eden ve etmekte olan ve âlem-i İslâmı ve beşeriyeti tenvir ve irşadda bü­yük bir rehber olan bu harikulâde Risale-i Nur eserlerini mey­dana getiriyor.

Yüz otuz parça olan Risale-i Nur Külliyatının te­lifi, yirmi üç senede hitama eriyor. Nur Risaleleri, şid­detli ih­tiyaç zama­nında telif edildiğinden, her ya­zılan risale, ga­yet şifalı bir tiryak ve ilâç hükmünü taşı­yor ve öyle de te­sir edip pek çok kimselerin mânevî hastalıkla­rını tedavi ediyor. Risale-i Nur’u okuyan herbir kimse, güya o risale kendisi için yazılmış gibi bir hâlet-i ruhiye içinde kalarak, büyük bir iştiyak ve şid­detli bir ihtiyaç hissederek mütalâa ediyor. Nihayet öyle eserler vücuda geliyor ki, bu asır ve gelecek asırla­rın bütün in­sanlarının imanî, İslâmî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaç­larına tam cevap verecek ve kâfi gelecek Kur’ânî haki­katler ihsan ediliyor…

..Yazılan risaleleri, etraf köylerden ve ka­zalardan gelenler, büyük bir merak ve iştiyakla alıp gidiyorlar ve el yazı­sıyla neşrediyorlardı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 161)

NEŞRİYATA YARDIM YOLUYLA TEBLİĞ HİZMETİNE İŞTİRAK ET­MEK

12- «Risale-i Nur’a intisap eden zâtın en ehemmi­yetli vazifesi, onu yazmak ve yazdır­maktır ve intişarına yardım etmektir. Onu ya­zan veya yazdıran, “Risale-i Nur talebesi” ün­vanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört sa­atte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha zi­yade ha­yırlı du­alarımda ve mânevî kazançlarımda hisse­dar olmakla beraber, be­nim gibi dua eden kıymettar bin­ler kardeşlerin ve Risale-i Nur ta­lebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.

Hem, dört vecihle dört nevi ibadet-i makbule hük­münde bulu­nan kitabetinde, hem imanını kuvvet­lendir­mek, hem başkalarının imanlarını tehlikeden kurtar­ma­sına çalışmak, hem hadisin hük­müyle, bir saat te­fekkür bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imanîyi elde etmek ve ettirmek, hem hüsn-ü hattı olma­yan ve vaziyeti çok ağır bulunan Üstadına yardım et­mekle hasenatına iştirak etmek gibi çok faydaları elde edebilir. Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer belki her­bir sayfası bir okka şeker kadar beni memnun eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 24)

13- «Mübarek hanımların, kıymettar ve hâlis âhi­ret hemşire­lerimin, Risale-i Nur’un intişarına göster­dikleri fe­dakârlık, beni ve bizi kemâl-i sürurdan ağlat­tırdı.» (Kastamonu Lâhikası sh: 95)

Muhatab aramadan, en hâlis ve en geniş sahalara ula­şan neşriyatla yapı­lan tebliğ ve intişar hizmeti, en çok teşvik edilen bir vazifedir:

14- «Risale-i Nur’un el yazısıyla neşri senele­rinde, evlerin­den yedi-sekiz sene çıkmadan Risale-i Nur’u ya­zıp neş­redenler olmuştur. O za­manlar, Isparta havâli­sinde, erkek, ka­dın, genç ve ihti­yarlardan binlerce Nur talebesi, hattâ Nur dersha­nesi olan Sav Köyü bin kalemle, senelerce Nur Risalelerini yazıp çoğaltıyorlardı. Risale-i Nur, telifinden yirmi sene sonra, teksir makinesiyle neş­redilmiş ve otuz beş sene sonra da mat­baalarda basıl­maya başlanmıştır. İnşaallah, bir zaman gele­cek, Risale-i Nur Külliyatı altınla yazılacak ve radyo di­liyle muhtelif li­sanlarda okunacak ve zemin yüzünü ge­niş bir dershane-i Nuriyeye çevirecektir.

Risale-i Nur’un neşrinde, mübarek ha­nım­lar da ehemmiyetli fedakârlıklara mazhar olmuş­lardır. Hattâ, Hazret-i Üstada gelip, “Üstadım! Ben, efendimin göreceği dünyevî işleri de yapmaya çalışaca­ğım o senin­dir, Risale-i Nur’undur” diyen ve er­kekle­rin Risale-i Nur hizmetinde çalışmalarına daha fazla im­kânlar veren kahraman ha­nımlar gö­rülmüştür. Risale-i Nur’u yazan efendilerine ge­celeri lâmba tuta­rak, onların din, iman hizmetlerine canla başla iştirak etmişlerdir. Risale-i Nur’u, hanımlar, kız­lar el­leriyle yazmışlar, göz nurları dökmüş­ler, mübarek kâtibe­ler olarak imana hizmet etmişlerdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 163)

Risale-i Nurun neşir ve intişarını kader hadise­lerle de te’yid eder.

15- «Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, be­lâ­la­rın def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl be­lâyı def ediyor onun inti­şarı ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî belâ­ların def’ine çok emâreler ve çok hâdiselerle tebeyyün etmiş. Hattâ Kur’ân’ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelele­rin başlaması ve inti­şa­rıyla durmaları ve Anadolu’da ekser okunması İkinci Harb-i Umumînin Anadolu’ya girmemesine bir vesile ol­duğu Sûre-i Ve’l-Asr işaret et­tiği, bu iki ay kuraklık zama­nında mahkemenin Risale-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kara­rını Mahkeme-i Temyiz tas­dik ederek tam bir serbestiyetle Risale‑i Nur’un intişar ve okun­masını beklerken, bütün bü­tün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahip­lerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men et­me­leri cihetiyle, belâların def’ine vesile olan bu küllî sa­daka-i mâne­viye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık baş­ladı.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 33)

16- «Sizin bu defa neş’eli, güzel mektuplarınız, Risale‑i Nur’un serbestiyeti ve matbaa kapısıyla in­tişarı hakkında beni çok mesrur eyledi ve kah­raman Tahirî’nin yine bu ehemmiyetli işte çalışması için buraya gelmesi, beni şiddetle dün­yaya bakmaya sevk etti. Kalben dedim: Madem kardeşlerim bu de­rece istiyorlar, çaresini arayaca­ğız.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 82)

NEŞİR VE İNTİŞAR;, YANİ MUHTAÇLARA ULAŞTIRILMASI HİZME­TİNİN EHEMMİYETİ

17- « (*,**)

يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ بِدِمَاءِ الشُّهَدَاءِ

مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍ

Bu iki hadis-i şeriften alınan bir ilhamla, Risale‑i Nur’u yazmanın dünyevî ve uhrevî pek çok faydaların­dan, Risale-i Nur’da beyan edilen ve şakird­lerinin tecrübe­leriyle tasdik edilen yalnız birkaç tane­sini beyan ediyoruz.

