Risale-i Nur Eserlerini Esas Almak; Nazarları Ona Çevirmek; Ona Teslimiyetle Kanaat Etmek Esası


Risale-i Nur Mesleğinde

26-RİSALE-İ NUR ESERLERİNİ ESAS ALMAK; NAZARLARI ONA ÇEVİRMEK; ONA TESLİMİYETLE KANAAT ETMEK, ESASTIR

1- «-Zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:

Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat-ı merâtip ederek hakikate geçmektir.

İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat ber­zahına uğ­ramadan, lûtf-u İlâhî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yük­sek ve kısa tarik şudur. Demek, ha­kaik-i Kur’âniyeden tereşşuh eden nurlar ve o nur­lara tercümanlık eden Sözler, o hassaya mâlik ola­bi­lirler ve mâliktirler.» (Mektubat sh: 356)

2- «Madem Kur’ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üsta­dı­mızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir. O kendi kendini met­hediyor. Biz de onun dersine itti­bâen, onun tefsirini methedeceğiz.

Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tef­siri­dir. Ve o risalelerdeki hakaik, Kur’ânın malıdır ve haki­katleri­dir. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm ekser sûrelerde, hususan elif lâm râ’larda, hâ mim’lerde kendi kendini kemâl-i haşmetle gösteriyor, kemâlâtını söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi ken­dine ediyor. Elbette, Sözlerde in’ikas et­miş Kur’ân-ı Hakîmin lemeât-ı i’câziye­sinden ve o hizme­tin makbu­liyetine alâmet olan inâyât‑ı Rabbâniyenin izha­rına mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.» (Mektubat sh: 368)

3- «Sözler hakkında, tevazu suretinde demiyo­rum belki bir hakikati beyan etmek için derim ki:

Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir.» (Mektubat sh: 369)

4- «Risale-i Nur eczaları, bütün mühim ha­kaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi, hattâ en mu­an­nide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i İlâhiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, avamlara da, çocuklara da bildi­ri­yor.

Hem meselâ, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, kırk elli say­fada, meşhur Mukaddemât-ı İsnâ Aşer namıyla telvih nam kita­bında ancak hal­lettiği ve ancak havassa bildir­diği aynı me­sâili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın iki sayfasında ta­ma­mıyla, hem herkese bildi­recek bir tarzda be­yanı, eser-i inâyet olmazsa nedir?

Hem bütün ukulü hayrette bırakan ve hiçbir felse­fenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tıl­sım-ı kâinat de­nilen ve Kur’ân-ı Azîmişşânın i’câzıyla keşfedilen o tıl­sım-ı müşkülküşâ ve o muammâ-yı hay­retnümâ, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Sözün, tahavvülât-ı zerrâtın altı adet hikme­tinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hay­retnü­mânın tılsımını ve hilkat-i kâ­inatın ve âkıbetinin mu­ammâ­sını ve tahavvülât-ı zerrat­taki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir meydandadır, ba­kı­labilir.

Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububi­yeti, hem niha­yetsiz kurbiyet-i İlâhiye ile nihayetsiz bu­’diye­ti­miz olan hayret-en­giz hakikatleri, kemâl-i vu­zuhla On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlâhiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat mü­savi olduğunu ve haşr‑i âzamda umum zîruhun ihyâsı, bir nef­sin ihyâsı ka­dar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâ­inatta müdahalesi imtinâ derecesinde akıldan uzak ol­duğunu ke­mâl-i vuzuhla gösteren Yirminci Mektuptaki Ve Hüve alâ külli şey’in kadîr kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiş­tir.

Hem hakaik-i imaniye ve Kur’âniyede öyle bir ge­nişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî ihata edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, mü­ra­caat edilecek kitap yokken, sıkın­tılı ve sür’atle ya­zan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası deka­ikiyle zu­huru, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin i’câz-ı mâ­nevîsinin eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir(Mektubat sh: 372)

5- «Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla ta­şı­yan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, ha­kaik-i Kur’âniyenin birer anahtarı ve o haka­iki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâ­niyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana de­ğil, Kur’ân-ı Hakîme talebe ve şakird oluyorlar ben de onla­rın bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal ola­rak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabaka­tını, avamdan havassa ka­dar, maruz kal­dıkları evham ve şübehattan kurtarmak çare­sini bul­duk o ulema ya daha kolay bir çaresini bul­sun­lar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versin­ler, ta­raftar ol­sunlar.» (Mektubat sh: 425)

6- «Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olan­lar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm‑u ima­niye cihetinde, yal­nız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izah­larıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamı­şız ki, bu ulûm-u imaniye­deki fetvâ va­zifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmi­yeden aldığı bir hisle, şerh ve izah ha­ricinde birşey yazsa, soğuk bir mu­araza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne ge­çer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahak­kuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâ­tıdır bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife de­ruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyo­ruz.» (Mektubat sh: 426)

7- «Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berza­hına girme­den zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça al­dım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âli­yeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum.

Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve se­lâ­met bir tar­îki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânın­dan­dır.» (Mesnevî Nuriye sh: 212)

8- «Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet‑i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan ta­al­lüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes dere­cesine göre o ulûm‑u âliyeyi, meşakkat ate­şine lüzum kalmadan anla­yabilir, kendi kendine istifade eder, mu­hakkik bir âlim olabilir.» (Şualar sh: 690)

9- «Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri an­layarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir(Lem’alar sh: 167)

10- «ON ÜÇÜNCÜ ÂYET Sûre-i Âl-i İmrân’da [1] وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللَّهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

ON DÖRDÜNCÜ ÂYET Sûre-i Nisâ’da [2] لَكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ Bu iki âyet bu asra da hususî ba­kar­lar.

Birincisinin meâli gösteriyor ki: Ehl-i dalâlet mü­teşabi­hat-ı Kur’âniyeyi yanlış tevilât ile tahrifine ve şüp­heleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda ilimde rü­suhu bulunan bir taife o müteşabi­hat-ı Kur’âniyenin hakikî te­villerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mânânın her asırda mâsadakları ve cüz’iyat­ları var. Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’ân aleyhinde te­râküm eden Avrupa itirazları ve ev­hamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şü­behatın bir kısmı fennî şek­lini giydi, ortaya çıktı. Bu şü­behatı ve itirazları bu za­manda def eden, başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri görün­düğünden, bu âyet bu asra da bak­tığından, Risalei’n-Nur ve şakirdlerine rem­zen bak­makla beraber, ulema-i müte­ahhirînin mezhe­bine göre اِلاَّ اللَّهُ da vak­fedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen [3] اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى nın ma­kamı gibi 1344 ederek Resâili’n-Nur ve şakirdlerinin mey­dan-ı mü­ca­hede-i mâ­neviyeye atılmaları tarihine tam ta­mına te­va­fukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alı­yor(Şualar sh: 701)

11- «Hem Risaletü’n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve ev­liya mi­silli yalnız kalbin ke­şif ve zevkiyle hareket etmi­yor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâ­ifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişme­diği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gös­terir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 12)

12- «Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkı­labi­lirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkıla­cak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hük­mediyor­lar.

Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazı­lan Sözler, şu zamanın yaralarına en mü­nasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın teha­cümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi ko­laydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müş­küldür. Eski za­manda ikinci kısım binde bir bulu­nuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğe­niyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu za­manda, i’câz-ı Kur’ân’ın mâ­nevî le­meâtından olan ma­lûm Sözleri, şu dalâ­let zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş ta­savvurundayım(Mektubat sh: 23)

13- «Size kat’iyen ve çok emarelerle ve kat’î kana­atimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak mev­cudiyetini, haysiyetini, şere­fini, mefahir-i ta­rihiye­sini onun ibrazıyla gösterecektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 78)

14- «Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofî meşrep zatlar onun cereya­nına girmek ve ilim ve tarikattan gelen eski sermayele­riyle ona kuvvet vermek ve genişleme­sine çalışmak ve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniye­tini, tam bir havuzu kazanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyeye bil­meyerek zarar verir, zen­dekaya bir nevi yardım olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)

15- «Eğer enâniyetli ve hodfuruş ise, Risale-i Nur şakirdleri­nin metanetlerini kırarlar, nazarlarını Risale-i Nur’un hari­cine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet ve ihti­yat lâzım­dır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 202)

16- «Üstad, muhtelif istidatta olan her zi­yaretçinin derece-i fehim ve idrakine göre ko­nuşur, nazarları Risale-i Nur’a ve hizmet-i imaniyeye çevirir, Risale-i Nur hakikatleriyle imana hizmetin bu millete maddeten ve mâ­nen en büyük menfaatleri temin edeceğini dâvâ ve izah ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 462)

17- «Üstad Bediüzzaman’ın a’zamî ihlas, a’zamî sa­dakat ve a’zamî fedakârlık mânâsını ihtiva eden, göste­ren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gel­mektedir. Tâ ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an Şâkirdleri kıyâmete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakiyetin ve rıza-yı İlahiye nâiliye­tin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getir­sinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)

18- «Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edilmesi ge­reken bedihî bir hakikat vardır ki, o da şu­dur: Risalelerde, mektub­larda, lâhikalarda defalarca ya­zıldığı gibi mübarek Üstadımıza müracaat edenler ve ziyarete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumiyetle dâima gö­rüyorlardı ki Üstadımız on­ların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih edi­yordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tah­şidat yapıyordu? Evet bu muazzam bir hakikattır. Ve Hazret-i Bediüzzaman’a kâfil bir mu­azzam hakikatın ifadesidir ki, dersi­mizi hakaik-i Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazi­nesi olan Risale-i Nur’dan aldı­ğımız gibi, birbirimizle manevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düstur­larımızı da hep o Risale-i Nurdan ders alacağız.

Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümûl hâ­dise­ler hen­gâmında Kur’an Şakirdleri cüz’i ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nurla tahsil ede­ceklerdir. Çünkü, Kur’an’ın bu asra bakan vechesini ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın bu zaman­daki vezaif-i diniye tavrını küllî bir mânâ ile şimdi, bu suretle Risale-i Nur’la görmüş, anlamış bu­lunuyoruz.» (Hizmet Rehberi sh: 7)

19- «Risele-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ­ruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-i imaniyedir za­man ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taallûk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergîbi ta­zam­mun eden şu gelecek meseleler de her halde değiş­mez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhte­lif saha ve safhalarında onlardan isti­fade ederler, müşkilâtlarını giderirler.» (Hizmet Rehberi sh: 9)

Daha bunlar gibi Risale-i Nurun ehemmiyetini ve hiz­met ha­yatında onu me’haz tutmak gerektiğini beyan eden ifadeler, sa­rihtir ve getirdiği hüküm esas teşkil eder.

Nurcular bu esasa bağlılıkları nisbetinde sağlam, sü­rekli ve meşru ittifakı sağlarlar.




[1] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7.

[2] Nisâ Sûresi, 4:162.

[3] Alâk Sûresi, 96:6.

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …