7 Ekim ile 13 Ekim tarihleri
arasında yapılan Rumeli
gezisinin günübirlik notları…
07 Ekim 2010 Perşembe ikinci Rumeli seyahatina çıkıyoruz. Ahmet Aytimur Ağabeyimiz her zamanki hassasiyeti ve dakikliğiyle sabah beni evden alıyor. Fedakar Bahadır kardeşimiz arabasıyla bizi şehir garajına bırakıyor. Biz de evvelden ayırttığımız biletleri alıp, Rumeli’ne doğru çift katlı otobüsle yola revan oluyoruz. Gayet güzel bir yolculukla Tekirdağ üzerinden İpsala sınır kapısına ulaşıyoruz. İşlemleri yaptırıp yerlerimizi alıyoruz. Dakikalar geçiyor, otobüs bir türlü hareket etmiyor, aşağıya iniyoruz ki, onlarca otobüs sırada bekliyor. Sordum ne var niye hareket etmiyoruz. Oradaki şoförler cevap veriyor. “Ankara’daki sistemde arıza varmış geçiş veremiyor.” Hayret ediyoruz, bu Ankara’daki sistem bunca yıldır bir türlü düzelmedi gitti. O sıra Ahmet Abiye bakıyorum hiçbir şey ile alakadar olmuyor. Almış eline Cevşen-i Kebir’i hazin hazin okuyor. Ne bir telaş, ne bir “ne oldu, niye gitmiyoruz?” sözü. Hiçbir şey ile alakasız Rabbine münacat-ı Peygamberi ile dua ediyor. O sıra bir saati geçmiş, bekliyoruz. Kendi kendime dedim: “Ya Rabb bu senin Peygamberinin bu asırda vekilinin has talebesi. “Ya müfettihul ebvab. İftahlena ya hayrül bab.” Bunun yüzü suyu hürmetine kapıları aç. Sonra otobüse doğru yöneldim bir baktım. Önümüzdeki Bursa otobüsünün şoförü koşa koşa arabasına geliyor. Sonra baktım bütün şoförler arabalarına koşuyor. Meğer sistem sabah 9.30 dan beri çalışmıyormuş. Şimdi açılmış. Demek daha başka dualar da birleşti ki kapılar açıldı. Elhamdülillah…
Yunanistan tarafına geçiş yapıyoruz, önce Dedeağaç’a uğruyoruz. Tabii ki bütün isimler Yunanca olmuş. Neydi adı: Dedeağaç; olmuş Akrapolis. Eh ne yapalım buna da şükür. Camilerimiz, Osmanlı yapıları herşeye rağmen “biz buradayız” diyorlar. Bir çok Osmanlı İslam yapısı eser görüyoruz. Oradan Gümülcine’ye yol alıyoruz. O sıra telefonumuz çekiyor fedakar İbrahim’e telefon ediyoruz az sonra oradayız diye. Telefon konuşması bitiyor, telefon hattı da kesiliyor. Eee ne yapalım her zaman “hayrul umuril ahmezuha” olmuyor. Bazen de teshilatlara mazhar oluyoruz.
Gümülcine hükümet meydanına indiğimiz zaman bir bakıyoruz ki, kahraman İbrahim ve Hafız Ali Reşad’ın talebelerinden Tarihçe-i Hayat kitabının arkasında “Avrupa Nur Talebeleri” toplu resminde bulunan Osman Selami Efendi, Üstad’ımızı İstanbul’da üç defa ziyaret eden ve Kur’an ve din tahsilini 1952-53 yıllarında İstanbul’da yapan, Ahmet abimizle kadim dost olan Gümülcine Ayazma Köyü’nden, müderris Hasan Efendi, arabasıyla bizi almaya gelen Mehmet Yakup Efendi ve İstanbul Zeytinburnu’ndan olup aslen Gümülcine’li nur gönüllüsü Yakup abimiz; hepsi oraya kadar gelip bizi istikbal ediyorlar.
Dershanede kısa bir sohbet: Ahmet Abi, Hasan Efendi ve Osman Selami hoca tatlı tatlı 1950 li yıllardan, o yılların hizmetlerinden, o senelerdeki Nur kahramanı Abilerimizden, tavizsiz Hocalarımızdan rahmetle bahisler ediliyor. Sohbet değil adeta Cennet iksiri, Cennetten bir esinti geliyor. O akşam dershaneye gelen arkadaşlarımız ve İskeçeden gelen kahraman Muharrem kardeşimizle de beraber yemek yiyoruz. Namazlar kılınıyor ve dersler yapılıyor. Biraz da yol yorgunluğunun da tesiriyle herkesi evine yollayıp istirahate çekiliyoruz. Allah rahatlık versin. Amin
08 Ekim 10 Cuma
Gümülcine’de mutad hayat başlıyor.
1960’ların Nur Talebelerinden Hasan Efendi isimli hoş, çoşkun bir zat ziyarete geliyor. Gümülcine Merkez Camiinde Cuma namazını kılıyoruz. Sonra ikindi vakti İbrahim kardeşin arabası ile İskeçe’ye yola çıkıyoruz. Dinklik Köyü’nde nurlara dost bir zatın yaptırdığı camiyi ziyaret ediyoruz. Hakikaten kubbeli muhteşem bir yapı.
İskeçe dershanesinde akşam namazı ve yemeği sonrası ünlü Rodop Dağlarına tırmanıp kıvrım kıvrım yollardan ders mahalline doğru yola çıkıyoruz. Dar yollar, ormanlık arazide gidiyoruz. Bu yol aynı zamanda bölgenin Bulgaristan ile bağlantısını sağlıyor. Tabelalar Bulgaristana yaklaştığımızı da haber veriyor. Nihayet sınıra yakın duruyoruz. Ketenlik Köyü; yol hemen köyün içinden geçiyor. Yatsı namazı vakti olduğundan yol üzerindeki camide cemaat namazda; hemen dahil oluyoruz. Ketenlik Rodop Dağlarının zirvesinde dağlar arasında bir köy. Yatsı namazında cami neredeyse tam dolu. Namazdan sonra cemaatle hoşbeş ediyoruz, biz Türkiye’den geldik deyince hepsi bir başka hal alıyorlar. Mesruriyetlerini ve duygularını dile getiremiyorlar. Camii imamı da Nur Talebesi. Hep birlikte ders yapılan eve gidiyoruz. Ev de cami gibi dolu. Muhterem Ahmet Abimizi görmeleri onlara ayrı bir şevk veriyor. Hz. Üstadımızı ilk defa ne zaman tanıdığını soruyorlar. Emirdağında 1949 sonu veya 1950 başlarında tanıdığını ifade ediyor. Ziyaret için kapısına geldiğinde evinin hem içeriden hem de dışarıdan kilitli olduğunu ifade ediyor. Ve daha bir miktar anlatıyor ve hemen kesip bir risaleden bir yer belirliyor ve okutuyor. Muharrem Kardeşimizin köyü olan, Ketenlik Köyü sakinleri can kulağı ile dinliyorlar. Sonra oradan çıkıp İskeçe’ye dönüyoruz. Çok güzel bir dershane olan şehrin merkezindeki dershanede kalıyor ve istirahate çekiliyoruz.
9 Ekim 10 Cumartesi İskece’de biraz daha az İslam şeairi görünüyor veya camiler medreseler büyük yapıların içinde kalmış. Buraya Rumlar daha da ehemmiyet vermişler ve yatırımlar yapmışlar. Fakat “mismar” hükmünde olan dini minareler ve “ilahi maabid” biz burdayız diye “hatasız ve bînisyan” İslamı ders vermeye devam ediyorlar. Çınarlı Cami’ye öğlen namazına gidiyoruz ve dönüşte Selvili Camiyi de ziyaret ediyoruz. Minareleri ve haşmetleri ve duruşları ile “biz varız ve İslam’ı tebliğ ediyoruz” diyorlar. Sonra şehir meydanına uğruyoruz, Osmanlı sembolü haşmetli çınar ağaçlarına ve meşhur saat kulesine bakılırsa meydanda ibadethaneler de var olduğu anlaşılıyor. Fakat görünürde bişey yok. Sonra sormamız neticesinde öğreniyoruz ki, saat kulesinin arkasında şimdi lokanta olmuş yerde camii bulunmaktaymış.
Burada dikkatimiz çeken bir şey de meydanlarında herhangi bir heykel vesair yok. Yani herhangi bir Yunan büyüğü de yok. Soruyoruz “okullarda da böyle bir şey yok” diyorlar. Olanlar da meydanın bir köşesinde ve çok basitce neredeyse görünmeyecek kadar küçük putlar. Sonra bizim memleketimiz hatırımıza geliyor, her yer, meydanlar, okullar ve resmi daireler malum şahsın heykelleri ile dolu. Allah bizleri ahirzamanın dehşetli şahsının rejimi bid’akâranesinden ve her yerde bulunan heykel ve suretlerinden kurtarsın diye dua etmekten başka çare bulamıyoruz.
Sonra akşam dershaneye çok sayıda İskece ve civarında ikamet eden nur talebeleri katılıyor. Öğrendiğimize göre ilk defa katılanlar da hayli varmış. Sohbete katılanlara Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin yaşayan talebelerinden olan Ahmet Ağabey’in de burada olduğu söyleniyor. Bir kenara oturmuş bulunan abimizin herkesin göreceği yere oturmasını arzu ediyorlar. Fakat ihlas timsali abimiz tevazulu halini hiç bırakmıyor. Dersler ve sohbetlerden sonra istirahete çekiliyoruz.
10 Ekim 10 Pazar sabah namazındandan sonra yatmıyoruz ve önceden planladığımız vecihle Selanik’e gitmek için hazırlıklara başlıyoruz. Gümülcine’den gelen İbrahim Kardeş ve Yakup Abi ve Ahmet Abi ve Selim kardeş ve İskeceden Nuri kardeş iki araba Selanik’e gitmek için İskeçe’den, yakın zaman önce yapılan otobana çıkıyoruz. Selanike doğru yol alıyoruz. Hemen biraz gidince levhalar ünlü Kavala şehrini gösteriyor. Ege Denizi kıyısında bir koyda bulunan tarihi Kavala şehrini geçip sonra meşhur Serez şehri levhaları görünmeye başlıyor. Sonra yine bizlerin çok bildiği Drama şehri levhaları sonra Bulgaristan’a giden yol kavşağı ve sonra Makedonya’ya giden yol kavaşağını geçip ünlü, tarihi hususan Osmanlı’nın tarihinde çok yeri olan izler bırakan Selanik’e giriyoruz. Selanik şehrinin giriş levhasını görünce, hafızalarımız bizi İkinci Meşrutiyet yıllarına, sonra güya 31 Mart olayını bastırmak için derme çatma toplananlarla birlikte İsatanbul’a doğru yola çıkan Hareket Ordusu’na, sonra o ordunun içinde bulunan müthiş şahsa götürüyor. Hayalen hepsini hatırlamaya çalışıyoruz fakat zihnimiz bizi zorluyor. Çünkü çok kısa zamanlarda o kadar işler vukuu buluyor ki, saymakla bitiremiyoruz. Selanik’in bende gıyaben çok hatırası vardı. Merhum Hüseyin Demirel kardeşimizle ahirzamanın malum zatının icraatlarını tesbit ederken hayalen Selanik’e çok gitmiştim. Müslüman Selanik’lileri ve onların ekseriya oturdukları kale mevki ve çevresini, sonra Rumların ve Yahudilerin oturduğu ve malum şahsın sık sık uğradığı deniz kenarı sahilleri ve sahillerde bulunan eğlence mahallerinin yerlerini dünya gözüyle de görüyoruz. Sonra İttihad ve Terakki Cemiyetinin genel merkezinin evvela orada kurulduğunu, II. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a nakledildiğini, sonra merhum Abdülhamid Han’ın hilafetten indirilip buraya sürgün olarak getirildiğini ve bir Yahudi’nin köşküne konulduğunu ve sonra 1912 de bu yerlerin Selanik’ten ta Meriç’e kadar elimizden çıkışını hüzünle hatırlıyoruz.