BEŞ TÜRLÜ İBADET:

1. En mühim bir mücahede olan ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmektir.

2. Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım su­retiyle hiz­met etmektir.

3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet et­mek­tir.

4. Kalemle ilmi tahsil etmektir.

5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, te­fekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 190)

(*)Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6; el-Münâvî, Fey­zü’l-Kadîr, 6:466; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:561; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, no: 10026. (**)İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282.

18- «Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hiz­meti bilsin.» (Mektubat sh: 344)

19- «Talebeliğin hâssası şudur ki: Yazılan Sözlere kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif et­miş ve yaz­mış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olan­lara iblâğına ça­lışmaktır. Mâşaallah, hattın güzel­dir. Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Hüsrev gibi ciddî talebeler yazar onlardan bilâhare alır, yazarsınız ve onlarla teşrik-i mesai edersiniz. Altı sene­dir Isparta’da ciddî talebelerin çıkma­sına muntazır­dım, bekliyordum. El-minnetü lillâh, şimdi sizinle bera­ber birkaç tane çıkmaya baş­ladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır. Sözler namın­daki envâr-ı Kur’âniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekkü­riye nev’indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hiz­mettir. İman saâdet-i ebediyenin anahtarı­dır.» (Barla Lâhikası sh: 328)

20- «Sizin vazifeniz devam ediyor;. Ve inşaallah vazi­feniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle de­vam edecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 56)

Bu parçada geçen (şerh ve izah) vazifesi, Kastamonu Lâhikasının 56. sahi­fesinde verilen izahata göre, Risale-i Nur Külliyatından bir mevzu ile alâkalı par­çaları topla­makla yapılır, eski ve şahsî malumatla değil. (Bakınız: Sözler sh: 772)

MAİŞET ZORLUKLARI İÇİNDE DE, NEŞİR HİZMETİNİ BI­RAK­MA­MAK

21- «İhtikâr neticesinde, hayat ve yaşama hissi, hissi­yat-ı di­niyeye galebe çalıp, ekser nâs midesini, ma­işetini daima düşünü­yor. Hattâ ekser fukara kısmından olan Risale-i Nur talebeleri, bu musibete karşı çabala­mak mec­buriyetiyle hakiki ve en mühim vazifesi olan neşir hiz­metini bırakmaya mecbur oluyor.» (Kastamonu Lâhikası sh:» (Emirda€ Lâhikas›-l sh: 139)

198)

22- «Risale-i Nur’un bir talebesi, Risale-i Nur’a ça­lı­şamadı­ğının bir sebebi, derd-i maişetin ziyadeleş­mesi ol­duğunu söyledi.

Biz de ona dedik: Risale-i Nur’a çalışmadığın için derd-i ma­işet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her ta­lebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki, Risale-i Nur’a çalıştıkça, yaşamakta ko­laylık ve kalbde fe­rahlık ve ma­işette suhulet görüyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 135)

23- «Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim be­de­lime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Telif zamanı de­ğil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim ya­zımdan ne derece ziyade ve neşre faydalı ise, haya­tın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azaplı hayatımdan o de­rece faydalıdır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 139)

NEŞRİYATIN RESMÎLEŞMESİ

24- «Bu memleketin vatanperver siyasîleri ça­buk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neş­retmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur ol­masaydı bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâk­larda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sad­meler­den tam muhafaza edebilir miydi?» (Mektubat sh: 482)

TEBLİĞDE TAVİZSİZ A’ZAMÎ METANET

25- «Risale-i Nur, İslâmiyetin gayet keskin ve el­mas bir kılı­cıdır. Bu hakikatlara bir delil ise, Bediüzzaman’ın zâlim hüküm­darlara ve kumandan­lara, ölümü istihkar ederek, hakikatı per­vasızca tebliğ etmesi ve dünyayı sa­ran dinsizlik kuvvetine mu­kabil Hakaik-ı Kur’âniye ve imâniyeyi, kendini fedâ ederek, istib­dadın en koyu dev­rinde neşretmesi ve bu kudsî hakikata can­siperâne hizmet etmesidir.

Bir müdde-i umumî, iddianâmesinde: “Bediüzzaman, ihtiyar­ladıkça artan enerjisiyle dinî fa­ali­yete devam etmektedir.” Denizli mahkemesi, ehl‑i vu­kuf raporunda: “Evet, Said Nursî’de bir enerji vardır, fa­kat bu enerjisini tarikat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur’ân hakikatlarını beyan ve dine hiz­mete sarf ettiği ka­naatına varılmıştır” denilmektedir.» (Sözler sh: 759)

26- «Peygamber Efendimiz, şu (*)

اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ

yani, “Âlimler, peygamberlerin varisleridirler” hadis-i şe­rifleriyle, âlim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’câz­kâr belâğatleriyle beyan buyuru­yorlar.

Zira, madem ki bir âlim, peygamberlerin varisidir o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, ay­nen onların tutmuş olduk­ları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, ta­kip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sür­gün, tecrid, ze­hirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelme­yen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…

İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukad­des cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yü­rüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldı­rım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 8) (*)Buharî, İlim: 10; Ebû Dâvud, İlim: 1; İbn-i Mâce, Mukaddime: 17; Dârimî, Mukaddime: 32; Müsned, 5:196.

