SEYYİD NE DEMEK VE SEYYİD KİME DENİR?
Lügat manası efendi, temiz ve fazilet sahibi müslüman zat demek olan bu kelime; esas itibariyle Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) soyundan olan ve O’nun sünnetine ittiba eden zatlara denir.
Bu kelime Kur’anda Al-i İmran Suresi (3:39) âyetinde geçer.
Resul-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir.
Hakikat nazarında nesebî şerafet, manevî ve ahlâkî fazilete istinad eder ve sünnet-i seniyeye lisan-ı hal ve kaliyle gösterilen muhafızlık gayreti derecesinde değer kazanır. Bu manevî değerleri terkedenler, hakiki siyadet ve şerafette hak kazanamazlar. Âyet ve ehadiste ümmetin Âl-i Beyt’e meveddet ve ittibaının istenmesindeki en mühim hikmet, Resulullah’ın (A.S.M.) şahsiyet-i manevîyesine rağbet-i umumiyeyi tergib ve tevcih etmekle, insanın varlık âlemine ve dünyaya gelmesindeki gaye-i İlahiyeye uygun bir anlayışa, hissiyata ve yaşayışa sahib olmasını ve onda terakki etmesini temin etmektir. Şerafet, mücerred soya istinad etse, bu hikmetleri makûse kılar. Nitekim asıl değer takvadadır. Hem bu hakikatı bilmeyen bir kısım kimseler arasında soy üstünlüğü iddiaları ve rekabeti başlar. Nitekim Bediüzzaman Hz.leri şahsî imtiyaz isteklerine kapı açan neseb, nesil ve para gibi şeylere ehemmiyet vermediğini şöyle ifade eder:
“Lillahilhamd ve lâ fahr.. (*) İhlas niyetini ihlal eden ve anasır-ı garaz olan neseb ve nesil ve tama’ ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir nesebim yok ki, mazisini muhafazaya çalışayım… Ben ebulaşey olduğumdan bir neslim de yoktur ki, istikbalini te’min edeyim. Öyle bir cünunum var ki, Divan-ı Harb dehşet ve tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı… Öyle bir cehaletim var ki, beni ümmî edip, dinar ve dirhemin nakşını okuyamıyorum…” (Münazarat sh: 85)
(*) Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i ni’met dahi bir şükürdür.
Yine Bediüzzaman Hazretleri kabir ziyareti sünnet olduğu halde, asrımızda istismara uğramasından dolayı ve ihlas için kendi kabrinin gizli kalmasını vasiyet etmiştir.
Demek oluyor ki, bazı zamanlarda su-i istimale uğrayan veya ona kapı açan şeylerden kaçmak veya onu gizlemek gerekiyor.
Hatta Bediüzzaman Hazretleri seyyidliğini bilmesine rağmen fakat herkesin bileceği şekilde zahir delillerle ortaya konmadığından siyadetin setri caiz olabileceği cihetiyle mezkûr hikmeti takib ederek mahkemedeki iddianameye şu cevabı vermiştir:
«Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hatta Denizli’deki ehl-i vukuf, “Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek” dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: “Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak” diye onları reddetmiş.» (Şualar sh: 383)
Diğer bir cevabında da şöyle der:
“Bununla beraber ben de manevî Âl-i Beyt’ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin وَعَلَى اۤلِهِ وَصَحْبِهِ duasında, “Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dahildirler” dediklerinden, o umumi duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir te’vildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.” (Şualar sh: 414)
Bediüzzaman Hz.leri eserlerinin çok yerlerinde, bilhassa kendine gösterilen büyük hürmetleri ta’dil etmek makamında yazdığı mektublarında, maddî ve manevî makam ve menfaatlerin istenmeyeceğini ısrarla ders verir. Bu tarz dersleri münasebetiyle kendisine sorulan bir sual:
“Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’i kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalatı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?”
Bu suale verdiği uzun cevabın bir kısmında şöyle der:
“Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakaik-ı imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi te’sir eder denilebilir. Bunda da iki mani var:
Birisi: Faraza velayet olsa da; bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.
İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fani ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir.” (Emirdağ Lahikası-I sh: 227)
Demek hürmet istenilmez, verilir. Ancak Kur’anî eserlerin ve ona bağlı olan cemaatin şahs-ı manevîsinin yüksek makamı nazara verilebilir. Bunun bir örneğini verelim: Bediüzzaman Hz.leri diyor:
“Faş etmek hatırıma gelmiyen bir sırrı, faş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
Risale-i Nurun şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile Hicaz’da bulunan- kutb-u azamın tasarrufundan haric olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor.
Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı Azam’da kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhir zamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.” (Kastamonu Lahikası sh: 196)
Bediüzzaman Hz.leri, asrımızdaki müceddidin dahi, bir şahs-ı manevî olacağını beyan eder. Ve ferdî şahsiyetle değil, ancak şahs-ı manevî ile fahredilebileceğini vecizevî bir şekilde şöyle ifade eder:”Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahür edemez; millet namına tefahür eder, hazm-ı nefs edemez.” (Mektubat sh: 477)
Âl-i Beyt’in yaptığı ve yapacağı dinî hizmetlerinin müessiriyeti ve âlem-i İslâm’ın kemalat-ı manevîyelerinin merkezi olmaları ve ümmete istikamet ve selâmet yolunu göstermeleri gibi büyük hikmetler için Peygamberimiz (A.S.M.) ümmetinin Âl-i Beyt’e meveddetini ve bağlılığını istemiştir.
İşte bu büyük maslahat-ı İslâmiyeyi muhafaza niyetiyle Âl-i Beyt silsilesi muan’an senetlerle seyyidler neslinin tesbitine çalışmışlar. Bu tesbitler kısmen kitablarda kaydedildiği gibi, kısmen de ağızdan ağıza intikalen gelmektedir. Bu arada normal veya bazı tarihî hâdiselerin zorlamasıyla vuku bulan muhaceretler ve sair sebeblerle tesbiti yapılamıyanlar da çoktur. Ancak âlem-i misalde cevelan edebilen ve manevî mükâşefelere mazhar ve kaif ilminin inceliğine vakıf olanlar, izn-i ilahî ile neseb tesbitinde manevî imkâna sahib olabilirler. Ezcümle:
Bediüzzaman Hz.nin bu tarz tesbit yoluyla yaptığını düşündüğümüz seyyidlik hakkında bazı hususi beyanları vardır. “Bediüzzaman Said-i Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, Abdülkadir Badıllı, Timaş Yayınları 1990-İst. sh: 36” da mevzumuzla alâkalı bazı rivayetler kaydedilmiştir.
Bu seyyidllik mevzuu, bir derece hassas bir meseledir. Seyyidliği muan’an senedle zahir olanın siyadetini setretmesi, büyük maslahatları hâmil olan bu nesebin unutulmasına yol açar. Eğer olur olmaz herkesin seyyidlik iddia edebilmesi imkânı verilse, siyadet meselesinde teşettütlere ve menfi nesebî rekabetlere, hem ihlas ve tevazu gibi fazilet esaslarında zarara bais olabilir. Demek her şeyin ifrat ve tefritten azade ve müvezeneli bir vasatı vardır. Bu vasatı korumak ve teşettütleri önlemek gibi hikmetler için:
“Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkâr ve duhul ile huruc haram oldukları gibi, hadis ve Kur’anda dahi ziyade veya noksan etmek memnu’dur.” (Muhakemat sh: 46) şeklinde bir düstur konulmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri “Âl” hakkında şöyle der: “Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) iki âl’i var. Biri: Nesebî âl; biri de şahs-ı manevî ve nuranisinin risalet noktasında âl’i var.” (Osmanlıca Lemalar sh: 120)
Demek oluyor ki, ikinci manevî âl’in vazifesi daha ehemmiyetlidir. Çünkü biri nesebe, diğeri risaletin vazifesine bağlıdır.
Risale-i Nur Külliyatının müteferrik yerlerinde, mehdiyetin asıl vazifesi manevî iman hizmetinin birinci derecede olduğu ve bu hizmetin de birinci derecede Nur şakirdlerinin haslar dairesine istinad ettiği beyan edilir.
Bediüzzaman, iman hizmetinin hâdimleri olan Nur şakirdlerinin, ikinci manevî âl’in devamı olduğunu şöyle izah eder:
“Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyn’in (R.A.) ve Gavs-ı Azam’ın (K.S.) -ihbarat-ı gaybiyeleriyle- şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi; Gavs-ı Azam (K.S.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur’dan haber verip tercümanını teşci’ etmiş. Bu mahrem dört risale, Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşaallah bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i vukufu onlara itiraz edememiş, yalnız “Bu yazılmamalı idi” diye küçük bir tenkid etmişler. Ben de cevab verdim, onlar sustular.
Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam’dan (K.S.) ve Zeynelabidin (R.A.) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (R.A.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” (Emirdağ Lahikası-I sh: 67)
“Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a “Celcelutiye Kasidesi” nde rumuzlu işaratıyla pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım İmam-ı Ali’dir (R.A.). Ve (42:23) قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّالْمَوَدَّةَ فِىاْلقُرْبَىâyetinin nassıyla, Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır. Ve Vehhabîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakiki şakirdlerinde olmamak lâzım geliyor.” (Emirdağ Lahikası-I sh: 204)
“Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: “Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler.” Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir manada hakiki Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nur’daki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum.” dedim, o ehl-i vukuf sustu.” (Emirdağ Lahikası-I sh: 267)
Bediüzzaman Hz.leri bir talebesinin yazdığı mektubunun bir kısmını şu şekilde ta’dil etti:
“Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşen-ül Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hz. Hasan (R.A.) ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir.” (Emirdağ Lahikası-I sh: 72)
Mezkûr nakillerde Risale-i Nur ve has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi, en birinci ve âlî hizmet olan hakaik-ı imaniyenin neşrinde vazifedar gösteriliyor. Yine Bediüzzaman şimdi bu asırda âlem-i İslâmda büyük bir yekûn teşkil eden Âl-i Beyt cemaatlerinin ikinci ve üçüncü derecedeki “hayat” ve “şeriat” dairelerinde hizmet edeceklerini ve bu vazifenin tatbikçi mümessili olan Hz. Mehdi’nin en has ordusu olduğunu da beyan eder. Bu parağrafta açıkça ifade edildiği gibi an’aneli şecere ile bilinen âl-i Beyt cemaatlerinin tam bir itimad ile bağlanmaları için, başlarına geçecek zatın da şecere ile bilinen seyyid olması, gayet münasib ve maslahatlıdır.
Amma risaletin verasetini hâmil ve mehdiyetin hakikat ve asliyeti olan ikinci âl ise, birinci âl’deki kemmiyete değil, keyfiyete ve a’zamiyet mesleğine istinad ettiği için, siyadet gibi meziyetlerini umuma izhar etmez belki tesettür toprağında gizlenir. Bu hakikatı Bediüzzaman Hz.leri nim-manzum bir şekilde şöyle ifade eder:
“Meziyetin varsa hafa türabında kalsın, ta neşvünema bulsun
Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme, ger perde-i hafanın altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.
Herbir ihvanın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celbeder bir nazar-ı hürmeti.
Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında; üstünde zalim olursun. Güneş iken orada; burada gölge edersin.
İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir; sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün.
Nerede kaldı yalancı tasannu’ ve riya ile kesb-i teşahhus, şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî, hem o nizam-ı ahsen.
Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.
İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum’ada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.
Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, Esma-ül Hüsna’dan muzmer iksir-i İsm-i Azam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen.
İbhamda izhar eder, ihfada isbat eder. Meselâ: Ecelin ibhamında bir müvazene vardır; her dakikada tutar ve vaziyet alırsan.
Kefeteyn-i havf ü reca hizmet-i ukba, dünya. Tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen,
Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak dar ağacına gidersin.
Şey’en şey’en üzelmek, vehm de teselli vermez; sen de rahat etmezsin…” (Sözler sh: 720)
Âlim ve meşhur bir Nurcu olan ve Bediüzzaman Hazlerinin, âhirzamanda geleceği ehadiste müjdelenen âl-i beytin büyük şahsiyeti olduğunu dehşetli mahkemeler karşısında dahi dava eden Ahmed Feyzi Kul, aynı mevzuda Maidet-ül Kur’an namıyla ve cifir ilmine müstenid bir eser yazmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu eserin muhteva ve davasını, şahsına ait kısmını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine çevirerek tasdik eder.
Keza Küçük Ali namında bir zat, üstadı olan Bediüzzaman Hz.leri hakkında kanaatını şöyle ifade eder: İmam-ı Ali’nin (R.A.) “Said Nursî Hazretlerine sair evliyaya muhalif olarak mübhem değil, sarihan haber vermesi, bizce birinci âl’den olduğu kat’îdir. Çünki sinek gibi bir mahlukun üstadımızı ta’ciz etmemesi, neslinden olan Abdülkadir-i Geylanî’den irsiyet almıştır. Gerçi üstadımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı, ikinci âl-i beytten olduğunu onlara isbat etti. Fakat maksadı, tam ihlasa muvaffak olduğu için kendi şahsını azlediyor. Kur’anın bir elmas kılıncı olan Risale-i Nur’u gösteriyor.” (Osmanlıca Lemalar sh: 376)
Hem yine âlim ve fâzıl bir şahsiyet olan Hasan Feyzi Efendi, Bediüzzaman’ın tashih ve tensibiyle Lahika’ya giren mektubunda aynen şöyle der:
«Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (R.A.) görülen يَا مُدْرِكًا kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürd” ima ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini icab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve meşhur olan bu zatın Risalet-in Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilan etmek içindir; yoksa Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakiki hüviyet ve milliyetini ihlal ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum. Âlem-i İslâmiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini onun çok sevmesinde ve hayıtının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan bu havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülâhazalar olsa gerektir.» (Emirdağ Lahikası-I sh: 84)
Yukarıda nakledilen kısımlar, Bediüzzaman Hazretlerinin tashih ve tasvibinden geçtiği halde ta’dil veya tebdil edilmemesinden bizzarure anlaşılır ki, Bediüzzaman Hz.leri nesebî âl’den olduğunu bilmektedir. Fakat veraset-i Nebeviyeyi hâmil olan ikinci âl’in son mümessili olduğu cihetiyle ve ihlas-ı tam ve tevazuu gerektiren o meslek ve vazifenin iktizasıyla, siyadetinin has dairesinde bilinmesi ve umuma izhar edilmemesi yolunu tercih etmiştir.
Ahmed Feyzi Efendi başta olarak Bediüzzaman Hazretlerinin bazı has şakirdleri, birinci âl’in, yani şecereli senedlerle seyyidliği umuma zahir olan Âl-i Beyt cemaatlerinin vazifesi olan siyasî ve geniş dairedeki hâkimiyeti hatıra getiren mehdilik hakkında üstadlarına atfen mektub ve takrizler yazdılar. Bediüzzaman Hz.leri ise, bu yazıları ta’dil ederek, hakikat-ı hali izah eden mektublar yazmıştır. Ezcümle bir mektubunda şu ifadeleri görüyoruz:
“Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir.” (Emirdağ Lahikası-I sh: 267)
Diğer bir mektubunda da, bir şeyhin itirazını, kader cihetinden ele aldığı kısmında şöyle der:
“Amma Kader-i İlahînin vech-i adaleti şudur ki:
Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiyede ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.
Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sadattan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı ta’dil edip adalet etti. “Size kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra lillâhilhamd, o muarızı susturdu; o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.” (Kastamonu Lahikası sh: 193)
Bediüzzaman Hazretleri aynı manada kader müdahalesinin, veraset-i nübüvvet vazifesini hâmil olan ikinci âl’in ilk ve küllî mümessili olan İmam-ı Ali (R.A.) dan başladığını da izah etmiştir.
Evet bu zamanda ikinci âl’i temsil eden haslar dairesinin, geniş daireye ait vazifesi; ikaz ve irşad etmek, esaslar göstermek ve vicdan-ı amme müvacehesinde manevî bir mürakıb ve nezzare vasfıyla siyaset-i İslâmiyenin ve ümmetin diyanet hayatının selâmetine çalışmaktır.
Nesebî âl’e mensub ve içtimaî geniş dairede muvazzaf gelecek zatın vazife makamının nokta-i nazarıyla, asıl mehdiyetin birinci vazife sahasına bakmanın, yani dar ve geniş daireleri birbirine karıştırıp tefrik etmemenin mahzurunu anlatan Bediüzzaman Hz.leri şöyle diyor:
“Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-yı İlahî noktasında bazı biçarelerin Nurla imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken bir teşekki ve sıkıntı geldi. Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütuhatta binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevî sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamat-ı manevîye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkından yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.” (Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektubdan)
Netice olarak deriz ki; seyyidlik, bir neseb ve soy taraftarlığı değildir. Belki hak ve hakikatı korumak vesilesi ve ümmete manevî bir emniyet ve itimad merkezi olmak istinadgâhını göstermektir. Rivayette hakiki âlimler, peygamberlerin varisleri ve ümenası (eminleri) oldukları bildirilir. Keza bu zamanda da Kur’anî ve imanî hizmetlerde bulunanların, itimad edilir sıfatlara sahib olmaları, daha çok ciddiyet kazanmıştır.
Neseben seyyid olup da takva ve diyaneti olmayanların dinde değer alamaması; neseben seyyid olmayan fakat muttaki ve salih olanların makbul ve kerim olmaları isbat eder ki; siyadetin, diyaneti takviye vesilesi olarak manevî bir kıymeti vardır, mücerred bir netice değildir. Gerçi Kur’an Âi-i İmran Suresi (3:33, 34) âyetlerinde Allah’ın, Âdem’i, Nuh’u, ibrahim ve İmran ailesini birbirinin zürriyetlerinden (soyundan) ıstıfa edip yani seçkin olarak âlemlere üstün kıldığı bildiriliyor. Bu âyette İlahî bir tathir ve şerafet mevzubahistir. Fakat müfessirler, bu şerafete, takva ve amel-i salih cihetiyle liyakat kazandıklarını beyan etmişlerdir. Demek asaletle diyanet cem’ olmuştur. Bu itibarla siyadet, ümmet nazarında kıyamete kadar kıymetini ve hürmetini koruyacak ve devam edecektir.