Fakat bize müjde veren, ümit veren ve heryerde hakikatleri bütün aleme ilan eden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’ni hatırlıyoruz. Bütün hüzünlerimiz ve elemlerimiz bir anda gidiyor. Yerine sevinç ve ümitler geliyor. Biz de o düşünceleri atıyoruz ve Üstad’ı dinliyoruz. Bakınız Bediüzzaman Hazretleri 23 Temmuz 1908 de İkinci Meşrutiyetin ilanının birinci haftasında Selanik’e geliyor. İstanbul’da irticalen söylediği nutkunu burada evvela İttihadçıların mason olmayan kısmına ve bütün dünyaya, ebediyyen yaşayacak hakikatler manzumesi olarak şimdi Envar Neşriyat tarafından tamamı orijinal olarak neşredilen “Asar-ı Bediyye” kitabında şöyle ifade ediyor:
SELANİK NUTKU
"Bediüzzaman-ı Kürdi’nin ilan-ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen ve sonra Selanik’te Meydan-ı Hürriyette tekrar ettiği nutkun sûretidir."(*)
Dağ meyvesi acı da olsa devadır, amma hazmı sâkil
Birinci tecrübe, birinci inşa’, birinci nutuk olduğundan noksan ve iğlakı tabiîdir. Mâzur tutarsanız, teşekkür ederim. Tutmazsanız mâzursu-nuz. Zîra hürriyet var.
Kaplan postuna benzeyen elbisem gibi, üslûb-u beyanım da zamanın modasına muhaliftir. Zîra alâturka terzilik bilmiyorum, tâ bu maâniye iyi libas keseyim ve düğme yapayım.
Reca ediyorum, nutkumu hayal-hanenize girmekten yasak etmeyiniz. Benim gibi hem hayalden kapı açın, tâ ki kalbe girsin. Zîrâ hamiyet ve diyanet ve gayretinizle iş var, müzakere edecekler. Kalbin karanlık köşelerinden ışık yakacaklar!.. (*) (devamı en sonda)
—————mmm—————
İşte bu meydanda, 1908 II. Meşrutiyetin ilanının birinci haftasında, burada verilen bu nutku, yüz sene sonra burada Hürriyet Meydanı’nda okuyoruz. Gümülcineli İbrahim okuyor biz dinliyoruz. Yunanlılar bir iyilik yapmışsa meydanın adını değiştirmemişler. “Efistarias Saurez” yani Hürriyet Meydanı. Fakat meydanı adeta yolunmuş kuşa çevirmişler. Meydan meydanlıktan çıkmış, otoparka dönmüş. Oturacak bir bank yok. Yere sergi serelim diyoruz. Ahmet Abimiz olur mu öyle şey diyor. Bir de baktık ki İskece’li mobilyacı Nuri kardeş, arabasının arkasından iki adet tabure gibi küçük sehpa getiriyor. Neyse birine Ahmet Abi, birine ben oturuyorum. Yakup Abi kapısı açık arabaya oturuyor. Selim ve Nuri kardeşler de ayakta dinliyorlar. Fakat nutku okuyan İbrahim kardeş ayakta nutku okuyor. Zaten nutuklar ayakta okunur ya. Üstad’ımızın hatırasını, yüzyıl sonrasında yadettikten sonra, paralı otoparka dönmüş olan meydandan otopark ücretimizi ödeyip çıkıyoruz. Sahil kordon boyundan ilerliyoruz. Kordon boyu adeta İzmir kordon boyunun aynısı. Tek tük Osmanlı yapısı bırakmışlar. Bunca yıl bu topraklarda hüküm süren Osmanlının neredeyse bütün izlerini silmişler. Kordon boyunun sonunda Osmanlıdan kalma haşmetli bir kule var onu da turistik amaçla meydanda bırakmışlar. Namaz kılacağız fakat bir tek ne mescid ne cami var. Halbuki Osmanlı bu kadar sene hükmettiği büyük bir merkezi şehre camii, mescid yapmasın mümkün değil. Her neyse…
Evvela buralara bakıp hüzne kapılıyoruz ve sonra Türkiye’ye bakıp evvela Risale-i Nur’ların telif edimesine ve sonra Anadolu’dan başlayıp bütün dünyaya yayılmasına bakıp bakıp ümit doluyoruz.
Kısa bir şehir turu yaptıktan sonra, “tekrar görüşeceğiz Selanik” diyerek oradan ayrılıyoruz.
Şehirden kısa bir süre ayrıldıktan sonra, otoban dinlenme yerinde seriyoruz çardakların altına yaygılarımızı hepbirlikte cemaatle öğlen namazımızı kılıyoruz, tesbihatımızı yapıyoruz. Yunanlılar ve gelip geçenler hayretle izliyorlar. Bizi hayretle izleyen Yunanlılara Ahmet Abimiz kısa süre önce Yunancaya tercüme edilen ve Envar Neşriyat tarafından Yunanca basılan Haşir Risalesi’nden birer tane hediye ediyor. Rumca bişeyler söylüyorlar. Yunanistan vatandaşı kardeşlerimize soruyoruz “çok çok teşekkür ediyoruz” diyorlarmış. Bu ülke şimdilerde çok değişmiş. Hele yeni nesil çok daha rahat, önyargılardan uzak, insan olmanın ve insan gibi yaşamanın lezzetini tatmak istiyorlar ve insanlığın ortak değerlerini ön plana çıkarmak istiyorlar. Avrupa Birliği’nde olmaları da bunlara çok güven vermiş. Nokta-i istinadlarının kıymetini anlamışlar. Dünya hayatını güzel yaşamak ön plana çıkmış. Duyduğumuz göre son on-onbeş yılda nufüs artmamış.
Her neyse biz yolumuza devam edelim. Gümülcine’ye doğru iki araba devam ediyoruz. Yolda Kavala’nın ünlü kurabiyesinden bir tadımlık almadan geçemiyoruz. Yolumuz tekrar İskece üzerine uğruyor ve bize İskece’den katılan Nuri kardeşe veda edip Gümülcine’ye devem ediyoruz. Gümülcine’de haftalık ders günü, akşam arkadaşlar toplanıyor. Gümülcine daha da Nur tarihiyle dolu bir şehir. Merhum hafız Reşad Ali Efendinin izi her yerde var. Yetiştirdiği talebeler hala aktif ve onca yaşlarına rağmen Balkanların havasından mı suyundan mı bilmem hizmet aşkıyla yanıp tutuşuyorlar. Bu zamanın cihad-ı maneviyesinin tam içindeler. Said Nursi Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayat kitabının son kısmında bulunan “Avrupa Nur Talebeleri” bahsi ve toplu sarıklı cübbeli resimdeki bir kısım talebeler -Allah Rahmet Etsin- vefat etmişler. Fakat daha bir kısmı hayattalar ve onca yaşlarına rağmen dersleri takip ediyorlar. Merhum Ahmet Feyzi Abi hep derdi ki: “Nesl-i cedid demek tüyü bitmemiş çocuk demek değildir. Nesl-i cedid demek asrın imamını tanımış onun metodunu benimsemiş yepyeni hizmet anlayışına sahip kimse demektir” derdi. İşte Gümülcine ve İskeçe’deki Hafız Ali abinin yetiştirdiği nur talebeleri böyledir. Hele bir Osman Selami Hoca var ki, duruşu, ders okuması, heyecanı tam bir “nesl-i cedid” örneği. Gümülcine akşam dersi bu hava içinde geçiyor. Osman Selami Hoca Ahmet Abinin yeni bastırdığı “Arabi Mesnevi-i Nuriye” kitabından arapça okuyup bize tercüme ediyor. Çok istifadeli bir ders oluyor. Dersler ve sohbetlerden sonra herkesi uğurlayıp Yakup Abi, Ahmet Abi ve Mısırlı bir kardeş beraberce dershande kalıyoruz.
11 Ekim Pazartesi sabah namazı istirahatten sonra öğleyin Yakup Abiyle Gümülcine çarşısın geziyoruz. Yakup Abimiz malum burada doğmuş. Doğduğu mahalleye götürüyor bizi. Sonra oynadığı sokaklar, mahalle komşuları, çocukluk yılları, gençlik yılları ve daha bin bir hatıralar sinema şeridi gibi geçiyor gidiyor, gözünün önünden akıyor. Fakat bu hüzünleri karşılayan, buralarda nur hizmetlerinin olması, Risale-i Nurların okunması teselli veriyor. Akşam Gümülcine’ye 40 km uzaklıkta Işıklı Köyü’ne, fedakâr Mehmet Yakup kardeşimizin arabasıyla derse gidiyoruz. Müderris Hasan Efendi abimiz de bizimle geliyor. Çevre köylerden gelen Nur Talebeleriyle birlikte akşam yemeğinden sonra Nur Dersine katılıyoruz. Beşinci Şua’dan geniş bir ders yapılıyor ve bütün hayfımızın alındığını hissediyoruz. Sonra gece Gümülcine dershanesine dönüp o gece de orada kalıyoruz.
12 Ekim Salı günü sabah namazına Osman Selami Hoca geliyor ve sabah namazını o gür ve heybetli sesiyle ve güzel tilavetiyle kıldırıyor. Tesbihat ve namaz dersinden sonra Ahmet Abi, Osman Selami Hoca ve benim aramızda çok derin ve tatlı yakın tarih ve hizmet hayatı sohbeti yapılıyor. Sonra İskeceden Muharrem kardeşimiz evvelceden kararlaştırdığımız üzere Gümülcine’ye geliyor. Çarşamba günü de Türkiye’ye dönmek niyetiyle tekrar İskece’ye gidiyoruz. Orada evvela Nuri kardeşimizin mobilya mağazasına uğruyoruz. Öğlen namazını orada kılıp sonra İskece dershanesine gidiyoruz.
Muharrem kardeşimiz bizi Rodop Dağları arasında bulunan müslüman Türklerin yaşadığı köylere götürüyor. Dar ve kıvrım kıvrım yollardan zirvelerde, vadilerde bulunan köylere gidiyoruz. Yunanca isimlerle Türkçe ismlerin içiçe girdiği köylerde isimleri hatırımızda tutmakta zorlanıyoruz. Hemen umumen ilk göze çarpan camiler, minareler ve din eğitimi veren çoğu camilerle bitişik medreselerdir. … Köyünde Recep Kardeşimize uğruyoruz. Hemen evine davet ediyor, oturur oturmaz oraların eski Osmanlı’dan kalan adetleri mucibince kahve ikram ediyorlar. O bölgeler hemen umumiyetle çayı pek bilmiyorlar. Kahvenin her çeşidi bolca tüketiliyor. Sonra akşam namazına yakın ünlü meşhur Şahin Köyü’ne varıyoruz. Köy çok gelişmiş sorduğumuzda bin haneden fazla olduğunu öğreniyoruz. Bu köyün hususiyeti ve bizce meşhurluğu, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin “Tarihçe-i Hayatı” kitabının son kısımlarında bulunan:
“Yunanistan’da Risale-i Nur neşriyatını yapan ve yüzlerce Nur talebesi yetiştiren bir zâtın, Türkiye’deki Nurcu kardeşlerine yazdığı mektub” isimli mektuptan ve “Avrupa’daki Nur Talebelerinden bir grup, hocalarıyla bir arada” resmindeki köyün burası olmasıdır.
Şahin Köyü’nde, öğretmen Mustafa kardeşimizin evinde misafir oluyoruz. Muhterem babası köy imamı ve hafız bir zat. O da Hafız Ali abinin talebelerinden, medresede yetişme hafızlardan. O resmin çekildiği medreseyi ve yerleri görüyoruz. Sonra gece yatsı namazını köy camiinde kalabalık bir cemaatla kıldıktan sonra İskece’ye avdet ediyoruz. Medresede, ertesi günü yolculuğumuz olduğundan bizi uğurlamaya gelen Gümülcine dostlarını buluyoruz. Sohbetten sonra vedalaşıp onlar gidiyorlar. Biz de istirahate çekiliyoruz. Ertesi günü öğlen 12 de otobüsümüz hareket edecek.
13 Ekim Çarşamba Elveda Rumeli demiyoruz, “Allah’a ısmarladık” Rumeli deyip ayrılıyoruz. Çok şirketler otobüs seferleri koymuşlar. Ulaşım çok kolay, yollar güzel, zemin maddi manevi müsait. Yalnız şimdilik bir hafif engel var. O da vize almak mecburiyeti. İnşaallah Balkanların Anadolu’yla irtibatının kesilmesinin yüzüncü senesinde tekrar bugünün şartlarında ve gereğinde irtibat kurulur ve vizeler kalkar ve bizler de kardeşlerimize, dindaşlarımıza kavuşur ve asırlardır beraber yaşadığımız gayr-ı müslim komşularımızla sulh içinde yaşarız. Nasibi olanlara da Risale- Nur’larla imanlarının kurtulmalarına hizmet ederiz. İnşaallah…
Sözümüze Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin şu müjdeleri ile son veririz…
“Bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.” Hutbe-i Şamiye ( 86 )
“Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden kaviyyen ümidvarız.” Divan-ı Harb-i Örfi ( 75 )
“Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış” Divan-ı Harb-i Örfi ( 66 )
Mesut Zeybek
(*) Not: Bu nutuk; Hürriyet ilanının (ll. Meşrutiyetin) üçüncü gününde 27 Temmuz 1908 tarihine nutuk olarak İstanbul’da;
Ve bir hafta sonra da Selânik’te irad edildiği gibi;
02 Ekim 1908 – 08 Ekim 1908 tarihleri arasında 11, 12, 24 ve cilt 2 sayılı Misbah Gazetesi’nde neşredilmiş ve sonra;
“Kütübhane-i İctihad” sahibi Ahmed Ramiz tarafından “Nutuk” diye derlenen Bediüzzaman Hazretlerinin sair bazı makaleleri ile birlikte 1910 tarihinde İstanbul–İkbal-i Millet matbaasında tab’ ettirilmiştir.
Biz, ayrı ayrı zamanda neşredilmiş bu Nutuk’un, ya da Makalelenin her iki nüshalarını da yeniden karşılaştırdıktan sonra dercettik.
Bu nutkun Misbah Gazetesiyle olan farkları dipnotlarda siyah yazı ile verilmiştir.
“Misbah” gazetesi 2 Ekim 1908 nüshasında, bu nutkun ilk bölümünün başında şöyle bir tarif koymuştur:
“İstanbulumuzca Kürd Hoca denmekle maruf, fazıl-ı şehîr Bediüzzaman-ı Kürdî Molla Said Hazretlerini inkılab-ı mes’ud ibtidalarında Dersaadet ve Selanik’te kerraren irad edip bilhassa gazetemize ihda eylediği nutk-ı irticalidir.”
Biz ise “Nutuk” kitabındaki metni asıl aldık.
* HÜRRİYETE HİTAP
Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müdhiş amma güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun; benim gibi bir Kürdü tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum.
Eğer aynü’l-hayat-ı şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûme de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse!..
“El-azametü lillah vel-minnetü lehû” ki; bizi kabr-i vahşet ve istibdaddan ihraç ve cennet-i ittihad ve muhabbet-i milliyeye davet etti.
Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet, ne güzel bir haşir ki, “vel-ba’sü ba’de-l mevt” hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:
Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış; ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا demeye başladılar.
Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için, inşâallah bir seneye kadar تَكَلَّمَ فِى الْمَهْدِ صَبِيّاً nin sırrına mazhar olacağız!..
Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milletin beraât-i istihlali olan Kanun-u Şerî-i Esasi, hâzin-i Cennet gibi bizi oralara duhûle davet ediyor.
Ey mazlum ihvan-ı vatan!.. Gidelim dâhil olalım!
Birinci kapısı: İttihad-ı kulûb.
İkincisi: Muhabbet-i milliye.
Üçüncüsü: Maarif.
Dördüncüsü: Sa’y-i insanî.
Beşincisi: Terk-i sefahettir.
Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zîrâ davete icabet vâcibdir.
Bu inkılab-ı azîmin fatihası mu’cize gibi başladığı için bir fâl-i hayırdır ki, hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:
Bu inkılab, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve isti’dad-ı terakkiye karşı sedleri zîr ü zeber ederek, hükûmeti varta-yı mevtten tahlis ve bu millet-i mazlumede cevher-i insaniyeti izhar ve âzade olarak kâ’be-i kemâlâta doğru gönderdiği gibi; hâtimesi de, yani otuz sene kadar rengârenk sefahât ve hevesât ve israfât ve lezaiz-i nâmeşruâ gibi seyyiat-ı medeniyet, devlet-i medeniyeti, (hükûmet-i müstebide gibi) inkıraza sevkeden umûrlar maddeten zararını ihsas edeceğinden o muzlim ve kesif olan sehab, arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan, şems-i Şeriat ve ma’kesi olan kamer-i medeniyet berrak ve saf cevv-i asûmanda (*) Asya’yı ve Rumeli’ni tenvir ve mutazammın olduğu isti’dad-ı kemâlin tohumları tenmiye ve hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bularak rengârenk elvân ile tezyin edeceğini bu fâl-i hayır bize müjde veriyor. Mu’cize-i Peygamberîdir (A.S.M.) ve bu millet-i mazlumeye bir inâyet-i İlahîyedir ve cem’iyet-i milliyenin niyet-i hâlisesinin kerametidir ki,(**) bu maden-i saadet ve hürriyet olan ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî elimize meccanen geçti. Milel-i saire milyonlarla cevahir-i nüfus feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyât ve âmâl ve müyulat-ı âliye-i milliyemiz ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen (cezbe tutmuş mevlevî gibi) meczub cevvalin sımahında tanin-endaz ve umum milleti sürur ile bir garib ihtizaza getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet, nefh-i sûr-u İsrafil gibi hayatlandırıyor.
Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye, ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; bu Şeriat-ı Garra üzerine müesses olan Kanun-u Esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.
Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşruâ ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik, neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu’cize-i Peygamberî (A.S.M.) ile, şimendifer-i Kanun-u Şerî-yi Esasiyeye(1) amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri bir zaman-ı kasirde tekemmül-ü mebadî cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zîrâ onlar öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadîye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiye ve isti’dad-ı fıtrî ve feyz-i imanın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiş idik.
Talebeliğin bana verdiği vazife ile hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum:
Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti sû’-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın.(HAŞİYE) Zîrâ hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriatla ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünema bulur. Sadr-ı evvelin, yani sahabe-i kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdad hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsâvâtları bu müddeaya bürhan-ı bahirdir. Yoksa hürriyeti sefahet, lezaiz-i nâmeşrua, israfat, tecavüzat, heva-i nefse ittiba’da serbestiyet ile tefsir, amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla, nefsin esaret-i rezilesinin altına girdiklerinden milletin çocukluk isti’dadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden; paralanmış olan eski esarete (2) lâyık ve hürriyete adem-i liyakat gösterir. Zîrâ sefih mahcurdur. Geniş, müşa’şa’ olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat, –zira çocuğa geniş olmaz– ve şanlı olan ittihad-ı millî,(3) bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zîrâ ehl-i takva(1) ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz Millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i isti’dad-ı millimizde kadınların libası gibi süslü sefahat ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh aldanmayalım.
خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرَ kaidesini düstur-ul amel yapalım. Şöyle ki: Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünûn ve sanayi gibi) (2) maalmemnuniye alacağız.
Amma medeniyetin zünûb ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde (onlarda) mehasin-i kesîre-i medeniyesiyle muhat olduğu için çirkinliği o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû’-i tali’ cihetiyle, sû’-i intihab vasıtasıyla müşkil-üt tahsil mehasin-i medeniyeti terk, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünûb-u medeniyeti kesbettiğimizden, muhannes veya mütereccile gibi (HAŞİYE) oluruz. Yani karı erkek gibi giyinse, karı süsüyle süslense muhanneslik-tir, yakışmaz. Merd-i valâhimmet, zîb ü zîverle müzahref cilveli hanım gibi olmamalı.
Elhasıl: Zünûb ve mesavi-i medeniyeti, (adet ve ahlâk-ı seyyieyi) hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabiyeti, zülâl-i ayn-ül hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mabihil-bekası olan âdât-ı milliyeyi muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zarurîdir.
Ey hamiyetli ebna-yı vatan! Cem’iyet-i millî (3) ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de, bazı sefahât ve lezaizimizi terk ile onlara yardım edeceğiz. Zîrâ o sofra-yı nimete beraber oturuyoruz. Efkâr-ı fâside sahibi, yani hürriyet altında istibdadı ve mezalimi arzu edenler, mevt-i ebedîye mazhar olan zaman-ı mazînin cevfinde medfun olan istibdadatı veyahut seyl-i huruşan-ı zaman içinde yuvarlanmış olan mezalimi, bir daha temaşa etmemek için, tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla, mazî ve hâl meyanında delinmez bir sedd-i âhenin çekmek istiyorum.
Şöyle ki: Bu inkılab-ı azîm doğurduğu hürriyeti, meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir. Eğer veba ve ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa; istibdad-ı mutlaka dönecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaât-ı zaman tam terbiyesine hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil, tâ ki çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi belki bu kadar tazyikatın tesiriyle me’yusiyet ve mahv olmak şanından olmayan hamiyet-i İslâmiye, o kadar galeyana gelmiş ki; güya hürriyet rahm-ı maderde tekemmül yaşına kadar gelmiş. Kadem-nihade-i saha-i vücûd olduğu anda hükümfermalığını ilân ve hiçbir müsademata karşı tezelzüle ve delinmeğe uğramayacak bir sedd-i âhenin gibi veyahut taht-ı Belkıs gibi beş hakâik-i sabite üzerine teessüs edecek!..
Birinci Hakikat: (Hal-i içtimadır) Mecmu’da bir kuvvet bulunur, hiçbir ferd o kuvvete mâlik olamaz. Bir kalın şerit ile eczasından ince bir telin kuvveti gibi… veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetlerimiz gibi…(*)
Ey millet! Biz şimdi kalın şeridiz. Her kim muhalefet ve hodserane ile bunu zaîf etse, umumun hakkına affolunamaz bir cinayettir.
İkinci Hakikat: Zaman-ı salifte, yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde hükümferma; vahşetin mahsulü ve tedennî ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. Bunlar (yani kuvvet ve cebir) Herhangi devletin deveran-ı demi yerine girmiş ise, o devleti kendi gibi ömr-ü tabiîyle kayd ve ecel-i inkirazın pençesine vermiş. Ve öyle devletlerin sahaif-i tarihiyeleri (satırları) baykuşların âşiyanı gibi satırları inkırazlarını çağırıyorlar, bağırıyorlar.
Ve tasallut-u medeniyetin(1) zamanında âlemin hükümranı, ilim ve mârifettir. Müvellidi medeniyet ve şanı tezeyyüd ve ömrü ebedî olduğundan, herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuş ise, o hükûmeti(2) kendi gibi kayd-ı ömr-ü tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına isti’dad vermiş. Kitab-ı Avrupa sahaifi bunu alenen gösteriyor. Bu hakikata misal isterseniz, eski hükümetimize ve yeni hükümetimize bakınız.
Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaîfeyi(3) âdi adamlar idare edebilirdi. Amma bu kadar metin ve dehşetli, kaviyyen emel ettiğimiz yeni hükûmeti (yeni devleti) omuzunda taşıyacak hârika ve dâhî adamlar(4) lâzımken, Asya ve Rumeli tarlası acaba öyle mahsulât verecek mi?
Buna cevab: Eğer başka inkılablar başa gelmezse, evet!..
Ve Üçüncü Hakikat’a dikkat et. Şöyle ki: Bu zaman-ı mazîde insan isti’dad-ı gayr-ı mütenahiye mâlik iken, o kadar dar ve mahdud daire içinde hareket ediyordu ki; güya insan iken hayvan gibi yaşadığından, efkâr ve ahlâkı o daire nisbetinde tedennî etmiş ve mahsur kalmış idi. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilane yaşasa, fikr-i beşerin ağır zincirlerini paralamakla ve isti’dad-ı terakkiye karşı sedleri herc ü merc(5) ederek o küçük daireyi dünya kadar tevsi’ edebilir. Hattâ benim gibi bir köylü âdi adam, süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi nazara alacak. Âmâl ve müyulatın filizlerini orada bağlayacak. Ve herbir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz ile zîmedhal bulunacağından, himmeti Süreyya kadar tealî ve ahlâkı o derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü’ edeceğinden; Eflatunları ve İbn-i Sina’ları ve Bismark’ları ve Dekart’ları ve Taftazanî’leri inşâallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumili tarlası çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden(1) kaviyyen ümidvarız.
Lâsiyyema şu memalik-i Osmaniye umum enbiyanın mahall-i zuhûru ve düvel-i mütemeddine-i salifenin mehd-i teşekkülü ve şems-i İslâmiyetin maşrık-ı tulû’u olduğundan, insanların fıtratlarında (bu üç şeyi) ektikleri, isti’dadat-ı kemâl bu hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bulsa, herkesin isti’dadı ve fikr-i münevveri Şecere-i Tûbâ gibi dal, budakları her tarafa açacaktır. Ve şarkı garba nisbeti, seheri guruba nisbeti gibi edecektir. Eğer sevs-ı ataletle ve semûm-u ağraz ile kurutulmazsa!.
Dördüncü Hakikat: Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden ebede gidecektir. Zîrâ şecere-i meyl-ül istikmal, âlemin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin muhassal ve semeresi olan isti’dadının telahuk-u efkârla hasıl olan netaici teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra aynen maddî zîhayat gibi tevessü’ ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir.(2) Asr-ı Saadet, sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsâvâtı -bahusus o zamanda- delil-i kat’îdir ki,(3) Şeriat-ı Garra müsâvâtı, adaleti ve hürriyet-i hakkı cemî’-i revabıt ve levazımatıyla câmi’dir.
İmam-ı Ömer (R.A.) ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Salahaddin-i Eyyubî-i Kürdî (R.H.) âsârı bu müddeaya delil-i alenîdir. Buna binaen kat’iyyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyatimiz ve tedenniyâtımız ve sû’-i ahvalimiz dört sebebden gelmiş:
1- Şeriat-ı garranın adem-i müraat-ı ahkâmından..
2- Bazı müdahinlerin keyfemayeşâ sû’-i tefsirinden..
3- Zahirperest âlim-i cahil, veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı nâ-bemahallinden..
4- Sû’-i tali’ cihetiyle, sû’-i intihab tarîkıyla müşkil-üt tahsil, Avrupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub ve mesavî-i medeniyeti tutî gibi takliddir ki, bu netice-i seyyie zuhûr ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini îfa etse, memur olmayan ilcaât-ı zamana muvafık sa’yetse, sefahete vakit bulmayacaktır.(1) Bu iki kısmın herhangisinden bir ferd, sefahete inhimak gösterdi ise, bu heyet-i içtimaiye içinde muzır bir mikrop suretine giriyor.
Beşinci Hakikat: Zaman-ı sâbıkta (salifde) revabıt-ı içtima’ ve levazım-ı taayyüş(2) ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa’ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima’ o kadar tekessür (3) ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüd ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikata misal; eski hükûmet-i müstebide ve yeni hükûmet-i meşrutadır.
Üçüncü Hakikat’ın bana verdiği vazife ile ve Hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle “üç şey” ihtar ediyorum:
Birinci: (4) Bir cisim birden zerrattan tahallül, yeni zerrattan teşekkül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref’ ve yenilerini ikame eylemesi muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh isti’dadı habis ve kabil-i ıslah olmayan adamları zâten cism-i devlet def’-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zâten güneş daha garbdan tulû’ etmediğinden tövbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli. Bunların yerini dolduracak kırk sene lâzım. Yoksa umum aleyhinde idare-i lisan ve terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı milleti –bozulmuş olan bazı efkâr ve ahlâklarına binaen– bir hastalığa hedef edecektir.
İkinci (İkincisi): Ben Kürdistan dağlarında büyümüş idim. Merkez-i hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Vakta, bundan yedi-sekiz ay mukaddem Dersaadet’e (İstanbul’a) geldim. Gördüm ki: İstanbul tevahhuş ve tenafür-ü kulûb sebebiyle medenî libasını giymiş vahşi bir adama benzerdi. Şimdi ittihad-ı millî ve (muhabbet-i milliye sebebiyle) medenî adam, fakat yarı medenî ve yarı vahşi libasında bize arz-ı dîdar ediyor. Evvel Kürdistanda fenalığın sebebi, Kürdistan uzvu hastalanmış zannediyordum. Vakta ki, hasta olan İstanbul’u gördüm. Nabzını tuttum. Teşrih ettim. Anladım ki, kalbteki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım, bir divanelikle taltif edildim.
Hem de gördüm ki; medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan pek geri kalmış. Güya İslâmiyet sû’-i ahlâkımızdan darılmış mazî tarafına dönüp gidiyor, Zaman-ı Saadete bizi şikayet edecektir. Bunun en büyük sebebi; istibdaddan sonra, mürşid-i umumî olan üç büyük şubenin –ki “cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif” veyahut
عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ
beytinin mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mekteb ve ehl-i tekyenin– tebayün-ü efkâr ve tehalüf-ü meşaribidir.
Bu tebayün-ü efkâr, ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış ve ittihad-ı milleti çatallaştırmış ve terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zîrâ biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor.. Ve öteki tefrit ile onu (*) techil ve gayr-ı mutemed addediyor.
Bunun çaresi, tevhid ile tevahhüd; ve efkârlarının mabeyninde (**) teyid-i münasebet ile musalaha… Tâ i’tidal noktasında musafaha ile birleşmekle, aheng-i terakkiyi ihlâl etmesinler.
Üçüncüsü: Ben vâizleri (vaizlerin bazısını) dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebeb buldum:
Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak, mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı müddeâ ve ikna-i müteharri-i hakikat lâzım iken ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, müvazene-i şeriatı (iyice) muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan muktezay-ı hale mutabık, yani ilcaât-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve ikna’ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem belîğ-i mukni’ olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaât-ı zamana mutabık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olması da şarttır.
Yaşasın Şeriat-ı Garra!.. Yaşasın adalet-i İlahî!..(*) Yaşasın ittihad-ı millî!.. Ölsün ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağraz-ı şahsiye ve fikr-i intikam!.. Yaşasın şecaat-ı mücessem (mücesseme) askerler!.. Yaşasın satvet-i müşahhas ordular!..(ımız) Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cem’iyet-i ahrar!.. Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber!..
Kürdistan dağ ağacının meyvesi, hazmı sakildir.. Dikkatlice çiğneyiniz, ta hazmolsun… Yoksa helâl etmeyeceğim.
Eğer siz de –iki gazeteci nasıl sözümü tahrif etmiş– öyle okursanız, Allah imdad eyleye. İrticalen söylemişim, lâkin her bir kelimede bir maksadım var. Dikkat ediniz, tâ ki:
وَ اۤفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ @ وَ كَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا
ye mâsadak olmayasınız vesselam." (Asar-ı Bediyye sh: 477)