27- «Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dinî neş­ri­yatın yaptırılmadığı ve Kur’ân’ın hakikatlerini beyan ve tebliğ etmeye dinen muvazzaf olduk­ları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi deh­şetli ve tarihin görme­diği bir hen­gâmda, Kur’ân ve iman ve İslâmiyeti yıkmak plânları­nın tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mut­lakın ve din­sizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve iman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak gö­rülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devlet­lere, milletlere mu­kabil, değil yalnız bir yerdeki fira­vunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek ba­şıyla meydan okumuş ve oku­yor. Ve Kur’ân ha­kikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içeri­sinde neşredi­yor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi ga­lip etmek, mağ­lûp et­mek, muvaffak etmek ve Nurları kabul et­tirmek Cenab-ı Hakka aittir. Biz, vazife-i İlâhiyeye karışmayız” demiş ve ta­rihte misline rast­lan­mayan zulüm ve işkenceler içeri­sinde çok zâlimâne mu­ameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bek­letil­mek suretiyle Cuma nama­zına dahi gitmekten men edil­miş ve bütün bu tarihî fa­ciaları kapatmak ve kim­seye işit­tirmemek için de sıkı bir takyidat altına alın­mıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 693)

RİSALE-İ NUR’U AÇIK ŞEKİLDE NAZARA VERMENİN EHEMMİYETİ

Risale-i Nur’u nazara vermeden veya metinlerini aynen yazmadan yalnız Risale-i Nurdan anlaşılan mânâyı neşr ve telkin etmenin caiz olup olmadığını aşağıda derc edilen bahislerden anlamaya çalışacağız.

Çünkü çeşitli neşri­yat sahasında görülen bazı konuşma ve yazılardan dolayı bu ehemmiyetli meseleye dair bir tesbit ve araştırma ihtiyacı vardır.

Şer cereyanına karşı Risale-i Nur cereyanını izhar etmek gerektir.

Bu asırda Süfyaniyet cereyanı karşısında müceddidiyet ce­reyanını tanıtıp ona dehalet edilmesini sağlamak ve şahs-ı ma­nevî­nin teşekkülüne çalışmak el­zemdir. Risale-i Nur ve Nurculuk hareketi âlenî tanıtılıp nazara ve­rilmezse böyle bir şahs-ı manev­înin teşekkülüne yardım edilmemiş olur.

Hazret-i Üstad diyor ki:

28- «Ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat su­re­tindeki kuvvetli bir şahs-ı mânev­înin dehâsıyla hücumu zama­nında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan muka­ve­metin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafın­daki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i da­lâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettir­mek..» (Lem’alar sh: 151) şarttır.

29- «Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulme­tinden en mü­cerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazenele­riyle, neşrettiği nur oldu­ğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dâ­iresine yakın bu­lunanlar içine gir­mezse, tehlike ihtimali kavîdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 110)

Risale-i Nur ve cereyanı nazara verilip tanıtılmazsa avam taifesi Nur da­iresine nasıl girecek ve asrın tehlike­sinden nasıl kurtulacak?

30- Evet «Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli mara­zına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçlarının nâ­şiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metîn, sar­sılmaz, se­bat­kâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet edebi­lir. Öyleyse, herşeyden ev­vel onun dairesine girmeli, sada­katle, tam me­tanet ve ciddî ihlâs ve tam iti­madla ona ya­pışmak lâ­zım ki, o acip has­talığın tesirinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 115)

İhlâs ile dine hizmet etmek isteyen, şahsî ve ferdî hizmete bedel Nur hizmetine katılmalı.

31- «Risale-i Nur’un hizmetine iltihak etse, o iki elif gibi, on bir, belki yüz on bir kıymetinde ve kuvvetinde olacak ve karşı­daki ittifak etmiş dalâletlere karşı dayanacak. Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enani­yet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hük­meder ve dayana­bilir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)

32- «Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakı­nında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofî meşrep zatlar onun cereyanına girmek ve ilim ve ta­rikattan gelen eski ser­mayele­riyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirdle­rini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir ha­vuzu ka­zanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır aç­makla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyeye bilmeyerek zarar ve­rir, zendekaya bir nevi yardım olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)

İşte böyle gayet ehemmiyetli hikmetler içindir ki, imha plâ­nıyla verildik­leri Afyon ağır ceza mahkemesinde muhakeme edi­len kahraman Nurcular, res­men ve alenî olarak Risale-i Nuru ve Nur’un şakirdleri olduklarını haykı­rarak ilân etmişlerdir. Ezcümle, kahraman Zübeyr Gündüzalp ağabey mahkeme müdafa­asında Nurculuğunu şöyle ilân ediyor:

33- «Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuni­yetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr et­mek, Risale-i Nur’un bana ver­diği fazilet dersle­riyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuni­yetle ve ilân edercesine söyleyebi­lirim. İnkâr et­mek, Risale-i Nur’un bana verdiği fa­zilet dersle­riyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. » (Şualar sh: 544)

Bu müdafaaların tamamını görmek isteyenler, 14. Şuaın son kısmına ba­kabilirler ve o dehşetli şartlar içinde yapılan alenî ve resmî ilânatları ibretle gö­rürler.

Hatta Bediüzzaman Hazretleri böyle bozuk cemiyetlerde müstakîm bir ta­rikat cemaatına mensub, bilgisiz fakat sa­mimi bir şahıs, cemaata bağlı olmayan muhakkik bir alimden daha çok kendini muhafaza edebileceğini anlatırken diyor ki:

34- «Âdi bir samimî ehl-i tarikat, sûrî, zâhirî bir mütefennin­den daha ziyade ken­dini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâ­sık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zendekaya so­kulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir iti­kadla aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâ­yihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itima­dını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zende­kaya gire­mez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zın­dıkların desi­selerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleş­miş­tir.» (Mektubat sh: 445)

Demek oluyor ki; Risale-i Nur’u ve cereyanını ta­nıtmadan ve ismini söy­lemeden onu okuyup kişinin kendi anlayışı ve anla­tışı ile mânâsını söylemek veya neşretmek ve böylece ferdî hiz­meti tercih etmek isabetli olmaz. Kişi bir görünür, sonra söner kaybolur.

Risale-i Nur, sırr-ı ihlasdan gelen bir makbuliyet cihetiyle hüsn-ü te’sire liyakat ka­zandığından ta’lim ve irşa­dında ikram-ı İlahiyeye mazhariyet görülü­yor. Bilhassa bu asırda gayet ehemmiyetli olan bu hususiyeti nazara veren Hazret-i Üstad di­yor ki:

35- «Şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle muh­taçlara tesirli bir surette bildirme­nin bu dehşetli zamanda çâre-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat vere­cek, bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’ânî lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın ve her­kese kanaat-i kat’iye verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şe­rait dahilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve mâ­nevî birşeye âlet edilmediğini bil­mekle kat’î ka­naat gelebi­lir

…Hakikaten Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynı me­âlinde milyon­lar kitap o hakikatleri belîğane neşrettikleri halde ve binler hakikî âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde, Nurlar, mezkûr sırra bi­naen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler.

Evet, küfr-ü mutlaka karşı, bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, mey­dandadır. Demek Nurların kuvveti bu sırr-ı az­îmden ileri geliyor.

Ben de bütün ruh u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli mus­îbetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de de­rim ki: Müstehak idim senin bu şef­katli tokatlarına… Yoksa gayet meşrû, zararsız, herkesin lillâh için takip et­tikleri mübarek mesleğe girseydim, yani maddî ve mânevî hisleri3mi bü­tün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acip mânevî kuvveti kay­bedecektim. İşte bu kuvvetin bir acip nümunesi bazı zatların ki, ben onların ancak ednâ bir talebesi olabildiğim halde, onların hakaik-i imani­yeye dair bir kitabını bi­risi okumuş. Risale-i Nur’un da bir sayfasını okumuş. Risale-i Nur’un bir say­fasıyla daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 106)

Mezkûr ifadede nazara verilen ve meselemizle de çok alâkalı ve dikkat çekici şu nokta ki: Risale-i Nurun bah­settiği hakikatları pek çok âlimler beliğane anlattıkları halde te’sirde geridirler. Çünkü makbuliyet için bu za­manda maddî-manevî, dünyevî-uh­revî ve meşru hiçbir menfaatı takib etmemek halisiyeti ve yapıla­cak hiz­meti sa­dece em­redildiği için yapmakla o a’zamî ihlasın ka­zanılması ge­rekiyor. Halbuki bu fitne asrında, feragatı istenen meşru ve uhrevî menfaat­lerin terk edilmesi şöyle dursun, ihlası kıran şöhret ve teveccüh-ü am­meyi ka­zanma hissi ve te­mayül­leri, maddî menfaat elde etme hırsı, adavet, hased, ta­rafgirlik gibi hallerin istilası içinde mezkûr mânâda sırr-ı ihlasa mazhariyet ve hüsn-ü tesire liyakat ka­zanmak imkânı çok müşkül görü­lüyor. Şu halde Risale-i Nur’u gizleyerek kendi namına irşada çalışan, Allah’ın ihsanı olan manevî te’­sirden mah­rum kalır.

Hazret-i Üstad’ın aynı hakikatı te’yid eden bazı ifa­deleri de şöyledir:

36- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düş­mez, hakikat muka­bilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıyme­tinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka ve­renlere hoş görünmek için riyakâr­lığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)

Bu beyan ve irşadın çok dikkate şayan bir ciheti şudur ki, aynı ders veril­diği halde te’sirde, ihlas veya ih­lassızlık sebeb­leriyle neticesi değişik oluyor. Bundan sonra gelecek paraçalara da bakılırsa, Risale-i Nur düstur­larına uymanın vesileyle mazhar olunan halisiyet ve müessiriyetin varlığı açıkça anlaşılır. Şöyle ki:

37- «Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağ­zından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlan­sın, can­lansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nur­landırsın, sana da sevap kazan­dırsın. Çünkü, meselâ sen “Elhamdü lillâh” dedin. Bu kelâm, milyonlarla büyük küçük Elhamdü lillâh kelime­leri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş‑ı Hakîm abes ve israf yapma­dığı için, o kesretli mübarek kelime­leri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ih­lâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ru­hanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o hava­daki kelimelere ha­yat vermezse, dinlenilmez.» (Lem’alar sh: 152)

38- «Hüsnü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı ka­zanmak noktala­rının Cenâb-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı oldu­ğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde da­hil olmadığını ve lâzım da olmadı­ğını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ih­lâsa muvaf­fak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.» (Lem’alar sh: 150)

39- «Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaf­fakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazan verilir. Evet, bazan bir­tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan bir­tek adamın irşadı, bin adamın irşadı ka­dar rıza-yı İlâhîye medar olur.» (Lem’alar sh: 152)

40- «Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bü­tün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrev­îde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetine izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeye­rek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki,

وَاجْعَلْ لِى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلاۤخِرِينَ buna işarettir.» (Barla Lâhikası sh: 78)

41- «Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâ­yât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak tekli­fini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzün­den kesilen yüz bin adamın hayat­larını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik ha­yat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler va­tandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı ka­zandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş gör­müş. Eğer o tek­lifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet ola­mayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ih­lâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.» (Şualar sh: 289)

42- «Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibâne mu­kavemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebedi­yeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir mak­sat takip etmeme­sinden ve bazı ehl-i tarikatın ehemmiyet ver­dikleri keşif ve kerâmât-ı şahsiyeye ehem­miyet vermemek­ten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet sır­rıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmak­tır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 263)

43- «Amma, “Mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatın is­tedikleri nu­rânî makamlar ve uhrevî rütbe­lerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlâsı­nıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeye­cek derecede senetler, hüccetler bu­lunduğu halde; sen, değil tevazu ve mahvi­yetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun.”

Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için ken­dini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa —hem lüzum var— kendim, değil yalnız lâyık ol­madığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda et­meye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat ci­hetiyle terk ede­rim.

Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten ge­len gaflet-i umu­miyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enâ­ni­yet ve hodfuruşluğun heyecanlı asrında büyük ma­kamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesa­tını âlet eder. Mânevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini mu­hafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddütlerle revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 74)

44- «Tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi göstermeye ve zi­yade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin za­rarlı ve fâni zevkini aramak hâletleri ise, ey nefsim, meftun olduğun o zevkleri hiçe indirirler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 201)

45- «Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zayıf damar sa­yı­lan, fakat hakikat nokta­sında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan “mânevî makam sa­hibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek” ve o nimet-i İlâhiyeyi ken­dinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir za­rarı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaat­perestlik ve nef­sini kur­tarmak hissi galebe çaldığı bir za­manda, elbette sırr‑ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâneviyeyi ara­mamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşün­memek lâ­zımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 244)

46- «Nasıl ki Risale-i Nur’u ve hizmet-i imaniyeyi, dün­yevî rütbelerine ve şahsım için uhrevî makamlarına âlet yap­maktan sırr-ı ihlâs şiddetle beni men ettiği gibi; öyle de, Kendi şahsımın istirahatine ve dünyevî hayatımın güzelce, zahmetsiz geçmesine, o hizmet-i kudsiyeyi âlet yapmaktan cid­den çe­kiniyorum. Çünkü, uhrevî hasenatın bâki meyvelerini fâni hayatta cüz’î bir zevk için sarf etmek, sırr-ı ihlâsa muhalif olmasından, kat’iyen haber veriyorum ki, târikü’d-dünya ehl-i riyâzetin arzu ve kabul et­tikleri ruhânî, cinnî hüd­damlar bana hergün, hem aç olduğum zamanda ve yaralı oldu­ğum vakitte en güzel ilâç getirseler, hakikî ihlâs için kabul et­memeye kendimi mec­bur biliyo­rum. Hattâ berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva bak­lavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp ka­bul etmemek ve uhrevî, bâkî meyvelerini dünyada fâni bir surette ye­me­mek için, nefsim de kalbim gibi kabul et­memeye rıza gösteriyor. Fakat kast ve niyetimiz olmadan, inayet cihetinde gelen bereket gibi ikrâmât-ı Rahmâniye, hizmetin makbuliyetine bir alâmet ol­duğundan, nefs-i emmâre ka­rışmamak şartıyla ruhumla ka­bul ederim. Her neyse, bu mesele bu kadar kâfi.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 12)

47- «Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfu­ruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile imanın kurta­rılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir me­sele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şa­kirdinin düşman­ları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek ço­ğal­dığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hük­müne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veri­yor. “Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyon­lar kadar arkadaşla­rın var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya sal­tanatı da verilse, bâki bir mesele-i ima­niyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın ikti­zasıdır. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 246)

48- «Bediüzzaman Said Nursî’nin cihanşümul Kur’ân ve iman ve İslâmiyet hizmetindeki müstesna muvaffakiyet ve zaferi­nin ve Risale-i Nur’daki kuvvetli tesiratın sırrı, kendi­sinin ihlâs-ı etemmi kazanmış olmasıdır. Yani, yal­nız ve yalnız rıza-yı İlâhîyi esas maksat edinmiştir. Bu hususta, “Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir. İhlâslı bir dirhem amel, ih­lâssız yüz bat­man amele müreccahtır. İnsanların maddî mânevî he­diye­lerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöhretten şiddetle kaçıyorum” der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlâsa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz parça eserinden yalnız İhlâs Risalesinin ba­şına, “Lâakal her on beş günde bir defa okunmalıdır” kaydını koy­masından da anlaşılıyor. “Büyük Mahkeme Müdafaatı” ki­tabında, “Risale‑i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edi­lemez; gayemiz rıza-yı İlâhîdir” de­miştir.

İşte bu sırr-ı ihlâstandır ki, İmam-ı Gazâli (r.a.) gibi en meşhur İslâm hükemaları­nın eserlerini tetebbu eden muhakkik ve müdakkik bir ehl-i ilim diyor ki:

Risale-i Nur’dan okuduğum bir sayfanın bana verdiği istifade, diğer eser­lerin on sayfasından daha fazladır.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 699)

49- «Said Nursî, Kur’ân ve imâna hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve mânevi menfaat, salâhat ve velîlik gibi mâ­nevi makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakkın rı­zası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bü­tün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı oldu­ğuna inanmış ve beyan etmiştir.» (Sözler sh: 758)

50- «Elhasıl: Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî ve mânevî rütbe­lere vesile olabilen şeylerden beni men edi­yor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfi­yete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, haki­kat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmi­yetli görüyorum.

Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde gör­düklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun ders­lerini, “Hususî ma­kamından ve hu­susî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağ­lûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hiz­metkârlığı, maka­matlara ter­cih ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)

51- «Âdil kadere de derim ki:

Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa her­kes gibi gayet meşru ve za­rarsız olan bir yol tutarak şah­sımı düşünseydim, maddî-mâ­nevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mâ­nevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabret­tim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfa­nının yüz bin­lerce, belki de milyon­larca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrıl­ma­ya­caklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklar­dır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 80)

Yukarıda kısmen nakledilen beyan ve derslerde gö­rüldüğü üzere hakikat­ların neşir ve tebliğinde mes­lek hâ­lisiyeti ve a’zamî fedakârlık ve maddî-manevî her­şeyden feragat etmek gibi makbu­liyet ve te’sir şartları da lazım geliyor. Çünkü liyakatın derece­sine göre te’siri ihsan den Allah’tır. Şu halde hakaik-i Kur’âniyenin tereşşühatı olan Risale-i Nurdaki dersleri kendi namına anlatan ve neşreden ve böylce kendini, bu Kur’anî ve ulvî hakikatların sahibi ve mazharı olduğunu gösteren kişinin ihlâs yolundan yürüdüğü nasıl kabul edilir? Allah’ın inayetine ne suretle layık olunur? Hem bu yoldaki muvaffakiytin istidracî bir ceza olmasından kor­kulmaz mı? İşte bu vartaya dikkat çeken Hazret-i Üstad di­yor ki:

52- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri­lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla tevec­cüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ih­lâssız­lık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i sa­lihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’i­yeye mukabil, kab­rin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, te­vec­cüh-ü nâsı ar­zu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzım­dır. Şöhretperestlerin ve şan ve şe­ref peşinde koşanların ku­lakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 149)

Hakikatların neşir ve tebliğinde çok ehemmiyetli diğer bir husus da kud­siyet hakikatı­dır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri di­yor ki:

53- «Ben görüyorum ki: Kur’ân-ı Hakîmin hakaikine ait bazı kemâlât, o hakaike del­lâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü, me’hazın kudsiyeti, çok bur­hanlar kuv­vetinde tesirat gösteriyor, onunla ahkâmı umuma kabul ettiri­yor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur.» (Mektubat sh: 319)

54- «Cumhur-u avâmı, burhandan ziyade, me’hazdaki kud­siyet imtisâle sevk eder.» (Mektubat sh: 470)

55- «Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî ola­rak lâzıma intikal eder ve lâzı­mın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiî­dir.

Meselâ, hükmün me’hazı olan şeriat kitapları melzum gi­bidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitap­lara temer­küz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.

Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gös­teril­seydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kud­siyete intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.

Demek, şeriat kitapları, birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tas­nifat (*) hük­müne geçmişlerdir.

Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, câ­zibe-i i’câz ile revnakdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali bu­lunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir:

1. Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti ten­kitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlike­dir, insafsızlıktır, zulüm­dür.

2. Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb‑ü şeri­atı şeffaf birer tef­sir suretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göster­mektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar et­tiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dedi­ğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır.

3. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hi­ca­bın fevkine çıka­rarak, üs­tünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın hâ­lis malını yalnız ondan iste­mek ve bilvasıta olan ahkâmı vası­tadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nis­beten, bir tari­kat şeyhinin va’­zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sır­dan neşet eder.» (Sünuhat-Tuluat-İşarat sh: 29)

(*)Tasnifat Tabirini, Mânâ külliyetini, muayyen meselelere sınıflamakla tahsis edip tahdid etmek mânâsında anlıyorum. (Hazırlayanlar)

Hazret-i Üstadın beyan ettiği mezkûr hakikati, önce kendi şahsına tatbik edip Risale-i Nurdaki hakaikin Kur’an’ın malı ol­duğunu, kendi malı olmadığını israrla nazara verir. Bizlerde aynı dersi nazara alarak, konuşma ve yazılarımızın, Risale-i Nurun malı olduğunu beyan etmekle hakikatleri sahibine vermek ve böylece kudsiyetin kalb ve ruhlardaki te’sirini kırmamak mecbu­riyetindeyiz.

İşte bahsolunan hakikata istinaden Hazret-i Üstad diyor ki:

56- «Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl‑i tahkik değil­dir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul et­sin. Belki, surete, hüsn-ü zanna bi­naen, makbul ve mu­temed in­sanlardan işittikleri mesâili takliden kabul eder­ler. Hattâ, kuvvetli bir haki­kati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir ada­mın elinde görse, kıy­mettar telâkki eder.

İşte, ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biça­re­nin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında dü­şürmemek için, bilmec­buriye ilân edi­yorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz ol­madan, birisi bizi is­tihdam edi­yor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştı­rıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiya­rımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyleyse, o inâyetleri bağıra­rak ilân etmeye mecburuz.» (Mektubat sh: 370)

İşte Bediüzzaman Hazretleri mazhar olduğu Risale-i Nurun hakaikını, müellifi olmasına rağmen kendine mal etmez ve şahsî ilmiyle irşad etmek kapı­sını kapadığını şöyle açıklar:

57- «Ben Kur­’­ân‑ı Hakîmin sırf bir hizmetkârıyım, o mu­kad­des dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki pe­rişan, ehem­miyetsiz şeyleri satışa çıkarmayaca­ğım ve çıkarmak istemi­yo­rum. Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin kudsî elmaslarının kıymetlerine şüphe îras etmemek için, pe­rişan ve şahsî dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını satsam, hakikî sar­raf olmayan müşteriler, dellâl­lık vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bakabi­lir­ler; zi­hinlerine bir iltibas, bir şüphe gelir. Onun için, şahsî dük­kânımı kat’iyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hiz­met­kârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidi­yor.» (Barla Lâhikası sh: 269)

Samimi bir Nurcu bu beyandan şu dersi alır: Madem eşsiz Alleme Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’a karşı şahsî ilmini ortaya koymadığını söylüyor, bu beyan bana bakan bir ikazdır ve bu yol aslında bana kapalı olmalı­dır der. Ancak Risale-i Nur hakkında teşvik, takdir, tebliğ ve müdafaaya bakan konuşma ve yazılar ve tahşiyeler müs­tesnadır ve hizmettir.

Evet, asrın imamını ve onun manevî cihad hareketini tanıtıp ehl-i dalalet cereyanına karşı ehl-i imana isti­nad noktasını gös­termek, ehemmiyetli bir vazife olduğu, Risale-i Nur eserlerinde ifade ve beyan edilir:

58- «Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesse­lâm, vahye istina­den, herbir asırda kuvve-i mâne­viye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem deh­şetli hadiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem‑i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Meh­dîyi haber vermiş.» (Mektubat sh: 96)

Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde Risale-i Nurun hakkı­yetini ve Nur Şakirdi olduklarını kahramanca müdafaa ve resmen ilân eden kahraman Nurculardan Merhum Ahmed Feyzi Efendî, mez­kûr hadîs-i şerifin maksad ve mâ­nâsına isti­naden mahkeme huzu­runda diyor ki:

59- «Âhirzamanda hadisin haber verdiği şahısların mesele­sine gelince: Bu mevzuları biz ken­dimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Pey­gamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hadis­lerle, ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün 1500 seneyi pek geçmeyeceğini söylü­yor. O zama­na kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ve dünyanın hayatında mühim te­sir yapacak bü­yük tarih hadiselerini, “kıyamet alâmetleri” diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dik­katini celb ediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere dûçar olanların ebedî şe­kavet ve helâketle karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî burhanlar mevcuttur. Bizler Allah’a ve Resulüne ve Kur’ân’a inanmışız. Şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-ı ebedî­den kur­tarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeye­lim mi? “Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlike­lere düşen nesil biz olmayalım?” diye bunları mevcut dinî haki­kat­lere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi?» (Şualar sh: 563)

..şeklinde devam eden beyan ve müdafaasında, o günün çok ağır şartla­rına rağmen âhirzaman şer cereyanını ta­nıtma­sında ve karşısındaki tamirci Nur cereyanını da na­zara vermek­tedir.

60- «Bu mücahede-i mâneviyede Kur’ân’ın nurundan gelen bir Nur, ehl-i imana bir nokta-i istinat olacağını mânâ-yı işârî ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi.» (Şualar sh: 271)

61- «Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin se­bebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tah­kikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i isti­nada ve sar­sılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikate da­yanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için da­lâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, al­datmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağ­lûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.» (Şualar sh: 320)

Risale-i Nur ve cereyanı nazara verilmezse, avam-ı ehl-i iman bu istinad noktasını nasıl bilecek ve avamı isti­nadsız ve kuvve-i maneviyesi kırık bir vazi­yette bıra­kılmış olmaz mı? ve bu vaziyet gizli cereyana yardım mânâ­sına gel­mez mi? İşte bun­dan sonra gelecek ders ve tavsiyelere de bu nazarla bakılsın şöyle ki:

62- «Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet bü­yük ve umumî bir me­selede kendi kendine merkezlerinde müba­rezesi zamanında şakirdlerini ar­kasında bulmak ve kaç­mamakla sarsılmaz ve mağlûp olmaz bir hakikata bağlan­dıklarını mütereddit ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lü­zumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız.» (Şualar sh: 327)

63- «Üstadımız diyor ki:

Mahkemelerin tehirinde hayır var. Şimdiye kadar Nura ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki, bu tehirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:

Hariç âlem-i İslâmda Nurun ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve inti­şarı ve bura­nın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedil­mekle mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tâmmesi için karar ver­mek, hariç âlem-i İslâmda Nurların hakikî ihlâsına böyle bir şüphe gelecekti ki, ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuş­lar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmi­yorlar, zaaf gösteriyorlar diye, Nurun kıymetine büyük zarar olduğu için, bu tehir o evhamları izale eder. Ve ispat ediyor ki, otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğ­miyorlar. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 107)

64- «Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşı­yan bir mü’min, çok mü’min­lere bir nokta-i is­tinad olur ki, şuursuz olarak avâm-ı mü’minîn ve iman-ı tahkikî sahi­binin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâneviyeleri kırıl­maz; da­lâletlere karşı dayanırlar. İşte şöyle bir derste bulun­duğunuz için Cenab-ı Hakka şükretmelisiniz. » (Barla Lâhikası sh: 250)

65- «Bu zamanda onun bir mucizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i imanın, taklîdî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmi­yenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i is­tinad ve yakın ve uzak­larda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki, bu emsalsiz dehşetli dalâ­letler içinde, yine avâm-ı mü’mi­nin imanını, şüphelerden ve İslâmiyetini, hakikat­sizlik vesve­selerinden muhafaza ediyor.

Evet, her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli da­lâletinin ga­lebesinden, “Acaba İslâmiyette bir haki­katsizlik mi var ki, sarsılmış?” diye şüpheye ve vesve­seye düştüğü vakit birden işitir ki, bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatle­rini kat’î ispat eder, felsefeyi mağlûp edip zendekayı susturuyor, diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 91)

66- «Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad olarak avam-ı mü’minînin en zi­yade muhtaç oldukları ve Nurda bulduk­ları öyle bir hakikattir ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksat, içine girme­yecek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak, dünya maksatları ona karışmaya­cak, tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o hakikate ve sadık nâ­şirlerine tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve din­siz­lerin, din aleyhindeki dehşetli filozofların itirazların­dan ve inkârla­rından kurtarsınlar.

Evet, o ehl-i iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu haki­kati, bu kadar şid­detli düş­manları çürütemediler ve itiraz edemi­yorlar; ve şakirdleri, haktan başka onun hizmetinde hiç­bir maksat taşımı­yorlar. Elbette, o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattir diye, bin burhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlen­dirir ve kurtarır; ve “İslâmiyette bir hakikatsızlık mı var?” diye daha evhama düşmeyecekler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 214)

67- «Dalâlet cereyanlarının karşısında ehl-i iman fe­dakârlarından büyük bir şahs-ı mânevî meydana çıka­ra­rak, muhkem bir sedd-i Kur’ânî ve imanî tesis edip mü’­minle­rin nokta-i istinadı olmasıdır. İnandığı kudsî dâ­vâya göster­diği azim ve sebatla, mü’minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruh­larda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 23)

68- «Risale-i Nur’dan tahkikî iman dersi alan ve gittikçe zi­yadeleşen Nur tale­belerinin imanları inkişaf etmiş, imanî bir şe­hamet ve İslâmî bir cesarete sahip olmuşlardır. Nasıl ki, cesur bir kumandan yüzlerce askere lisan-ı haliyle cesaret verir ve nokta-i istinad olursa, ay­nen öyle de, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinin mümessili olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başta olarak, tahkikî iman dersleriyle imanları kuvvetlenen yüz binlerce, şimdi milyonlarca Nur talebeleri, ehl-i imana bir nokta-i istinad ve bir hüsn-ü misal olmuşlar­dır. Nur talebele­rinin bu iman kuvvet­leri ve dinsizliğe karşı kahramanca mücadele­leri, halkın üzerinde çok tesir yapmış ve bir intibah (uyanıklık) hu­sule ge­tir­miştir. Böylelikle, milletin içindeki korku ve evhamları da Risale-i Nur’la izale etmişler, vatan ve millete umumî bir ce­saret, ümit ve ferahlık husule getirip Müslümanları yeisten kur­tarmışlardır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 162)

69- «İslâmiyet nurundan ve iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta ile teşkil ettiği Nur şakirdleri şahs-ı mânevîsi, ehl-i dalâletin cemaatle hü­cumuna mukabil çıkmış, bu suretle mü’minlerin nokta-i istinadı, kızıl tehli­kenin bu vatanı istilâsına karşı Kur’ânî bir sed ve âlem-i İslâmın kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet ve it­tifakının medarı ol­muştur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 457)

İşte bunun gibi pek çok beyanlar gösteriyor ki, Risale-i Nur ve cemaatı­nın var­lığını ehl-i iman bil­meli ve du­yurmalıki buna tebliğ vazifesi denir. Nitekim Hz. Üstadın mahkemelerin uzatıl­ması hakkındaki şu ifa­deleride bu ha­ki­kate dikkat çeker, şöy­le ki:

70- «Meselemizi uzatmada, Nurlara nazar-ı dikkati ge­niş bir dairede celb etme­sinden, onları okumasına bir umumî dâ­vet ve resmî bir ilânat hük­münde, işiten müş­takların okumak heveslerini tahrik ettiğinden, sıkıntı­mızdan, zarardan yüz derece zi­yade bize ve ehl-i imana menfaatlere vesiledir. Zaten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hü­cumda tecavüz eden dalâlet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu su­retle atom bombası gibi in­şaallah tesirini göstermeye bir işa­rettir.» (Şualar sh: 519)

HZ. ÜSTAD MATBUAT VE BROŞÜRLE YAPILAN NEŞ­RİYAT HAKKINDA DA ŞÖYLE DER:

71- «Bu sırada, hem Ehl-i Sünnet gazetesi, hem buranın ga­ze­tesi, hem Zübeyir’in hararetli mu­kabelesi, Nurlarla iştigalleri gü­zel bir ilânat hükmüne geçtiler. Benim bedelime, benim ho­şuma giden bize dair bahislerine bakınız, bana bildiri­niz.» (Şualar sh: 530)

72- «Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mec­mua kadar fayda verdi, fütuhat yaptı. Şimdi bir parça ilişmelerine kat’i­yen merak etmesin. Nazar-ı dik­kati celb ettiği için, bü­yük bir ilânname hükmüne geçti.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 235)

73- «Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa, yirmi faydası vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hük­mündedir. Taarruzlar ancak ve ancak Nurun neşriyat ve fütu­hatı­nın genişlemesine, inkişafına sebeptir ve millet-i İslâmiye na­zarında itimat ve emniyet kazanmasına medardır. Risale-i Nur’un Anadolu genişliğinde ve âlem-i İslâm vüs’a­tında ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve mânevî tesirat ve fütuhatına ve neşriya­tına şahit olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre, bu taarruz­lardan sonra, hususan şark vilâyetlerinde, eskisine na­zaran Nurun fü­tuhatı on gün içinde on misli fazlalaş­mış. Hem böylelikle halkın nazar‑ı dikkati Risale-i Nur’a ve Üstadımıza çevrilmiş, uyuyanlar uyanmış, tembeller ha­rekete gelmiş, ihtiyatsızlar ihtiyata muvaffak olmuşlardır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 689)

74- «Mahkememizin tehirinde ve tahliye olan kardeşlerimi­zin yine mahkeme gününde bu­rada bulunmalarında büyük hayır­lar var.

Evet, Risale-i Nur’un meselesi, âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmi­yeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalarla umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatle­rine celb etmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın ve giz­lememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkinde ve ihtiya­rımı­zın haricinde böyle şâşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düş­mana âşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekin­meyerek gösteriyor. Madem hakikat budur; biz küçücük sıkıntı­larımızı “kinin” gibi bir acı ilâç bilip sa­bır ve şükretmeliyiz, “Yâhu bu da geçer” demeliyiz.» (Şualar sh: 502)

75- «Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olan­ların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat celb olu­nur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muan­nid veya muh­taç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.» (Lem’alar sh: 266)

Yine bütün bu derslerde, Risale-i Nurları gizlememek ve alenî göstermek hikmet­lerini nazara veriyor.

Hz. Üstad hayatı boyunca ve en mütecaviz cereyan karşı­sında ve hizmet faaliyetle­rinde hizmetin deva­mını sağlamak için gerekli ihtiyat ve tedbirle bera­ber daima Risale-i Nuru, müdafa­atiyle ve neşriyatiyle med­hetmiş izhar ve ilan etmiştir.

Evet Hazreti Üstad diyor ki:

«İhtiyatla beraber, sadâkatı ve irtibatı ve hizmeti de­ğiştirmemek lâzımdır.» (Şualar sh: 342)

Yani ihtiyat hizmeti durdurmak manasında değildir. İhtiyat hizmeti selâ­metle devam ettirmek için­dir. Amma çok şiddetli şartların karşısında hizmette tevakkuf hali, ayrı bir husustur. Evet Ashab-i Kehf’in tebliğ vazifesinde te­vak­kufla mağaraya çe­kilmeleri gibi dinî hizmette de çok şiddetli ve müstevli teca­vüze karşı tevakkuf caiz olur. Hazreti Üstad muvakkat ve kısmî bazı tevakkufları şöyle anlatır:

76- «Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitap­larına karşı inat etse ve musalâha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz ha­pistir ve mülhidler, bolşevizmi zendeka ile birleş­tirdiğine alâ­mettir ve hükümet, on­ları dinlemeye mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve mânevî mu­sibetler hü­cuma başlarlar.» (Şualar sh: 337)

İşte böyle şiddetli hücumların yapıldığı ve halkın ürkütül­düğü o zaman­larda dahi ihtiyatla beraber Risale-i Nurun bazı ehemmiyetli parçaları bazı resmî makam sa­hiple­rine gönderili­yordu. Ezcümle bir mektubta şöyle de­niliyor:

77- «Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya Şekvâ” namındaki ve yirmi sekiz sene ev­vel Meclis-i Meb’usana hitaben yazılan ve o vakit tab edilen on maddelik namaza dair parça ve bir de Mustafa hakkında dört sene evvel Reisicumhura yazılan üç mad­delik parça, şimdi, bu za­manda Ankara’da bazı meb’usların na­zarına ve imanlı hükûmet erkânına göstermek niyetiyle Ankara’ya gön­derilmiş. Size de berâ-yı malûmat gönderiyoruz. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 66)

78- «Bir Maarif Vekili, perdeyi yüzünden kaldırdı ve küfr-ü mutlakı başka bir kisvede gös­terdi. Bizim son gönderdiğimiz müda­faatı daha almadan başka sâika ile o beyannameyi yaz­mış. Gerçi ben o daireye göndermeyi düşünmüyordum; fakat kardeşlerimizin tensibiyle onlara da göndermek hem münasip, hem lâzım oldu­ğunu bu hal gösterdi. Çünkü, herhalde bu derece il­hadda taassup taşıyan bir vekil, Ankara’ya gönderilen evrak ve mahrem risalelere karşı lâkayt kalmazdı. Birden, doğrudan doğruya cerh edilmez müdafaatlar başına vuruldu, çok iyi oldu. İnşaallah, o da­irede dahi Risale-i Nur lehinde kuvvetli bir cereyan uyan­dı­racak.

Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır; on­lara, o kısma tes­lim ol­mak, bir nevi intihardır, İslâmiyetten piş­man olmaktır, belki dinden insilâh etmek­tir. Çünkü o de­rece ilhadda taassup etmiş ki, bizim gibilerden yal­nız teslimiyetle ve ta­sannu ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dün­yaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbâniyeye da­ya­nıp metanet ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuvvetli hakikatlerle galebe çalma­sına dua etmekten başka çare yoktur.» (Şualar sh: 334)

79- «Bu mes’elemizin tehiri hayırdır. Çünkü bütün mektep­lerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhab­beti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahi­yeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve ispat eden Risale-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihe­tiyle yine ucuzdur.» (Şualar sh: 338)

Bu nakledilen nümuneler gibi hayli yazılar, ikazlar ve ders­lerden açıkça anlaşılıyor ki, Risale-i Nur’a karşı çe­kingenlik his­sini telkin eden ve aşağılık duygusunu aşılayan gereksiz gizlilik­ler ve tavizkâr davranışlar makbul değil­dir.

Çok az miktarı alınan tebliğ ve neşir ve neşrin nasıl yapıl­ması hakkındaki bu bahisler, bu neşir ve tebliğ hizmetinin de­ğişmez bir vazife ve esas ol­duğunu gösteriyor.

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …