Rekabeti Terk Düstur ve Esası

Risale-i Nur Hizmet Mesleğinde

18- REKABETİ TERK ETMEK BİR DÜSTUR VE ESASTIR

Rekabetin müsbet kısmı, hayırlı işlerde ve fazilet­lerde kişi­nin o iyiliklere erişebilmek isteği ve gayretini ifade eder. Re­kabetin menfi ciheti ise, başkasında olan iyiliği elinden almak ve kendini önde ve üstün göster­mek hırsıdır. Bu ise menfi mü­cadeleye kapı açar ve bü­yük zararlara ve­sile olur.

1- «Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en teh­li­keli ciheti kıs­kançlıktır.Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziye­tiyle iftihar etmek, mütelez­ziz olmak bir vazife‑i vicda­ni­yenizdir.» (Mektubat sh: 426) Eğer sırf lillâh için ol­mazsa, kıs­kançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kula­ğına ha­set etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu he­ye­timizin şahs-ı mâ­nevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hük­mün­desiniz.

2- «Ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise, bunların herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi, mu­accel ücretleri de ta­ay­yün ve tahassus etmediği ve herbi­rinin makam-ı içtimaîde ve te­veccüh-ü nâsta ve hüsn-ü kabul­deki hissesi tahassus etmiyor. Bir makama çok­lar namzet olur. Maddî ve mânevî herbir ücrete çok el­ler uzanabilir. O noktadan müzâhame ve rekabet te­vellüt edip vifakı ni­faka, ittifakı ihtilâfa tebdil eder.» (Lem’alar sh: 149)

3- «Meşreplerin ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine mu­halif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını gö­remiyor. Belki hodgâmlık ve enâni­yet varsa, kendini haklı ve mu­ha­lifini haksız teveh­hüm ederek, itti­fak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve re­kabet or­taya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîrüzeber olur.» (Lem’alar sh: 150)

4- «Ey musibetzede ve ihtilâfa düşmüş ehl-i hak ve ashab-ı hakikat! Bu musibet zamanında ihlâsı kaçır­dı­ğınız­dan ve rıza-yı İlâhîyi münhasıran gaye-i maksat yapmadı­ğınızdan, ehl-i hakkın bu zillet ve mağlûbiye­tine sebebiyet verdiniz.

Umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıs­kançlık olmamalı. Ve hakikat nokta‑i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hase­din sebebi: Birtek şeye çok eller uzanma­sından ve birtek makama çok gözler dikilmesinden ve birtek ek­meği çok mideler istemesinden, müzâhame münakaşa, müsa­baka sebe­biyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vâ­hide çoklar talip olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması se­be­biyle insanın had­siz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşü­yorlar.

Fakat, âhirette tek bir adama beş yüz sene mesa­felik bir cennet ihsan edilmesi ve yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi ve ehl-i Cennetten herkes kendi his­se­sinden kemâl-i rıza ile mem­nun olması işaretiyle gösterili­yor ki, âhirette medar‑ı rekabet birşey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyleyse, âhirete ait olan a’mâl-i salihada dahi rekabet olamaz kıskançlık yeri değildir. Kıskanç­lık eden ya riyâkârdır a’mâl-i saliha suretiyle dünyevî ne­ticeleri arıyor. Veyahut sâdık ca­hildir ki, a’­mâl-i saliha nereye baktığını bilmiyor ve a’­mâl-i sali­hanın ruhu, esası, ihlâs ol­duğunu derk etmi­yor.» (Lem’alar sh: 156)

5- «Ey ehl-i hakikat ve tarikat! Hakka hizmet, bü­yük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gi­bidir. O defineyi omu­zunda taşıyanlara ne kadar kuv­vetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, mem­nun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuv­vetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardım­larını müfte­hirâne al­kış­lamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârâne o hakikî kar­deşlere ve fedakâr yar­dımcılara bakılıyor ve o hal ile ih­lâs kaçı­yor? Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalâletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, “din ile dün­yayı ka­zanmak ve ilm-i hakikatle maişeti temin etmek, tamah ve hırs yo­lunda rekabet etmek” gibi müthiş ithamlara mâruz kalı­yorsunuz?

Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini itham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslektaşına ta­raf­tar ol­mak… Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın ule­ması mâbey­nindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına se­vinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna mem­nun olsa, insaf­sızdır.” Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmi­yor. Belki gurur ihtimaliyle za­rar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bil­mediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin guru­rundan kurtulur. Demek in­saflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatı­rını kırı­yor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip ta­raftar çıkar, memnun olur.

İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber itti­haz etseler, ihlâsı kaza­nırlar. Ve va­zife-i uhrevi­yele­rinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musi­bet-i ha­zıradan rahmet-i İlâhiye ile kurtulurlar.» (Lem’alar sh: 157)

6- «Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, ya­vaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zede­ler. Hem o maddî menfa­ati de kaçırır.

Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima besle­miş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sâdıkane olan hizmet­lerine bir cihette işti­rak etmek niyetiyle, on­ların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfa­atlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu mu­avenet ve men­faat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip mun­tazır kal­makla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki umma­dığı bir halde veri­lir. Yoksa ih­lâsı zedelenir. Hem وَلاَ تَشْتَرُوا بِاۤيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً ([1]) âyeti­nin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.

İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihe­tiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arakadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sa­kîl bir vaziyet alır.» (Lem’alar sh: 164)

7- «İşte, ey kardeşlerim! Madem umur-u dünye­vi­yede, kesif maddelerde böyle ittihad, ittifak ile netice­ler, böyle azîm yekûn fay­dalar verir. Acaba, uhrevî ve nu­ranî ve tecezzî ve inkısama muh­taç olmayarak ve fazl-ı İlâhî ile herbirisinin aynasına umum nur in’i­kâs etmek ve herbiri umumun kazandığı misil sevaba mâ­lik ol­mak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas ede­bilirsi­niz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla kaçı­rıl­maz!

Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetin­deki mes­leğimiz ha­kikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip (HAŞİYE) onların ne­fislerini kendi nefsine tercih et­mek olduğundan, mâ­bey­nimizde bu nevi hubb-u cahtan gelen re­kabet tesir etmemek ge­rektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün mü­nâfidir. Madem kar­deşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir o büyük şeref-i mânevîyi şahsî, hodfuruşâne, rekabetkâ­râne, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek, Risale-i Nur şakirdle­rinden yüz derece uzak olduğu ümi­dindeyim.

Evet, Risale-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, za­rarlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat‑ı nef­siye damar­lara ilişir, bir derece hük­münü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı itham et­mem. Risale-i Nur’un verdiği tesire bi­naen itimad ediyo­rum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve ve­him bazan alda­tıyor­lar. Onun için bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şid­det, nefis ve hevâ ve his ve vehme bakıyor ihtiyatlı dav­ranınız.» (Lem’alar sh: 165)

8- «Aziz kardeşlerim,

Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza enâniyet, ben­lik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.» (Şualar sh: 312)

9- «Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi edil­diği vakit, re­kabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zama­nında, hizmet vaktinde o mikro­bun haberi olmuyor. Hattâ tembel olan adam çalışkanı sever. Zayıf olan, kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat ça­lışma­sını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

Dünya da umur-u dîniyeye ve a’mâl-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fab­rika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin seme­resi öteki âlemde göründüğüne naza­ran, ibadetlerde reka­bet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlâsı kay­bolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı dü­şünmüyor ki, o dü­şün­ceyle amelini adem-i ihlâsla iptal eder. Çünkü, sevap itâ­sında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i Nâsa şerik ya­par ve hal­kın nefretlerine hedef olur.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 227)

10- «Derd-i maişet zaruretine karşı, iktisat ve ka­na­atle mu­ka­bele etmeye zaruret var. Menfaat-i dün­yeviye, çok ehl-i haki­kati, ehl-i tarikatı dahi bir nevi rekabete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirdleri içinde şimdiye kadar bu cihet on­ları zedele­memiş. İnşaallah yine zedelemez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)

11- «Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırın­gayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zar­fında, yirmi paralık bir sıkıntıyla, altmış liralık bir ha­seneye ter­cih etmeye çalıştım.

Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i mâ­nevîde, be­nim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düş­man­larıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs‑i emmârenin, mu­vakkat bir gaflet fırsatında, hod­gâmlık ve meyl-i tefev­vuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı his­siyle, bü­yük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atma­dım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet damarını hisset­tim. (Kastamonu Lâhikası sh: 233) Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bil­hassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bü­tün desâ­isini izale ve onların açtığı yara­ları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğ­far olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azap­tan kurtul­dum.»

12- «Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i ima­niye ol­duğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtima­iyeye mecbur olmadan karış­mamak ve rekabet ve ta­rafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâ­lâttan te­cerrüt etmeye mes­leğimiz itibarıyla mec­buruz. Bin­ler teessüf ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna mâ­ruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısır­ması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek, birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafık­ların tah­ribatlarına ve kendilerini onla­rın eliyle öl­dür­mesine yardım ediyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 246)

13- «Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bil­mekle mah­viyetkârane yalnız rıza-yı İlâhî için re­kabetsiz hiz­met et­mektir.» (Emir­dağ Lâhikası-l sh: 87)

14- «Hem mesleğimiz hıllet ve uhuvvet oldu­ğun­dan, şahsiyet ve enaniyet cihetinden bir rekabet olmaz. Benim gibi çok kusurlu ve çok zayıf bir biçare­nin nok­saniyetle­rine değil, belki Risale-i Nur’un kema­lâtına bakmalı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 434)

15- «Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâ­vete se­be­biyet ve­ren tarafgirlik ve inat ve ha­set, hakikatçe ve hik­metçe ve in­saniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşe­riye için zehirdir.» (Mektubat sh: 262)

16- «Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemi­yet-i di­niye ile şakku’l-âsâdır. Rekabet ve münafe­ratı intaç eder.

17- Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve mü­za­hemet ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşa­ya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 98)

18- «Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima su­ret-i hak­tan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşi­dir. Fakat siz mihenge vurmadan al­mayınız. Zira çok silik söz tica­rette ge­ziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müf­sidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söyle­nen sö­zün kalbe girmesine yol ver­meyiniz. İşte, size söylediğim söz­ler ha­yalin elinde kal­sın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde sak­layınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı ar­kasına takı­nız, bana reddediniz, gönderiniz.» (Münâzarat sh: 14)

Bu nakillerde, menfi rekabetin yapılmaması, Risale-i Nur mesleğinde bir esas olduğu nazara verilir ve rekabet, ihlası ve hizmeti darbeleyeceği ve terk edil­mesinin zarureti beyan edi­lir.

Not:

Yukarıda geçen miheng tabiriyle murad olunan mânâ­yı tesbit etmek için şu ifadelere bakılmalı­dır:

19- «Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl‑i ve­lâye­tin iha­tasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan as­fiya ve muhakkik­înin, şuhuda değil, Kur’ân’a ve vahye, gaybî fa­kat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyele­rine dair ahkâmlarına yetişmez.

Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve mü­şahe­datın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhak­kikînin kavânin-i hadsiyeleridir.» (Mektubat sh: 83)

Burada geçen (miheng) tabiri, ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mâ­nâ­sındadır. Bu kat’î hükümleri avam-havas tef­rik edilmeden bü­tün mü’minlerin bilip kabul etme­leri ve hak ve batılın tesbitinde kıstas ve miheng yap­maları mec­burîdir.

Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bu kat’î hüküm­ler için:

20- «Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders al­maya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatır­latıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik et­mekle, imtisallerine teş­vik ve tezkire ve ihtara muhtaç­tırlar.» (Sözler sh: 483)

Diyerek bu hükümleri avamın bildiğini ve bilme­lerinin mec­buri­yetini na­zara verir. Demek bu kat’î hü­kümler, kıstas ve mi­hengler mânâsında muayyen ve tesbitli olup hiçbir müslüman o hükümlere muhalefet edemez.

21- Çünkü «“Zaruriyât-ı diniye” denilen ve kabil-i te­vil olmayan ve “muhkemat” denilen düsturları ise, hiçbir ci­hette kabil-i tebdil de­ğildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını din­den çıkarıyor.» (Mektubat sh: 435)

Bediüzzaman Hazretleri aynı hükmü te’yiden di­yor:

22- «Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. On­lar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. عَرَبِىٌّ مُبِينٌ ([2]) fermanıy­la, mânâsı vâzıh oldu­ğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üze­rine dö­ner, takviye eder, be­dâhet derecesine getirir. O mensus mânâ­ları kabul etmemekten —hâşâ sümme hâşâ— Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin feh­mini tez­yif etmek çıkar.

Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba‑ı Risaletten alın­mıştır.» (Mektubat sh: 388)

İşte bütün müslümanlar için, hak ve bâtılı ayı­ran kıs­tas ve mihengler, bu nusus ve muhkemat-ı şer’i­yedir. İttihad-ı müslimîn ancak bu esaslar dairesinde mümkündür ki, bu derle­menin de asıl mevzuu budur.

Hem de bu miheng tabirinin geçtiği Münazarat ese­rin­den anlaşılıyor ki, Bediüzzaman Hazretleri 80-90 sene önce avam tabakasına, Esasat-ı Şer’iyeyi esas alma­larını telkin ediyor ve re­kabet ve enaniyet hislerini tah­rik eden reislik ve kişi hâkimiye­ti yerine her sahada hakkın hâki­miyetinin ve en üs­tün insanlık şe­refini gös­teren hürriyet-i şer’iyenin elzemi­yetini ders veriyor.




[1] Bakara Sûresi, 2:41.

HAŞİYE Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden sü­zülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir. (Bediüzzaman)

[2] Nahl Sûresi, 16:103.


Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …