Şöhret, Teveccüh-ü Nas'ı Terketmek Esası

Risale-i Nur Mesleğinde

17 – RİYA, ŞÖHRET VE TEVECCÜH-Ü NAS GİBİ ZARARLI HİSSİYATLARI TERK ETMEK DÜSTUR VE ESASTIR

Bediüzzaman Hazretleri kendini misal alarak umuma ders olacak irşa­dında diyor ki:

1- «Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gurur­lanma. (*) اِنَّ اللَّهَ لَيُوءَيِّدُ هَذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ sırrınca, mü­zekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini, geçen ni­met­lerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hil­kat ve netice-i san’at bil, ucüb ve riyadan kurtul.» (Sözler sh: 473) (*) (Buhari, Cihad: 182, Meğâzî: 38, Ka­der: 5; Müslim, İmân: 178; İbn-i Mâce, Fiten: 35; Dârimî, Siyer: 73; Müsned, 2:309, 5:45.)

2- «Bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, ha­karetli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana he­lâl ettirdi. O ha­kikat şudur:

Nefsime demiştim: Eğer onun tahkiri ve beyan et­tiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nef­simin ayıplarını söyler. Eğer doğru söyle­mişse, beni nefsimin terbi­yesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer ya­lan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtar­maya yardımdır. Evet, ben nef­simle musalâha etmemi­şim.» (Mektubat sh: 64)

3- «Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihe­tiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.

Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöh­ret-i kâzi­beyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hak­kımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü te­vec­cüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların na­zarında şöhret kazanmak, benim gibi adam­lara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bi­lirler ki, şahsıma karşı hür­met istemiyorum, belki nef­ret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tek­dir etmi­şim.» (Mektubat sh: 65)

Ehl-i dalâletin müslümanları kendilerine çekme planı­nın teh­likesine karşı bir ikaz:

4- «İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah de­nilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şe­ref denilen riyâ­kâ­râne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sa­hibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhret­pe­restlik hissi onu sevk eder.

Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı sey­yi­enin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarı­dır. Yani, bir in­sanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşa­makla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihti­malidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dost­larımı o suretle çektiler, mânen on­ları teh­likeye attı­lar.» (Mektubat sh: 412)

5- «Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, ken­dimi ken­dime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve ku­surlarını bana gös­termiş. Ve o nefs-i emmâreyi başkalara beğendirmek arzusu kal­mamış. Kabir kapı­sında bekle­yen bir adam, arkasındaki fâni dün­yaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakat­tir ve dehşetli bir hasâret­tir.» (Mektubat sh: 465)

Ehl-i dalâletin galebesinin sebebi:

6- «İnsanın mahiyetinde muzır madenler hük­münde bulu­nan fena istidatları işlettirmekten ve şan ve şeref na­mıyla, ri­yâkârâne nefsin firavuniye­tini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geli­yor. Ve o misilli şeytanî desi­seler vasıtasıyla muvakkaten ehl‑i hakka galebe eder­ler.» (Lem’alar sh: 86)

7- «Dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmi­yetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hod­furuş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az bir­şeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki ka­zanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görün­sün ve nazar-ı dikkat ona celb olunsun. Ve ikti­dar ve kud­retle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet ver­diği tahribat ona isnad edilip ondan bahsedil­sin.

Nasıl ki böyle şöh­ret divanelerinden birisi namazgâhı telvis et­miş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lâ­netle de bahsedilmiş de, şöhretperest­lik da­marı kendi­sine bu lâ­netli şöhreti hoş gös­termiş diye darbımesel ol­muş.» (Lem’alar sh: 86)

8- «Kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek ci­hetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)

Teveccüh-u nasdan kaçmak:

9- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri­lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref ar­zusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâs­sızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır.

Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın za­rarına tevec­cüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvak­kat olan bir lezzet-i cüz’i­yeye mukabil, kabrin öbür tara­fında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, te­veccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ve şeref pe­şinde koşanların kulakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 146)

10- «Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i isti­male ve dola­yısıyla ihtilâfa ve rekabete sevk eden, âhi­ret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevap ve vazife-i uhreviyede kana­atsizlik cihe­tinden ileri geliyor.

Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler” diye, kar­şı­sındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muave­netine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabet­kârâne va­ziyet alır. “Şakirdlerim niçin onun ya­nına gidi­yorlar? Niçin onun kadar şakird­lerim bulun­muyor?” diye, enâniyeti oradan fırsat bu­lup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha tema­yül ettirir, ih­lâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.» (Lem’alar sh: 151)

11- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cah­tan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref per­desi al­tında tevec­cüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati ken­dine celb etmekle enâniyeti okşa­mak ve nefs-i emmâ­reye bir ma­kam ver­mektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfu­ruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.» (Lem’alar sh: 165)

Bediüzzaman Hazretlerinin hayat tecrübesinden na­zara verdiği bir ikaz:

12- «Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaf­lete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gör­düğüm makam-ı içtima­înin ezvâkına baktım, hiçbir faydası ol­madı. Bütün onların tevec­cühü, iltifatı, tesel­li­leri, yakı­nımda olan kabir kapısına kadar gele­bilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye‑i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfuruş­luk, muvakkat bir sersemlik suretinde gör­düğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu iş­ler, hiçbir te­selli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.» (Lem’alar sh: 231)

13- Kendini beğenen «Kusuru nefsine almaz belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, (*) مَنِ اتَّخَذَ اِلَهَهُ هَوَيهُ âyetinin bir tokadını yer.

Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâ­melle istiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştı­rır.» (Lem’alar sh: 275) (*) (Furkan Sûresi, 25:43.)

14- «Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldü­ren zehirli bir baldır. Ve insanı in­sanlara abd ve köle ya­par. O belâ ve musibete dü­şer­sen, (*) اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, o belâdan kurtul.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 83) (*) (Bakara Sûresi, 2:156.)

Riyakârlığı şeref gösteren mimsiz medeniyet:

15- «Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, in­sanları da o çamurla telvis ediyor. Ezcümle:

Riyâya şan ve şeref namını vermiş insanları da o pis ahlâka sevk edi­yor. Hakikaten in­sanlar o riyâya öyle alışmışlar ki, şahıs­lara yaptıkları gibi, millet­lere, hattâ unsurlara bile yapıyor­lar.

Gazeteleri o riyâya del­lâl, ta­rihleri de alkışçı yapmış­lardır. Bu yüzden şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye” ün­vanı altında unsurî ha­yatlara fedâ edilmektedir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 188)

16- «Ey örf-ü nâsta şan u şeref namıyla müsemma olan şöh­reti isteyen adam! Gel bu mes’eleyi benden öğ­ren. Zira ben, kat’iy­yen gördüm ki, şöhret ayn-ı riya­dır ve kalbin ölümü demek­tir. Öyle ise aman ona talib olma ki, insanlara abd ve köle olmaya­sın. Eğer sana verilmişse yani içine düşmüş isen (*) اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ söyle.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 165, Tercüme A. Badıllı) (*) (Bakara Sûresi, 2:156)

17- «Ehl-i medeniyetin terakki diye zu’mettikleri şey, ancak bir sukuttur. Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır ve intibah diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaf­lette bir batmaktır. Ve nezaket dedikleri mes’ele, nifakî bir riyadır. Ve zekâvet diye gu­rurlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir. Ve insa­niyet diye tahmin ettikleri şey, an­cak insani­yetin hayvani­yete bir inkılabıdır.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 192, Tercüme A. Badıllı)

18- «Cahiliyet devrinin menhus bir yadigârı olan un­suriyet­perverlik taassubunun izahı ve iç yüzü şöyle­dir ki: Birbirine tesa­nüd ile katılaşan bir gaflet ve birbi­riyle yar­dımlaşarak cevablaşan bir riya ve bir zu­lümden ibarettir. Evet bu gaflet, riya ve zul­mün be­lasıdır ki un­suriyet ve milliyeti ırkçılara mabud haline ge­tirmiştir. El’iyazübillah.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 227, Tercüme A. Badıllı)

19- «Şu fâsık medeniyet, öyle müdhiş bir riya mey­dana ge­tirmiştir ki, medeniyetçilerin o riyadan kur­tul­ma­ları çok müşkil­leşmiştir. Çünki medeniyet ri­yaya şan ü şe­ref ismini tak­mıştır.

Evet medeniyetin bu riyası, adamı şahıslara dal­ka­vukluk ya­pıp müraîlik ettirdiği gibi, milletler ve un­sur­lara riyakâr ve tasni­atçı kılmıştır. Gazeteleri de, o riya ve mü­raîliğe dellâllar haline sokmuş, ta­rihi ise ona teşrifatçı ve alkışçı yapmıştır. Hem gaddar ve zalim hamiyet-i cahili­yenin desisesiyle mütemerrid olan unsuriyet-perverliğin hayatı içinde, şahsın mev­tini ona unuttur­muştur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 374, Tercüme A. Badıllı)

20- «Ya benim Rabbim ruz-u mahşerde dese ki: “Şu riya­kârı nîrana sevkediniz!.” Ne yaparım?

İlahî! Senin bab-ı rahmetinden başka bir melce’, bir kapı yoktur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 382, Tercüme A. Badıllı)

Riya-yı kelâmî:

21- «Nefsimin hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannukârane ferahlana­cak kıymettar bir malı olmadığı gibi, başkasının ena­niyetle tekeddür etmiş ne­fislerine de bir kıy­met vermiyorum. Tâ ki onlara riya-yı ke­lâmî ile tasannu ve ubudiyetkâ­rane tekellüf ya­pa­yım.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 386, Tercüme A. Badıllı)

22- «Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet ile­dir. (Yani li­vechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucb, riya ve gös­teriş iledir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 403, Tercüme A. Badıllı)

23- «Gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mü­te­haccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i müteces­simdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve he­vâya, he­vesi kamçılayıp teş­vik eder.» (Sözler sh: 410)

24-Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onunn varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu’metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa’ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.

İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.” (Mesnevî–i Nuriye sh: 403, Tercüme A. Badıllı)

Hayrı şerre çeviren riya:

25- «Rabian: Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î Onun izniy­ledir. Tevfik Onundur. Minnet Onadır. Senin hak­kın, şükürdür, fahir değildir. Çünkü fa­hir, irae, ya­ni gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu hakikati bilmedi­ğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gu­rurlu oldun.» (Nur’un İlk Kapısı sh: 45)

Hizmet-i diniye istiğna ile yapılabilir:

26- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düş­mez, haki­kat mukabilinde dünya malını almaz, ta­sannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i haki­kat elmas kıymetinde ise, sadaka al­maya mecbur olmuş, ehl-i ser­vete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş gö­rünmek için riyakâr­lığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstad­dan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)

Tenkidlere maruz kalmak, riyadan kurtulmaya ve­sile olur:

27- «Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet, bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıra­cak derecede, hakkında işâalar izhar ettik­leri zaman, ona tesellî nevinden dedim ki: “Sana bu su-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemâl-i sü­rur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.» (Barla Lâhikası sh: 200)

Riya sayılmayan hususlar ve riyakârlık sebebleri:

28- «Bu yakında hem Isparta’da, hem bu havalide Risale-i Nur’un İhlâs Lem’aları intişara başladığı mü­na­se­betiyle ve bir iki küçük hadise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi.

Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.

Birincisi: Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez izharı, riya olamaz—meğer, gayet za’f-ı imanla beraber, fıt­raten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye te­mas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı ol­duğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zat­lar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok se­vaplı ol­duğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bi­d’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şera­fetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haram­ların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha se­vaplı ve hâlistir.

İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,

Birincisi: Za’f-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, es­baba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârâne vaziyet alır. Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’dan al­dıkları kuv­vetli iman-ı tahkikî der­siyle esbaba ve nâsa ubudiyet nok­tasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudi­yetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.

İkinci sebep: Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında te­veccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet al­maya sevk ediyor.

Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisat ve kanaat ve te­vek­kül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersin­den aldık­ları izzet-i imaniye, inşaallah onları ri­ya­dan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluk­tan men eder.

Üçüncü sebep: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sa­hibi ol­mak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve in­san­lara iyi görün­mek, tasannukârâne (haddinden fazla ken­dine ehemmiyet verdir­mek) ve tekellüfkârâne (lâyık ol­madığı yüksek makamlarda gö­rünmek) tarzını ta­kın­makla riya eder.

Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil et­tik­leri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin he­sabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emma­reyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu za­manda birisi de fenâ fi’l-ih­van, yani şahsiyetini kardeş­lerinin şahs-ı ma­neviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, in­şaallah, ehl-i hakika­tin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulur­lar.

Üçüncü nokta: Vazife-i diniye itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavır­lar ve vaziyetler, hod­furuşluk ve riya sayılmaz ve sa­yılmamalı—meğer o adam, o va­zifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal ede.

Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları iz­har eder, ismâ eder hiçbir cihette riya olamaz. Fakat va­zife haricinde o tesbi­hatları âşikâre halklara işittir­meye riya gi­rebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.

Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı dini­ye­le­rinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâ­irdeki takvâla­rında, Kur’ân hesabına vazifedar sa­yı­lırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur’a, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha ya­zı­lacaktı, fa­kat bir tevakkuf hali kesti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)

Riya hissini görüp izale etmek:

29- «Hem on dakika zarfında, büyük bir müca­hede-i mânev­îde, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düş­manlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs‑i emmâ­renin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i te­fevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı his­siyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atma­dım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet da­marını hissettim.

