SÜFYANİYETİN RÜKÜNLERİ KİMLER?
Asrımızda, İslamı ve müslümanları alâkadar eden her meseleye çareler getiren Bediüzzaman Hazretleri, İslam aleyhinde teşekkül eden cereyanları, Allah’ın izniyle tesbit etmiş ve ehl-i imanı ikaz etmiştir.
Rivayetlerde “Süfyan” diye bildirilen ahirzamanın dehşetli şahsı ve devreleri ve rükünleri hakkında kısa bir tesbit şöyledir:
“Hem de "İnna A’tayna"nın sırrı kısmen tahakkuk etmiş. Çünki Süfyaniyetin dört rüknünden en kuvvetlisi ve dehşetlisi bütün bütün çekildi. Kabir altında azab çekiyor. Ve en büyüğü dahi alâkası bilfiil çekilmiş. Mason komitesinin mahkûmu ve âleti olup azabıyla meşguldür. Yalnız onun gölgesi hükmediyor. İleri tecavüz etmemekle beraber kısmen geriliyor. Bâki kalan iki şahıs ise, ellerinden gelse tamire çalışacaklar.” Şualar (735)
Hazreti Üstadın bu haşiyeyi 1940 lardan sonraları yazdığı tahmin edilmektedir. Birinci ve ikinci reisler malum. Daha önceleri masonlara gerek yoktu. Çünkü masonların din aleyhinde bütün arzu ettikleri icraatlar yerine getiriliyor, hem de resmi yollardan yapılıyordu. Artık birinci reis gidince ortaya çıkan masonlar, ikinci reisi tamamen kontrolleri altına almışlardı. Yavaş yavaş değişen dünya şartları ve Nur Talebelerinin hiçbir menfi olaya karışmadan küfrün ve dinsizliğin belini kırması resmi ideolojiyi de çaresiz bırakmaya başlamış ve musalaha yani taviz vermeye mecbur etmişti.
Bediüzzaman Hazretleri 1943 yılında Denizli Cezaevinde hapisteki Nur Talebelerine hitaben yazdığı mektupta şu gerçeği söylüyor ve müjdeyi veriyordu:
“Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle: "Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun" ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümid ediyorum. Madem şimdiye kadar sabrettiniz, "Daha kısmetimiz ve vazifemiz bitmedi" diye tahammül ve sabrediniz. Her halde "Meyve"deki kat’î hüccetler ile kabil-i inkâr olmayan i’dam-ı ebedî ve nihayetsiz haps-i münferid mesleğini müdafaa etmek için Risale-i Nur’a karşı anudane hareket edilmeyecek, belki musalaha veya mütareke çaresi aranılacak. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ وَالسُّرُورِ ” Şualar ( 339
İşte bundan sonraları, İkinci Dünya Harbinin dünya devletleri üzerinde yaptığı değişikliklerin de tesiriyle, katı devletçilikten mecburen tavizler verilmeye başlanmıştır.
Bu gelişmelerin sonucu olarak, 46 seçimleri ve sonra daha da serbest olarak 1950 seçimleri yapılmış ve müslüman milletin tüm oylarıyla Demokrat Parti iktidar olmuştu.
Fakat Süfyaniyetin hakimiyeti devlette ve çoğu kurumlarda devam ediyordu. Demokrat Partinin “dindar ve dine taraftar” bazı mensupları hakim güç Süfaniyete rağmen din lehinde bazı icraatları güçlükler altında yapabiliyordu.
İşte bu devrede Süfyaniyeti, “Süfyaniyetin dört rüknü” den üçüncü ve dördüncü rükünleri temsil ediyordu. Demokratların din lehindeki icraatlarını ellerinden geldiği kadar engellemeye çalışıyorlardı. Peki kimdi bu üçüncü ve dördüncü rükünler?
Malum üçüncüsü, Sırr-ı İnna A’tayna Risalesinde açıkça belirtilen “Serasker” ünvanlı Fevzi Paşa idi ve geçmişte yaptığı hataları tamire çalışacaktı. O. Bölükbaşı ve bazı arkadaşlarıyla Parti kurmuştu adı Millet Partisi idi. Fakat hataları o kadar çok ve büyük idi ki, tamir etmek nasip olmadı ve o dehşetli hatalarıyla birlikte gerçek hesap yerine gitti, 1950 de öldü. Süfyaniyetin üçüncü rüknü olarak tescillendi.
Şimdi onun, hem zâhiren dindar, hem devletçi hem milliyetçi, hem Atatürkçü görüşlerini şimdi kim temsil ediyor bakılsın ki, “Süfyaniyetin dört rüknü”nden üçüncüsü anlaşılsın.
Gelgelelim “Süfyaniyetin dört rüknü”nden dördüncüsüne ki; Hazret-i Üstadın: “iki şahıs ise, ellerinden gelse tamire çalışacaklar” ifadesiyle işaret ettiği bu ikinin birine yani sonuncusuna yani, “Atatürk seni sevmek milli ibadettir” sözünün sahibine ki, bu Celal Bayar’dır.
Şimdi bugün “Süfyaniyetin dört rüknü”nün dördüncüsünü kim temsil ediyor acaba? Bayar ekolünün çırağı, devletçi, Atatürkçü, İslami şeairlerin aleyhinde, “devletin bekası için” fetvasıyla her çeşit kanundışılıklara cevaz veren, ihtilalcileri, yani ergenokoncuları savunan bir parti ve başkanının, partinin adının dışında, demokratlıkla, hürriyetçilikle, dindarlıkla ne alâkası var acaba? Bunlar Hazret-i Üstadın beyan ettiği “ahrarlar” olabilir mi? Bunlar ancak Üstadımızın beyan ettiği gibi, “Süfyaniyetin dört rüknü” den dördüncüsü olabilirler. Bunları Demokrat diye desteklemek büyük bir gaflettir..
Peki Üstadın desteklediği “dindar ve dine hürmetkâr demokratlar” kimlerdir? Bunları Hazret-i Üstad şu beyanlarla işaret etmiştir: “Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyet’e ciddî tarafdar Dâhiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyet’in kahramanı olan Adnan Bey’e ve Tevfik İleri gibi mühim zâtlara bir hakikatı söylemektir ki” Emirdağ Lahikası-2 (236)