Cenab-ı Hakka yüz bin şükür edi­yorum ki, Risale-i Nur ve bil­hassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğ­far olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtul­dum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)

Şöhret, ihlâsa zıddır:

30- «Hususan acip bir riyakârlık olan şöh­retperest­lik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geç­mek ve insanlara iyi gö­rünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 195)

Merdumgirizlik ihlâsa vesile olur:

31- «Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara za­rar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki âzamî ih­lâs için bu has­ta­lık verilmiş. Çünkü bu za­manda şan, şeref perdesi altında riya­kârlık yer al­dı­ğından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enani­yeti terk lâzımdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 201)

32- «Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hod­furuşluk, bir enaniyet mânâsını verip halk­larla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlâhînin ihsa­nıyla sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mec­bur olmasın ve hatırları da kırıl­masın.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 237)

Geylanî Hazretlerinin riyakârlığı tedavi eden şid­detli irşadı:

33- «Fütuhu’l-Gayb kitabında “Yâ gulâm!” tâbir et­tiği bir ta­lebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye ya­pı­yor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu: “Eyyühe’l-münafık,” “Ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye, diye… Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin ar­kasından bir lezzet geldi işti­yakla o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi iç­tim. Elhamdü lillâh, kaba­hatlerimi anladım, yaralarımı his­settim, gurur bir de­rece kırıldı.”» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 144)

Bediüzzaman Hazretlerinin riyakârlıkdan uzak dur­ması:

34- «Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoş­lanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade ol­malarını emreder. Ve buyururlar ki: “Tekellüf, şer’an ve hikmeten fenadır, çünkü te­kellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevk eder. Mütekellif olan­lar, bazan hodbinane ve tezahür ve tefâ­hur tavrı ve muvakkat so­ğuk bir riyakâr vaziyeti takın­mak­tan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zede­ler.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)

Riyakârlık yalancılıktır:

35- «Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı iç­ti­maiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve ta­sannu, alçakça bir ya­lancılıktır. Nifak ve müna­fıklık, mu­zır bir yalancılıktır.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 45)

Riya, sevabı günaha çevirir:

36- «Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı se­vaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbe­der.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 51)

37- «Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösterişledir. Ve fıtrî ola­rak vicdanda şu­urla biz­zat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıtâ bulur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 201)

Merdumgirizlik ihlâsın muhafazasına vesiledir:

38- «İnayet-i İlâhiye dahi, hizmet-i imaniyedeki ih­lâsı kır­mamak ve tasannukârâne hodfuruşluk va­ziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenle­rin karşı­sında beni tekellüf­lere ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu za­manda çok tesir eden şahsıma karşı te­veccüh, mu­habbet ve hizmete zarar veren kendini ma­kam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur’ân’dan gelen Risale-i Nur’un elmas gibi hakikatle­rini bana mâletmekle cam parçalarına indir­memek hikmetle­riyle, Cenab-ı Erhamürrâhimîn bana bu hasta­lığı vermiş­tir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 61)

Şöhretli sahalardan kaçmak:

39- «Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöh­retperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zama­nında in­sanlara kendini satmaya çalış­mak ve beğendir­mek, bir anda Nur şakirdleri böyle bü­yük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mev­kilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihe­tiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirdle­rini tam ihlâsın mu­hafazası için şimdilik müsaade etmi­yor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 257)

40- «Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düş­kün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!

Eğer binler meyve veren incirin menşei olan kü­çü­cük bir çe­kirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün si­yah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çu­buğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâ­zım ol­duğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimet­ler için fahre, gu­rura belki bir hakkın var.

Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çe­kirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyarın bulunmakla, o nimet­lerin kıymetlerini fahrinle tenkis edi­yorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfra­nınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp edi­yorsun.

Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöh­ret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâ­binliktedir.» (Sözler sh: 230)

41- «Hem insanlara kendini bildirmek bir şöhretpe­restlik olmasından, bir enaniyet, bir hod­fü­ruşluk, bir ri­yakârlık ihtimali var. Bu ise, bizim gibi­lere tam zarardır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 161)

42- «Risale-i Nur Müellifi, bütün müellif ve mu­harrir­lerin en mütevaziidir. Şöhret ve tekebbürün en büyük düşmanıdır. Bütün dünya metâına arka çe­virmiştir. Ne mal, ne şöhret, ne nü­fuz—bunların hiçbi­risi onun pâyine ulaşamamıştır ve ulaşamaz.» (Tarihçe-i Hayat sh: 654)

43- «Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u ima­niye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ih­san etmiştir.

Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lil­lâ­hil­hamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin men­faatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i ta­hakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan te­veccüh‑ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim men­fû­rumdur, onlardan ka­çıyorum.

Yirmi sene eski haya­tımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyo­rum, onları küstürmüyorum.» (Lem’alar sh: 171)

Kısmen tesbit edilen mezkûr ders ve ikazlar, riya ve şöhret gibi hissiyat ve hareketlerin terk edilmesinin lüzu­munu açıkça gösteriyor ve Risale-i Nur’da bir esastır.

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …