Ordu ve Asker

Risale-i Nur Külliyatında
Ordu ve Asker Meselesi
İttihad İlmî Araştırma Heyeti
TAKDİM
Risale-i Nur eserlerinde, pek çok ehemmiyetli mese­lelerde olduğu gibi, asker kuvveti ve ordu hakkında da ehemmiyetle üzerinde durulmuştur.
Milletin kurduğu ve sahibi olduğu devlet bünyesinde yerini alan ordunun, muayyen selahiyet ve vazife hududları vardır.
Bu hudutlar dairesinde vazife şuuruna sahip olan or­dunun, dahilde (asayişi te’min), harice karşı (muhafaza-yı hudud) şeklinde ifade edilen iki te­mel vazifesi İslâm milletinin istiklâliyeti ve bekası cihe­tinde çok büyük ehemmiyeti taşır.
Buna göre ordu, devlet bünyesi içinde belirlenen va­zifelerinde hassasiyetinin zayıflatılması veya vazife hudutla­rını aşması gibi durumlar milli beka ve istiklâliyetin zararına neticeler doğurur.
Evet, hak kanunlarına itaat, millî beraberliğe ve dola­yısıyla millî kuvvetin tahakkukuna sebeptir.
Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı: «Asker­lik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya ben­zer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik et­mekle, bütün fabrika hercümerc olur.
Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i aske­ri­yeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nü­fus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve mâden-i is­timdadıdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 105) şeklinde nazara verir.
İşte bu derlemede milletin en büyük maddî ve müsel­lah kuvveti olan mücessem ve muhteşem ordunun vazife şuuru ve istikameti gibi hususlarına bakan bazı kısımları, Risale-i Nurdan tesbit ederek fikir sahasına arzetmeyi dinî ve millî bir vazife telakki ettik.

ASKER NUR TALEBELERİ

Takdim yazısında da belirtildiği gibi Bediüzzaman Hazretleri ordu mensuplarının Risale-i Nurdan istifade ile gayret-i vataniye ve hamiyet-i milliyeye sahib olmalarına ve istikametli ve cesur yetişmelerine ehemmiyet verir. Ezcümle:

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Barla’da (1926-1934) telif ettiği Risale-i Nur Külliyatındaki hakikatlara hem muhatap hem de talebe olan, o zaman yüzbaşı rütbesiyle Eğirdir Dağ Komando birliğinde vazife yapan merhum Albay Hulusi Ağabeye hitaben şu mektubu yazmıştır:

«İşte, seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıyo­rum. Şöyle ki:

Ben Sözleri yazarken ihtiyarsız olarak ekser tem­si­lâtı, şu­ûnât-ı as­keriye nev’inde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyor­dum, neden böyle yazı­yorum? Sebebini bula­mıyordum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istik­balde şu Sözler’i hakkıyla anla­yacak, kabul edip hırz-ı cân edecek en mühim talebeleri askerîden yeti­şecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyo­rum, düşü­nüp o kahraman askerleri bekli­yordum.

İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahti­yar birisisin ki, evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözleri meşâgil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı teyid etti.» (Barla Lâhikası sh: 248)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu’da ika­mete mec­bur edil­diği (1936-1943) yıllarda yazmış olduğu bu mektupta Risale-i Nurların ehil ellere geçmekte oldu­ğunu memnuniyetle müşahede ettiğini bildiren ve bil­hassa askerler içinden okuyup istifade edenleri nazara veren mektubun bir kısmında diyor ki:

«Aziz, sıddık kardeşlerim,

…Ankara’da, dünyaca yüksek makamlarda, aske­riye heyetinde, kemâl-i iştiyak ve takdirle Risale-i Nur’u yazıp okutturuyor­lar. Başta Miralay Meh­med Yümnü olarak, mühim askerî pa­şa­ları, “Risale-i Nur iman kurtarıcıdır” diye tak­dirkâ­râne tam teslimiyetle okuyup istifade ediyor­lar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 235)

Yine asker bir talebesi hakkında şu iltifatkâr sözleri söy­ler:

«Cenab-ı Hak, Galip Bey gibi çok fedakârları İs­lâm ordu­sunda ye­tiş­tirsin. Bu zat, garpta, aynı şarkta Hulûsi Bey gibi imana hizmet ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 241)

Bediüzzaman Hazretleri Risalelerden istifade ederek istikamet kazanan asker talebelerinin bazı mektuplarını na­zara vererek asker meslekdaşlarının ibret almalarını ister. Şöyle ki:

«Binbaşı merhum Âsım Beyin fıkrasıdır.

Envâr-ı Kur’âniye mizan ve burhanlarından ve kıy­meti takdir edilemeyen Sözler namındaki ri­sale-i şerifeler fa­kiri ihyâ ediyor, kalbimi nurlandı­rıyor. (haze min fazli rabbî) Çoktan beri aramakta iken, lehü’lhamd, Cenab-ı Hak Sözler’i bu fakire ihsan buyurdu. Kalb ve gönlüme âciz kalemim ve kalim tercüman olamıyor.» (Barla Lâhikası sh: 65)

Risale-i Nurdan aldığı fazilet dersi ile askerî şerefini koruyan bir talebesinin istikametini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Binbaşı Merhum Asım Bey isticvab edildi. Eğer doğru dese, Üstadına zarar gelir ve eğer yalan dese, kırk se­nelik namuskârane ve müstakimane askerliği­nin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, “Ya Rab, hayatımı al” demiş; duası kabul olup o daki­kada teslim-i ruh eyledi, istikamet şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kanunun hatâ diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve bir tasdike hatâ teveh­hüm edenlerin çirkin hatâlarına kurban oldu.

Evet, Risale-i Nur’dan tam ders alan, bir su içer gibi, kolayca terhis tezkeresi telâkki ettiği ecel şerbetini içer.» (Tarihçe-i Hayat sh: 222)

KUMANDANLARIN BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİ HÜRMETLE TAKDİRİ

Burada kısaca zikredilen asker talebelerinden başka Bediüzzaman Hazretlerini hürmetle takdir eden kuman­danlar da vardır. Bu cümleden olarak Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Cephe-i harpte yazdığı ve şimdi müsa­dere edilen İşârâtü’l-İ’câz, o zamanın başkuman­danı olan Enver Paşaya o derece kıymettar gö­rünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle istik­baline koştuğu o yâdigâr-ı harbin hayrına, şere­fine hissedar olmak fikriyle, İşârâtü’l-İ’câz’ın tab’ı için kâğıdını vererek, müellifinin harpteki müca­hedatı takdirkâ­râne yad» (Şualar sh: 456)

«Bediüzzaman Said Nursî Burdur’da iken, bir­gün, o zamanın Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Mareşal Fevzi Çakmak Burdur’a geliyor. Vali, Mareşale, “Said Nursî hü­kûmete itaat etmiyor; gelenlere dinî dersler veriyor” diye şekvâda bulu­nuyor. Mareşal Fevzi Çakmak, Bediüzzaman’ın ne kadar dâhi ve ne kadar mânevî büyük ve müs­takim bir zat olduğunu bildiği için diyor ki: “Bedi­üzzaman’dan zarar gelmez. İlişmeyiniz, hürmet ediniz.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 151)

Bütün böyle takdiratlara rağmen Risale-i Nura mu­araza eden muarızlara hitaben Bediüzzaman Hazretleri der ki:

«Yirmi seneden evvelki hayatım ise, bu vatan ve millet lehinde fedakârane sarf olunduğuna delil, eski Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olarak Başkumandanın takdiratı altında hizmet­lerimle ve harekât-ı milliyede fevkalâde hizme­timi Ankara’daki hükûmet reis­leri takdirle ve Meclis-i Mebusan beni orada görmekle alkışla­masıdır. Demek bu yirmi senede bana verilen azap, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir muameledir. Bu yir­mi sene kırk bayramımı münzevî, yalnız geçirdim. Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 76)

31 MART’TA ASKERLERE NASİHATLER

Osmanlı devletinin son devresinde vukubulan meşhur 31 Mart Hadisesinde askerlerin de o olaylara karışması ve karıştırılması üzerine bundan fevkalâde müteessir olan Bediüzzaman Hazretleri hem hadisenin yatıştırılması hem de askerin, asli görevini bı­rakarak günlük siyasî olaylara ka­rışmaması ve itaata bedel aralarına ihtilâfın girmemesi için ikaz etmiştir. Bir hitabesi aynen şöyledir:

«Asâkire Hitap

(Dinî Ceride, numara 110, 30 Nisan 1909)

Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlemin (aleyhis­sa­lâtü vesselâm) fermanını size tebliğ edi­yorum ki, şeriat da­iresinde ûlülemre itaat farzdır. Ûlül­emriniz ve üs­tadlarınız, zabitlerinizdir. Asker­lik ocağı ce­sîm ve munta­zam bir fabrikaya ben­zer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeş­lik et­mekle, bütün fabrika hercümerc olur.

Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i aske­ri­yeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nü­fus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve mâden-i is­timdadıdır.

Sizin iki müthiş istibdadı kansız ve def’aten öl­dürme­niz harikulâde olduğundan ve şeriat-ı gar­rânın iki mucize-i garrâsını izhar ettiğinizden, za­ifü’l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvve­tini ve şeriatın kudsi­ye­tini iki bur­han ile izhar ey­lediniz. Bu iki inkılâbın pahasına binler şehit ver­seydik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüz’ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatini­zin tenakusu, ukde-i haya­tiye veya ha­raret-i gariziyenin tenakusu gibi, mevti intaç eder.

Tarih-i âlem serâpâ şehadet ediyor ki, asker ne­fe­ratının siya­sete müdahaleleri devletçe ve mil­letçe müthiş zararları intaç et­miştir. Elbette hami­yet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men ede­cektir.

Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i müfekki­reniz hükmünde olan zabitleriniz ve ûlülemirleri­nizdir.

Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tec­rübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de te­reddüt câiz değildir. Ef’­âl‑i hususiye-i nâmeşrua, san’at­taki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur et­mez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekâtı için, onların tıp ve hendesele­rinden mani-i istifade olamaz. Kezalik, fenn-i harpte tecrübeli ve o san’atta mahir ve ha­miyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir zabitlerini­zin bazılarının cüz’î nâmeşrû harekâtı için ita­ati­nize halel vermeyiniz. Zira fenn-i harp mühim bir sa­n’attır. Hem de sizin kıyamınız, şeriat-ı garrâ, yed-i beyzâ-i Mûsâ gibi, sair sebeb-i tefrika ve te­şettüt-ü efkâr olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur ey­ledi. Harekâtınız bu inkı­lâpta ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalip olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa he­def eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdat şimdilik mah­voldu. Lâkin, terakkiler için Avrupa’­nın istibdâd-ı mânevisi altındayız. Nihayet dere­cede ihtiyat ve itidal lâzımdır.

Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın askerler!Said Nursî» (Hutbe-i Şamiye sh: 105)

ASKERLİKTE İTAATİN EHEMMİYETİ

Bu gelen hitabede de yine askeriyedeki dindar ku­mandanlara itaatin bo­zulmaması ve ll. meşrutiyetin ilan edilmesinde askerin müsbet rolü anlatı­lırken deniliyor ki:

«Kahraman askerlerimize

Ey şanlı asâkir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i maz­lumeyi ve mu­kaddes İslâmiyeti iki defa bü­yük vartadan tahlis eden muhteşem kahra­manlar!

Cemal ve kemaliniz, intizam ve inzibattır. Bunu da hakkıyla en mü­şevveş bir zamanda gösterdi­niz. Ve haya­tınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu mezi­yet‑i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irae ediniz. Otuz mil­yon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu artık sizin itaatinize bağ­lıdır. Sancak ve tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. Sizin o müba­rek elinizin kuvveti de itaattir. Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur’ân ve ha­dis ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farz­dır.

Malûmunuzdur ki, otuz üç milyon nüfus, yüz sene zarfında böyle iki inkılâbı yapamadı. Sizin o itaatten neşet eden hakikî kuvvetiniz, umum mil­let-i İslâmiyeyi medyun-u şükran etti. Bu şerefi hakkıyla teyid etmek, zabitlerinize itaat­ledir. İs­lâmiyetin namusu da o itaattedir. Biliyorum ki, müş­fik pederleriniz olan zabitlerinizi mes’ul et­memek için işe ka­rıştır­ma­dınız. Şimdi ise iş bitti. Zâbitlerinizin âğuş-u şefkat­lerine atılınız. Şeriat-ı garrâ böyle emrediyor. Zira zabitler ûlülemirdir­ler. Vatan ve mil­let menfaatinde, hususan nizam‑ı askerîde ûlülemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muham­medînin (aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat ile­dir. Said Nursî» (Hutbe-i Şamiye sh: 103)

«Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin hâ­dise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir ga­ze­tede yazdım ki:

Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman as­ker­lerinin ce­miyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine gi­renler, neferden se­ras­kere kadar dahildir. Zira, ittihad, uhuvvet, itaat, mu­habbet ve ilâ-yı ke­limetullah, dünyanın en mu­kaddes ce­miyeti­nin maksadıdır. Umum mü­’min askerler tamamıyla bu maksada maz­hardırlar. Askerler merkez­dir. Millet ve cemiyet onlara inti­sap etmek lâ­zımdır. Sair cemiyetler, mil­leti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek için­dir.

Amma ittihad-ı Muhammedî (a.s.m.) ki, umum mü’min­lere şâmil­dir, cemiyet ve fırka değil­dir. Merkezi ve saff-ı ev­veli ga­ziler, şehidler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker—zâbit olsun, nefer olsun—hariç değil ki, tâ intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hay­riye, kendine ittihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karış­mam.» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 22)

«İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-i as­ke­riyeden sual et­tim: Dediler ki: “Askerlerin za­bitleri asker kı­yafetine girmiş. İtaat çok bo­zulma­mış.” Tekrar sual ettim: Kaç zabit vurulmuş? Beni aldattılar, dedi­ler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem şeriatın âdap ve hududu icra olunacak.”

Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyor­lardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira, en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i aske­riyeye halel geldi­ğinden, nihayet derecede meyus ve mütees­sir ol­dum. Ve umum gazete­lerle askere hitaben neşrettim ki:

Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefislerine zul­mediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nevi zulmedi­yorsunuz. Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, sa­adet ve bayrak‑ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaati­nizle kaimdir.

Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şe­riata muhalefet edi­yorsunuz.

Ben onların hareketini ve şecaatlarını okşadım. Zira efkâr-ı umumi­yenin yalancı tercümanı olan ga­zeteler, nazarımıza hare­ketlerini meşru gös­ter­mişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatimi bir de­rece tesir ettir­dim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân ol­mazdı.» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 25)

«Harbiye Nezaretindeki as­kerler içine Cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlerim tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sureti:

Ey asâkir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz mil­yon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve sa­adeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette si­zin itaatinize vabestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, as­ker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercümerc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz şeriat dersiniz, halbuki şe­riate muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedar ediyor­su­nuz. Şeriatla, Kur’ân ile, hadis ile, hikmet ile, tecrübe ile sa­bittir ki;

SAĞLAM, DİNDAR, HAKPEREST ULÜ’L-EMRE İTAAT FARZDIR

Sizin ulü’l-emriniz, üsta­dınız, zabitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar ver­mez. Kezâlik, münevve­rü’l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hami­yetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşru ha­reketi için itaatinize ha­lel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmet­meyi­niz. Zira, itaatsizlik yal­nız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz de­mektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şeca­atinizde­dir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin mun­tazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuz mil­yon nüfusun vücuda getir­mediği böyle pek çok kan döktüren inkı­lâpları siz itaatinizle, kan dök­meden yaptınız.

Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevve­rü’l-fikir bir zâbiti zâyi etmek, mânevî kuvve­tinizi zâyi etmektir. Zira şimdi hükümfermâ, şe­caat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir mü­nev­verü’l-fikir, yüze mukabildir. Ecnebîler size bu şecaatle galebeye çalışı­yor­lar. Yalnız şe­caat-i fıt­riye kâfi değil…

Elhasıl: Fahr-i Âlemin fermanını size tebliğ edi­yo­rum ki, itaat farz­dır. Zabitinize isyan etmeyiniz. Yaşasın as­kerler! Yaşasın meşrûta-i meş­rûa!» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 26)

Osmanlı Devletinin son devrelerinin içtimaî hadiseler ve şartları içinde ordunun birlik ve beraberliğinin korunma­sında hassasiyet gösteren Bediüzzaman Hazretlerinin mez­kûr hitabe ve makalelerinde esas maksad, meşru itaat ile it­tihadın bozulmaması ve ihtilâfların önlenmesi ve insaniyetin lâzımı olan hakikiki hürriyetin muhafazası olduğu görülüyor.

Zamanımızın hayli hadisatı karşısında da ayni hassasi­yetin lüzumu ve nazara verilmesi icab ediyor.

İÇ KARIŞIKLIKTA YABANCI MÜDAHALE TEHLİKESİ

Yukarıda nazara verilen içtimaî kargaşalıklar ve pek çok hissî temayüller ve garazkârlıklar için ifsad cereyanları­nın perdeler arkasından bozguncu ve tahrikçi parmaklarını karıştırmaları, en dikkate değen taraftır.

Tarih tekerrür ettiği için, Bediüzzaman Hazretleri, 31 Mart hadisatını, ibret ve ders almak için anlatırken diyor ki:

«Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üs­sü’l-esas es­bab, fırkaların taraftarane ve garazkâ­rane münaka­şatı ve ga­zetelerin belâğat yerine mübalâğat ve ya­lan ve ifratperve­rane keşmekeş­leri idi. Bu metâlib-i seb’ada, nasıl ki yedi renk çev­rilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziyâ-yı şeriat-ı beyzâ tecellî etti, fesadın önüne set çekti.

Elhasıl: Sekiz-dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriya­tıyla ve fırkaların cemiyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın ta­hakkümatıyla ve itaat-i as­keriyeye münafi olan hürriyet-i mut­laka ef­rada sira­yetle ve âdâb-ı dini­yeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dik­kat­siz­lerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebit­ler, cahil mutaassıplar, dinde has­sas, muha­keme-i akliyede nok­san olanlar, iyilik zannıyla o batak­lık zeminde tohum ekmeye baş­lama­sıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fi­şek havaya atılmakla ve dahil ve hariç müddeîler par­mak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden, bu hâdisenin isti­dad-ı tabiîsi, hercümerc ve müda­hale-i ec­nebî iken, min indillâh, ism-i şeriat, o müteaddit sebep­lerden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuva­larına irca ile, on üç asır­dan sonra bir mucize daha gösterdi.

Hem geçen inkılâb-ı azîmde ordu ve ulemanın “Meşrutiyet şe­riata müsteniddir” diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manye­tizmalandırdı. O inkılâp, inkılâpların kaide-i ta­biî­yesini hark ile şeriatın tesir-i mucizânesini gös­terdi. Ve daima da gös­terecektir. Nisan’ın nısf-ı âhirinde çıkan gazetelerin esas-ı fikirle­rine mute­rizim. Şöyle ki:

Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i aske­riyeyi, hayata feda edilen ve ehl-i vicdan naza­rında gayet hasis olan âmâl-i nâ­meşruaya feda etmeye ihtimal verdiler. Hem de hakaik ve ahval onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut olan şems-i şeriat, saltanata veya hilâfete veya başka siyasete tâbî ve âlet te­vehhümüyle, bir şems-i münîri, münkesif bir yıldıza peyk ve câzibesine tâbi itikad etmek gibi göstermekle tarik-i dalâ­lete sülûk ettiler.

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliye­timiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve ha­kaik-i şeriatın tecellî­siyle­dir. Yoksa, “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürü­yüşünü öğrenmedi” diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.

Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hami­yet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zira müsennâ daha muhkemdir.

Ey paşalar, zabitler!

Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de ce­vap isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; ve şe­riat ise, mede­niyet-i fuzla (en faziletli) oldu­ğun­dan, âlem-i İslâmiyet, me­dine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 38)
ASKERLER, AHRARLAR VE NUR TALEBELERİ

1909 yılında Hazret-i Üstad, cemiyeti irşad etmekle vazifedar olan, din âlimlerinde bu­lunması gereken vasıfları sıralar ve olmasını istediklerini “yaşasın” diye ve olmasını istemediklerini de ‘‘gebersin’’ diye ifade eder. Sonunda özellikle askerler, ahrarlar ve Nur Talebeleri sıralaması da oldukça dikkat çekicidir.

«Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i mu­hak­kik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdak­kik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem be­liğ-i muknî olmalı, tâ mukteza-yı hal ve il­caat-ı za­mana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.

Yaşasın Şeriat-ı Garrâ! Yaşasın Adalet-i İlâhî! Ya­şasın İttihad-ı Millî! Ölsün İhtilâf! Yaşasın Muhab­bet-İ Millî!.. Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i inti­kam! Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler! Yaşasın satvet-i muşahhas ordular! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ah­râr ve Nur talebe­leri. (HAŞİYE) Said Nursî» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 81)

(HAŞİYE) Medar-ı ibret ve hayrettir ki, kırk üç sene ev­vel Hürriyetin üçüncü gününde, İstanbul’da, hem sonra Selânik’te Meydan-ı Hürriyette binler siyasîlere karşı dâvâ ettiği ve bütün kuvvetiyle şeriatı istediği ve hür­riyeti ve meşrutiyeti şeriata hizmetkâr yaptığı ve sonra 31 Mart’ta Hareket Ordusu gayet dehşet ve şid­detle şe­riat isteyenleri mes’ul ettikleri zamanda Divan-ı Harb-i Örfî’de Said’in bu münteşir nutuklarından tam beraat verildiği halde; şimdi ise, siyaseti otuz seneden beri bı­raktığı ve o nutuklarına nispeten siyasete pek az teması için 27 sene dinsizlik hesabına işkenceler ve gaddarane azap ve cezalar verenler, elbette din namına zulmettik­lerini ve engizisyonlardan daha zâlim olduk­larını ispat eder. Said Nursî

ASKERLERİN MEŞRUTİYETE KATKILARI

1908’de ilan edilen ll. Meşrutiyet(*) hakkında sorulan bir suale, hürriyete kimlerin vesile olduğunu şöyle anlatır:

«Hürriyet ve meşruti­yet; askerlerimizin süngü­süyle, cemi­yet-i milliye­nin kalemiyle sahife-i vücuda geldi.» (Münazarat sh: 31)

Mezkûr cevapta, askerler, değil meclisi feshetmek veya hürriyetleri askıya almak bilakis elindeki maddi kuvveti, meclisi çalıştır­mak, hürri­yetlerin verilmesinde kullanmak gerektiği çok öz ola­rak ifade ediliyor.

(*) Üstad Bediüzzaman Hazretleri, o zaman meşrutiyet olarak kullandığı bu tabiri 1951 yılında bu eserini kendisi bizzat tashih edip tekrar neşrederken meşrutiyet yerine Cumhuriyet, bazı da Demokrat manasında kullanmış ve bu ilaveleri yapmıştır.

2001’LERDEN SONRAYA İŞARET

Said Nursi Hazretleri 1911 yılında Şam’da İslâm dün­yasına büyük bir mesaj vermiştir. Bu hi­tabe hem hal-i hazır du­rumu, hem istikbaldeki olayları na­zara vermekte ve çıkış yollarını göster­mektedir.

Aslı Arabça olan bu hutbeyi Bediüzzaman Hazretleri 1951 yılında biz­zat kendisi Türkçeye tercüme etmiş, bazı ilaveler ve çıkarmalar yaparak yayınlamıştır. Verilen “kırk-elli sene sonra” tabirleri hem 1911 yılı itiba­riyle hem 1951 yılı itibariyle düşünülmelidir.

Türkleri, İslâmiyetin kahraman ordusu olarak tavsif et­tiği ve Arablara hitap ettiği bu eserinde diyor ki:

«Yeis, ümmetlerin, milletlerin “seretan” deni­len en dehşetli bir has­talığıdır. Ve kemalâta mâni ve (ene ınde hüsnü zannî abdî bî) hakikatine muhalif­tir; kor­kak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şe­hamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i be­şerde medar-ı ifti­har yüksek se­ciye­lerle mümtâz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İs­lâm milletleri Arabın metanetinden ders almışlar. İnşaallah, yine Araplar ye’si bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesâ­nüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayra­ğını dün­yanın her tarafında ilân edecekler­dir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 44)

Yine Bediüzzaman Hazretleri Arab ve Türkün tarihî bağlarını hatırlatıp Osmanlı Ordusunun mukaddesatı ko­ruma ve kahramanlığını anlatırken şu ifadeleri kullanır:

«Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâ­kimiyetini gösterdi. Hakikî milli­yetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o mil­liyete bayrak­tarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sa­defi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kud­siyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm birtek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin ef­radı gibi, İslâm ta­ifeleri de birbirine uhuv­vet-i İs­lâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen—lüzum olsa maddeten—yardım eder. Gü­ya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbi­rine bağlıdır.

Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşire­tin bütün ef­radı, o aşiretin ­­­düşmanı olan başka aşiretin naza­rında müttehem olur. Güya herbir fert o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşi­ret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi, o aşi­re­tin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyi­lik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yap­mış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra, seyyie, fenalık işle­yenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nü­fus-u İs­lâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok mi­salleri görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevîdeki kardeş­ler ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvân-ı Müslimîn! “Biz zarar vermi­yo­ruz, fakat menfaat vermeye ik­tidarımız yok. Onun için mazuruz” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i ha­kikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmedi­ğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir hak­sızlıktır.

İşte, seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zaman­da ha­sene—yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik—yalnız işleyene münhasır kal­maz. Bel­ki o hasene, milyonlar ehl-i imana mânen fayda vere­bilir. Hayat-ı mâneviye ve maddîye­sinin rabı­tasına kuvvet verebilir. Onun için, neme lâzım de­yip kendini tembellik döşeğine at­mak zamanı de­ğil!..

İSLÂM CUMHURİYETLER BİRLİĞİ MÜJDESİ

Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve hasene­niz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Ce­mahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vazi­yete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmi­yeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rah­met-i İlâhiyeden kuvvetle bek­liyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah nesl-i âti gö­recek.

Sakın kardeşlerim, tevehhüm, tahayyül etmeyi­niz ki, ben şu sözle­rimle siyasetle iştigal için him­metinizi tahrik edi­yorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâ­miye bütün siyâsâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabi­lir. Hiçbir siyasetin haddi de­ğil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i iç­timaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulu­nan bir fabrika sure­tinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka te­cavüz etse, maki­nenin mi­hanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî ku­surlarına bakmamak gerektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 54)

CHP’Lİ BAKANA BİR MEKTUP

Bu kısım da, Bediüzzaman Hazretlerinin Birinci Cihan Harbi sonrası herkesin malûmu olan gelişmeler ve yeni yapılanmalar inkılablar ve doğacak mahzurlar ve millî ahengin bozulma sebebleri ve kahraman ordumuzun gele­ceği hakkındaki endişelerini, bazı devlet ricalinin dikkatle­rini çektiği yazılarından bazılarıdır.

İşte bunlardan birisi 1947 yıllarında Halk Partisinin Genel Sekreteri İçişleri Eski Bakanı Hilmi Uran’dır. Hazret-i Üstad uzun mektubun bir kısmında der ki:

«Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve ha­kaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir surette ve din zara­rına medeniyetin propagandası ye­rinde doğ­rudan doğruya hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen ha­ber veriyorum ve kat’î hüccetlerle ispat ede­rim ki, âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve ku­mandanı olan Türk milletine bir ada­vet; ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak al­tın­daki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâmın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet vere­cek.

Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kah­raman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mut­lakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibâha etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmiyet ha­ki­katiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün ma­zideki şerefini İslâmiyette bulmuş, bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve mil­liyet­perverleri, herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik‑ı Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tut­mak ve düstur-u hareket yapmakla o ce­reyanı durdurur in­şaallah.

İkinci cereyan: Âlem-i İslâmdaki müstemlekât­la­rını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu va­tandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle itham et­mekle bozmak ve âlem-i İslâ­mın irtiba­tını mânen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevir­mek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş.

Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli plânı değiş­tirip, ha­riçteki âlem-i İslâmı okşadığı gibi, bu merkezdeki İslâmiyet dinini ok­şasa, hem o da çok istifade eder, hem azîm fütuhatını bir derece muha­faza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli belâdan kurtulur.

Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hami­yet­perver, milliyetper­ver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukad­de­satı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp na­mında yaptıkları icraatı esas tu­tarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyilik­le­rini on­lara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete ve­rilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört mil­yon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asır­lar­daki milyar­lar şerefli merhum ordularına ve mil­yonlarla şehidle­rine ve milletine büyük bir muha­lefet ve ervahına bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkı­lâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 218)

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNDEN İNÖNÜ’YE BİR MEKTUP

Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1947 yılında o zama­nın Reisicumhuru olan İsmet İnönü’ye gönder­diği istida şöyledir:

«Reisicumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yaz­maya.

Bana hücum eden garazkârların en esaslı se­bebi, Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki:

Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâ­kası ke­silmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şeri­fin ihbarıyla Kur’ân’a za­rarlı öyle bir adam çıka­cak dediğimi ve sonra Mustafa Ke­mal o adam ol­duğunu zaman gösterdi.

Ben de beş yüz seneden beri kahramanlığıyla ve hak­perestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahra­man bir or­dunun şerefini ve zafe­rini hi­lâf-ı haki­kat olarak M. Kemal’e vermediğim için, garaz­kâr dostları, beni yirmi senedir bahanelerle tâzip edi­yorlar.

Evet, mahkemede ispat ettiğim gibi, “Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-mânevî ganimetler or­duya, cemaate verilir, tevzi edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir” diye bir kaide‑i haki­katle, “Kahraman ordunun ve bilfiil asker ve as­ker başında çalışan cesur zabit­le­rin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez; belki ku­sur­lar, hatâlar yalnız ona verilir” diye, beni onu sev­memekle itham edenleri, kahraman orduyu sev­memekle ve şereflerini kır­makla itham edip, on­lara hain-i millet naza­rıyla bakıyorum. Bu hakikati mah­kemede ispat ettiğim gibi, onun muan­nid dostlarına da is­pat etmeye hazırım. Ben, bu mü­barek milletin bahadır or­dusunun mil­yon­lar ef­radı ve zabitlerini severim; hürmet­lerini, haysi­yet­lerini elimden gel­diği kadar muhafaza ediyo­rum. Benim karşımdaki garazkâr muarız­larım, birtek adamı sevmek yolunda milyonlar efrada mânen ihanet, belki adavet ediyorlar.

Evet, çok emarelerle bildik ki, bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler baha­nedir. Bunun için mec­bur oldum ki, o muarızla­rıma derim:

O, beni taltif etmek ve bütün vilâyât-ı şarkıyeye vâiz-i umumî yap­mak için, Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni, onun dostluğundan vaz­geçirdi. Yirmi sene inzivada azap çektim, dünyalarına ka­rışmadım.

Birinci madde: Bir hadis-i şerifin, âhir za­manda an’anât-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye ha­ber verdiği adam bu ol­duğunu ef­’âliyle gösterme­sidir. Ben, otuz altı sene evvel o hadisi tef­sir et­miştim. Aynen bu adama mânâsı çıkmış. Mah­kemedeki mü­dafa­atımın üçüncü esasında izahı var.

İkinci madde: Birşeyin vücudu ve tâmiri ve ha­yatı, ona ait bütün er­kân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi ve o şeyin ademi ve tahribi ve öl­mesi, birtek şartın bozulma­sıyla olduğu bir kaide-i haki­kattir. Umumun dille­rinde “Tahrip, tâmirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur. Bu ka­t’î kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tah­ribat­lar, o kumandanın hatâsından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise, or­dunun kahramanlığından geldiğinden, o fe­nalık­ları ona, o iyi­likleri or­duya vermek lâzım gelirken, bütün bütün ak­sine ola­rak, cemaatin hay­rını baştaki bir ferde; ve o ferdin şer­rini cemaate vermek, deh­şetli bir hak­sızlık olmasıdır.

Üçüncü madde: Cemaatin hayrını ve ordunun zafe­rini başa ver­mek ve o başın kusurunu cema­ate isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve bir tek kusuru binler kusur yapmak­tır. Çünkü, nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öl­dürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır; ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, birtek gazi olur; o bin­başı­nın hatâsıyla zâlimane bir katil yapılsa ve ona veril­meyip tabura ve­rilse, o birtek katil bin cinayet hükmüne ge­çerek bin neferi me­s’ul eder ve cezaya çarpar. Aynen öyle de, mey­dandaki görünen ehemmiyetli kusur­lar onları iş­leyen ölmüş adama verilmezse, beş yüz, belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’ân bayrak­tar­lığını kı­lıçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir or­duya hava­lesiyle o kusurlar binler derece ve er­kânları ade­dince ziyadeleşir, o ordunun pek par­lak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordu­sunu, ge­çen asırların aynı orduları önünde mah­cup ve mes’ul eder. Ve mevcut şerefler, za­fer­ler tek adama verilse, binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince gazi­lik ve hayırlar birtek hük­müne geçer, söner; daha kusur­lara karşı kefâ­re­tü’z-zünub olmaz.

İşte bu sebepler içindir ki, ben, onun dostluğunu bıra­kıp, onun ye­rinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet et­tiğim o or­dunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şe­refini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.

Emirdağında Said Nursî» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 284)

TÜRK MİLLETİNİN ALEYHİNDEKİ DIŞ TEHLİKELER NELERDİR?

Üstad Bediüzzaman Hazretleri en önemli iki meseleyi nazara verir. Birisi, dinsizliğin yaygınlaşması ve bunun neticesinde manen anarşist olmuş bir neslin ortaya çıkmasıdır. Diğeri de dış dünyada, hakiki dost müslüman milletlerin bu memlekete dostane bakmasını sağlamaktır. İşte Risale-i Nur bu iki meselede devreye girer ve girmelidir. Bu iki büyük fayda için gerçek vatansever idareciler Risale-i Nur’a revac vermelidirler. Bu iki mesele Risalelerin bir çok yerlerinde vardır. Burada bir tanesini naklediyoruz. Şöyle ki:

«Şimdi bu memleketin, bu vatan ve milletin sa­adet-i hayatiye ve ebe­diyesi noktasında iki müthiş cereyan var:

“Birisi: Şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereya­nının bu vatanı mâ­nevî istilâsına karşı Kur’ân’ın hakikatleri ve imanın nurlarıyla muka­bele et­mektir. Çünkü o dinsizlik cereyanı mânevî tahri­bat nev’inden ol­duğun­dan karşısında bir mânevî mukabele olmalıdır. Hakaik-i Kur’âniyenin le­me­âtı olan Risale-i Nur mânevî tâ­mirci bir atom bombası olarak bu dalâlet cereyanına mu­kabele edebilir ve etmiştir.

“İkincisi: Bin seneden beri İslâmiyetin kahra­man bir or­dusu ve bay­raktarı olan Türk milletine âlem‑i İslâmın adâve­tini izâle etmek, Türkler yine eskisi gibi İslâmiyetin kahra­manıdırlar ka­naatini verdirmektir. Bu suretle 400 milyon hakikî kardeş­leri bu millete kazandırmakla saadet-i hayatiye­sine en ehemmi­yetli bir hizmeti ifa eylemektir ki, Risale-i Nur iman hakikatlerini bu va­tanda neş­rederek bu azîm faydayı fiilen göster­miştir.

“Risale-i Nur’un bir talebesi, evvelce elinde Nur Risaleleriyle ve ora­dan çıkardığı mev’izelerle şark hudut böl­gesinde Rusların o zamanda o havali­deki propagandalarını durdurmuştu. Bu suretle, birtek talebe bir ordu kadar vatana, millete ve âsâyişe hizmet etmiştir. Risale-i Nur’un gaye ve maksadı tamamen uhrevî ve rıza-yı İlâhî daire­sinde imana hiz­met etmek olduğundan, netice verdiği sair dünyevî iyilik­ler dolayısıyla, hayat-ı iç­timaiyeye ait bir faidesidir.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 196)

«Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmiş­ler. Sen onlara ne ni­yetle bakıyorsun?” dedim.

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kar­deşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyor­lar.”

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı mu­allimlerden aldığı aksülâ­mel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 224)

GAYR-İ MÜSLİM VATANDAŞLARIN ASKERLİĞİ

Bu kısımda muhtelif sorular, hatıralar ve hadiseler vardır.

«S – Gayr-ı müslimin askerliği nasıl caiz olur?

C – Dört vecihle:

Evvelâ: Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz o deh­şetli ayı ile bo­ğuştuğunuz vakit karılar, çinge­neler, çocuklar, itler size yardım ettikle­rin­den size ayıp mı oldu?

Saniyen: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın, Arap müşriklerin­den muâhid ve halifleri vardı. Beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar ise, ehl-i ki­tap­tır. Orduda toplu olmayıp müteferrik oldukla­rından, biz­deki ekseri­yet ve kuvvet-i hissiyat, ma­zarrat-ı mütevehhi­meye karşı set çeker.

Salisen: Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, as­kerlikte istihdam olunmuştur. Yeniçeri ocağı buna şahittir.» (Münazarat sh: 36)

BİSMARK’IN İBRETLİ TESBİTLERİ

«İstanbul’da, Refet Beyin ve Mustafa Oruç’un yazdık­larına göre, çok zaman İslâm or­dusunu idare eden ve sonra darülfünuna inkılâp eden Harbiye Nezareti ve Bab-ı Seraskerî, o mu­azzam binanın alnında (Fetih Sûresi, 48:1, 3. ayeti) hatt-ı Kur’­ân ile o mânidar Kur’ân âyeti ya­zılmışken, sonra da mermer taşlarla üzeri ka­patılıp o nurları giz­lemiş­lerdi. Şimdi yeniden hatt-ı Kur’âniyeye bir nümune-i müsa­ade ve Risale-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesile ve üniver­site ileride bir Nur medresesi olmasına bir işaret ol­duğu gibi, Denizli Nurcularından Ahmed’lerin meşhur âlim ve akıl­ca on do­kuzuncu asrın en büyüğü ve iç­timaî filo­zofların en ilerisi Bismarck’ın eserinden aldık­ları bir fıkrada, o yüksek Bismarck, ese­rinde diyor ki:

“Kur’ân’ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesin­de bü­yük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve be­şeriyeti idare ede­cek hiçbir eser yoktur ve ge­lemez.”

Ve Peygambere hitaben der:

“Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bâdema göre­me­yecektir. Binaenaleyh, se­nin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

Bismarck» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 268)

İSLÂM CEBREN YAYILMADI

«“İslâm orduları Suriye’yi fethettikleri, yahut mu­zaffer bayrakla­rını Afrika’ya diktikleri, yahut Ka­radenize vardıkları zaman, Kur’ân hep be­raber­lerinde idi. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar fet­hettik­leri memle­ketlerde mezalim irtikâp etme­mişler ve bir millete Müslümanlığı kabul ettirmek için onu kılıçtan geçirmemişlerdir.”

Bolinson» (Nur Çeşmesi)

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ CEPHEDE

«Eski Harb-i umumîde Pasinler Cephe­sinde şehid merhum Molla Habib’le beraber Rusya’ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir iki dakika fasılayla bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstün­den geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz görün­me­dik­leri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim:

“Molla Habib, ne dersin, ben bu gâvurun gülle­sine gizlenmeyece­ğim.”

O da dedi: “Ben de senin arkandan çekilmeye­ceğim.”

İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlâhî bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Ha­bib’e dedim:

“Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldü­remez. Geri çekilmeye te­nezzül etmeyeceğiz” de­dim.

Hem Bitlis muhasarasında ve avcı hattında Ru­sun üç güllesi öldü­re­cek yerime isabet etti. Biri de şalvarımı delip, iki ayağımın arasından geçip o tehlikeli vaziyette sipere oturmaya tenezzül et­memek bir hâlet-i ruhiye taşıdığımdan, arkadan kumandan Kel Ali, Vali Memduh Bey işit­tiler, “Aman çekilsin veya sipere otursun” dedikleri halde, “Bu gâvurun gülle­leri bizi öldürmeyecek” dediğim…» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 13)

İTTİHAD TERAKKİ PARTİSİ VE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN BİR TESBİTİ

«Eski Said’in İttihad-ı Terakki Komitesine şiddet-i muhalefetiyle be­raber, onların hükûmetine ve bilhassa or­duya karşı tarafgirâne yüksek takdiratı ve iltizamları ise, bir hiss-i kablelvukuyla, yağı içinde bulunan o cemaat-i as­keriyede ve o cemi­yet-i milliyede bir milyona yakın ve evliya merte­besinde olan şühedayı altı yedi sene sonra teza­hür ede­ceğini his­set­miş, ihtiyarsız olarak, meşre­bine muha­lif, onlara dört sene ta­rafgir bu­lunmuş. Sabık Harb-i Umumî çalkalamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e muhale­fet edip yine müca­hedesine döndü.» (Kastamonu Lâhikası sh: 79)

DECCALLER ASKER KUVVETİNDEN İSTİFADE ETMEK İSTERLER

Âhirzamanda ortaya çıkacağı kesin olarak haber veri­len Deccal, Mehdi ve Hazret-i İsa (A.S.) gibi zatların asker kuvvetine de dayanacağını bildiren bahisler:

«Rivayette var ki: İsa Aleyhisselâm Deccalı öl­dürdüğü münasebe­tiyle, “Deccalın fevkalâade büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbe­ten çok küçük bulundu­ğunu” gösterir.

(Lâ ya’lemül gaybe illâllah) Bunun bir tevili şu olmak ge­rektir ki: İsa Aleyhisselâmı nur-u iman ile tanıyan ve tâbi olan cemaat-i ruhâniye-i mü­cahidînin ke­miyeti, Deccalın mektepçe ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olma­sına işaret ve kina­yedir.» (Şualar sh: 588)

«Rivayetlerde, her iki Deccalın harikulâde icraat­larından ve pek fev­kalâde iktidarlarından ve hey­betlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kısım insanlar, onlara bir nevi ulûhiyet isnad eder diye haber verilmiş. Bunun sebebi nedir?

Elcevap: (el ılmü ındellah) icraatları büyük ve hâri­kulâde ol­ması ise: Ekser tahribat ve hevesata sev­kiyat olduğundan, kolayca harikulâde öyle işler ya­parlar ki, bir rivayette, “Bir günleri bir senedir.” Yani, bir senede yap­tıkları işleri üç yüz senede ya­pılmaz denilmiş. Ve iktidarları pek fevka­lâde gö­rülmesi ise, dört cihet ve sebebi var:

• Birincisi: İstidrac eseri olarak, müstebidâne olan koca hükûmetle­rinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyi­likler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle, bin­ler adam kadar bir iktidar onların şahıslarında te­vehhüm edilmeye sebep olur. Halbuki, hakika­ten ve kaideten, bir cemaatin ha­reketiyle vücuda ge­len müs­bet mehâsin ve şeref ve ganimet o cema­ate taksim edilir ve efradına verilir. Ve seyyiat ve tahribat ve zayiat ise, reisi­nin tedbirsizliğine ve kusurlarına verilir. Meselâ, bir tabur bir kaleyi fet­hetse, ganimet ve şeref süngülerine aittir. Ve menfî tedbir­lerle zayiatlar olsa, kumandanlarına aittir.

İşte hak ve hakikatin bu düstur-u esasiyesine bü­tün bütün muhalif olarak müsbet terakkiyat ve hasenat o müthiş başlara ve menfî icraat ve sey­yiat bîçare milletlerine verilmesiyle, nefret-i âm­meye lâyık olan o şa­hıslar, istid­rac cihetiyle, ehl-i gaflet tarafından bir muhabbet-i umumi­yeye mazhar olurlar.

• İkinci cihet ve sebep: Her iki Deccal, âzamî bir istib­dat ve âzamî bir zulüm ve âzamî bir şiddet ve dehşetle hare­ket ettiklerinden, âzamî bir ik­tidar görünür. Evet, öyle acip bir istibdat ki, kanunlar perdesinde herke­sin vicdanına ve mukaddesa­tına, hattâ elbi­sesine müdahale ederler. (Zanne­derim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyet­perver­leri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli is­tibdadı hissederek oklar atıp hü­cum etmişler. Fa­kat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cep­hede hücum göstermiş­ler.) Hem öyle bir zulüm ve ce­bir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yü­zer mâsumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.

• Üçüncü cihet ve sebep: Her iki Deccal, Yahu­dinin İslâm ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli bir in­tikam besleyen gizli komitesinin mu­avenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir di­ğer ko­mitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretle­rini kazandıklarından, dehşetli bir iktidar zannedilir. Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm devletinin ba­şına geçecek olan Süfyanî Deccal ise, ga­yet muktedir ve dahi ve faal ve gös­terişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehem­miyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperest­liğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhi­yâne icraat­larını, riyasızlıkla­rından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca or­dunun ve hükûmetin teced­düt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından ge­len şiddet-i ihtiyacın sev­kiyle işledikleri te­rakki­ya­tı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve ha­rika bir iktidar bu­lunduğunu meddahlar tarafın­dan işâa ettirir.

• Dördüncü cihet ve sebep: Büyük Deccalın, is­pri­tizma nevinden tes­hir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalının dahi, bir gözünde teshir edici manye­tizma bulunur. Hattâ, rivayetlerde “Decca­lın bir gözü kör­dür” diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccalın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü, öteki göze nisbe­ten kör hükmünde oldu­ğunu hadiste kaydetmekle, onlar kâ­fir-i mutlak bulunduğundan, yalnız münhasıran bu dün­yayı görecek bir tek gözü var ve âkıbeti ve âhireti gö­rebilecek gözleri olmamasına işaret eder.

Ben bir mânevî âlemde İslâm Deccalını gör­düm. Yalnız birtek gö­zünde teshirci bir manye­tizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bü­tün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çı­kan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avâm-ı nâs hakikat-ı hali bilmedik­le­rinden, harikulâde iktidar ve cesaret zannederler.

Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlûbiyeti hengâ­mında, böyle istidraçlı ve şanlı ve talihli ve mu­vaffakiyetli ve kurnaz bir kumandanı bulun­duğundan, gizli ve dehşetli olan mâhiyetine bak­mayarak, kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister. Fakat kah­raman ve mü­cahid ordunun ve dindar milletin ru­hundaki nur-u iman ve Kur’ân ışığıyla hakikat-ı hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahri­batını tamire çalışacağı ri­vayetlerden anlaşılır.» (Şualar sh: 593)

KAHRAMAN ORDU DİZGİNİNİ ONUN ELİNDEN KURTARACAK!

«Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” denilmiş.

(Lâ ya’lemül gaybe illâllah) bunun bir tevili şudur ki: Şar­kın en ce­sur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İs­lâmiyetin en kah­raman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulu­nup daha Anadolu’yu va­tan yap­madığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.

Gariptir, hem çok gariptir: Yedi yüz sene müd­detinde İslâmiyetin ve Kur’ân’ın elinde şeref-şiar, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk mille­tini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı is­timal etmeye çalışır! Fakat muvaf­fak olmaz, geri çekilir. Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor diye rivayetlerden anlaşı­lıyor.» (Şualar sh: 596)

SİYASİ MADDİ MÜCADELE YASAĞI

«Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

“Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak, bizi siya­setten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşer­ler; onlara zul­metmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve da­lâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müda­faa etse, ya eşedd-i zulüm ile, ta­rafgirlik bahane­siyle çok bîça­releri yaka­cak; o hâlette o da ezlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissi­yatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahane­lerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri ka­zanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimâ­ne­siyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına deh­şetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nef­retle siya­setten ve ida­reye karışmaktan kaçındı­ğımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir ka­pısı kapanmıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb olu­yor. Elbette biz sabır ve şü­kürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile, icbar ile sükûtumuzu boz­dur­mak ise, insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bü­tün zıttır, muhaliftir.

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyase­tin ve ehl-i idarenin ve inzibatın ve adliye ve zabı­tanın bizimle uğ­raşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükû­metin müdafaa ede­mediği ve aklı başında hiçbir insanın hoş­lanma­dığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındık­lar şeytanetiyle bazı resmî me­murları aldatarak evham­landırıp, aleyhi­mize sevk etmek var. Biz de deriz:

Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aley­himize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle kaç­mayız. O irti­datkâr küfr‑ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz! Said Nursî» (Şualar sh: 292)

AFYON MAHKEMESİ MÜDAFAASINDAN

Said Nursi Hazretleri 1947 yılının son aylarında başla­yan Afyon Ağır Ceza Mahkemesi safahatında savcının it­hamlarına verdiği cevabın bir kısmında diyor ki:

«Dedi: “Beşinci Şuada sen hiç kalben nedamet etmedin mi ki, onu rakıdan ve şaraptan su tu­lumbası gibi tâbirlerle tezyif etmişsin?” Ben onun bütün bütün mânâsız ve yanlış ve dostluk taassu­buna mukabil de­rim: Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız onun bir hissesi ola­bilir. Nasıl ki ordunun ganimeti, malları, erzakları bir ku­mandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.

Evet nasıl o insafsız, o çok kusurlu adamı sev­memekle beni itham etti, âdeta vatan hâini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle itham ediyo­rum. Çünkü bütün şerefi ve mâ­nevî ganimeti o dostuna verip, orduyu şe­refsiz bı­rakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler, hase­neler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfîler ve tahribat ve ku­surlar başa verilir. Çünkü birşeyin vücudu, bütün şe­raitin ve erkânının vücudu ile olur ki, kuman­dan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bo­zul­ması ise, bir şartın ade­miyle ve bir rüknün bo­zulma­sıyle olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ek­seriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar sahip çıka­mazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir ve tah­ribîdir. Reisler mes’ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki bir aşiret fütu­hat yapsa, “Afe­rin Ha­san Ağa”; mağlûp olsa “Aşirete Tuh” diye aşiret tez­yif edilse, bütün bütün hakikatin aksine hükmedilir. Aynen öyle de, beni it­ham eden o müddeî bütün bütün hak ve hakikatin aksine bir hatâsıyla, güya adliye namına hükmetti.

Aynen bunun hatası gibi: Eski Harb-i Umumî­den biraz evvel, ben Van’da iken, bazı dindar ve müttakî zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: “Bazı kumandanlarda din­sizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.”

Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi ku­mandanlara mahsustur. Ordu onunla mes­’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.”

O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vü­cuda geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumî pat­ladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordudan yüz bin şehidler ev­liya mertebesine çı­kıp beni o dâvamda tasdik edip kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladı­lar.» (Şualar sh: 360)

DENİZLİ MAHKEME MÜDAFAASINDAN

«Denizli müdafaatında izahı ve ispatı bulunan bir mese­lenin kısacık bir hülâsası­dır.

Bir dehşetli kumandan dehâ ve zekâvetiyle or­dunun müsbet hasene­lerini kendine alıp ve ken­dinin menfî seyyi­elerini o orduya vererek, o ef­rad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu ef­radına isnad ederek onların adedince sey­yieler hük­müne getirdiğinden, deh­şetli bir zulüm ve hilâf-ı hakikat ol­ma­sından, ben kırk sene evvel be­yan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu to­kada binaen, sâbık mahkeme­lerimizde bana hücum eden bir müddei­umumîye dedim: “Gerçi onu had­îslerin ihbarıyla kırıyorum, fa­kat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise, birtek dostun için, Kur’ân’ın bayrak­tarı ve âlem-i İslâmın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve ha­senelerini hiçe indiriyorsun” dedim. İnşâal­lah, o müddeî insafa geldi, ha­tâdan kurtuldu.» (Şualar sh: 378)

«Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın bü­yük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiye­tini muhafaza ettiren, şu dev­letin ordusundaki nur-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: “Ben ölürsem şe­hidim, öldürsem gazi­yim.” Kemâl-i şevkle ölümün yüzüne güle­rek is­tik­bal etmiş, daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dün­yada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın ru­hunda şöyle ulvî fedakâr­lığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun ye­rine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünya­sını severek ona feda ettirebilir?» (Mektubat sh: 326)

RAHMET-İ İLAHİYEDEN ÜMİT KESİLMEZ

«Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Ce­nâb-ı Hak, bin se­ne­den beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam et­tiği ve ona bayraktar tayin et­tiği bu va­tandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cema­atini, mu­vak­kat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.» (Mektubat sh: 327)

MEBUS SALİH YEŞİL’İN MEKTUBU

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine yapılan zulüm­lere karşı vic­danı isyan eden eski mebuslardan Merhum Salih Yeşil tarafından zamanın idarecilerinden Hilmi Uran’a yazılan mektubun sûreti:

«Molla Said kimdir?

El’an Afyon’un Emirdağı kazasında ikamete memur olan Molla Said, doğumundan itibaren Türk kardeşleri ara­sında yaşamış, Türk seci­yesiyle perverde olmuş, Umumî Harpte Kafkas’ın karlı dağla­rında kah­raman asker­lerimiz arasında gö­nüllü alay kuman­danı olarak mücahede ve irşad için dolaşıp büyük bir harp madalyası almış, Sarı­kamış taarru­zunda, Bitlis’in suku­tunda yaralı ol­duğu halde esir olup senelerce Rus gar­nizonla­rında çile çek­miş, firar edip İstanbul’a gelerek ilmî kudretine binaen Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzalığında bulunmuş, Kuvâ-yı Milliye ihdâsında halkı mücahe­deye teşvik etmiş, Büyük Millet Meclisinin ilk se­nesinde Ankara’ya gelerek Hacı Bayram misafirhanesinde birçok müte­reddit kim­selere vatanın müdafaası lüzumunu anlatmak hizmetinde bu­lunmuş olan bu hakikî vatanperver insanın, evvelce ibadete, imana, iti­kada müteallik yazdığı ve yazagel­mekte olduğu eserleri, din ve dindarları sevmeyen bazı kim­selerin, hususuyla dahiliye vekâletinde bulunmuş olan men­faatpe­rest Şükrü Kaya’nın mezhep ve rejimine uygun gel­memekle, asılsız isnad ve uydurma raporlarla bu zavallı adam yirmi küsur sene­den beri hapis ve ne­fiy cezalarıyla perişan edilmiş ve iki sene ev­velisi yine o yazıları bahane­siyle Kastamonu’daki çilehanesinden kollarına kelepçe vurularak ken­di­sine selâm vermiş olan altmış altı adamla De­nizli Cezaevine sevk ve onbir ay kadar hapsedil­dikten sonra, mu­zır telâkki edi­len o eserleri, ev­velâ İstanbul Müftülüğünde bir heyet tarafından, bilâ­hare Ankara’da Diyanet Riyaseti ve Dil-Tarih Enstitüsü âzalarından mü­rekkep bir komisyon mari­fe­tiyle aylarca tetkik olunduktan sonra, bu eser­lerin hiçbiri­sinde devletin siyasetini ve âsâyişi rencide edebilecek en ufa­cık birşey görülme­mekle, Molla Said ve Nur şakirtleri ve eserlerini oku­yanlar, mahkeme kararıyla serbest bırakılmış ve Denizli’de oturmasına müsaade olunmuş iken, maat­teessüf, bu ihtiyar adam, az zaman sonra Denizli’den Afyon’a ve oradan da Emirdağı kaza­sına teb’id ve herhangi bir Türk kardeşiyle dahi temastan men edilmiş.

Sayın Beyim,

Cumhuriyet serbestiyetinden, Teşkilât-ı Esasiye Kanununun hürri­yetinden mahrum kalan bu za­vallı ihti­yar adam, her suretle himayeye lâ­yık, ba­kılmaya muhtaç, ak­raba ve taallûkatı olmayıp sırf bir İslâm hü­kû­metin himaye­sine muhtaç bir İs­lâm mütefekkiridir. Şair-i meşhur Âkif Bey mer­humun rivayetine nazaran, Mısır’ın en mâruf ulemasın­dan olan ve garbın müteaddit lisan ve felsefesine âşina bulu­nan Üstad-ı âzam Abdülâziz Çaviş’in yirmi küsur sene evve­lisi el-Ehram ceri­desindeki Said hakkında yazdığı “Fatînü’l-Asr” başlıklı makalesini okuyan ve kendisiyle bizzat gö­rüşen ilim adamları, bu zatın fıtraten ilmî kudre­tini ve İlâhî mes­le­ğini takdir edebilirler.

Sayın Beyim,

Kürtlük sözüyle türlü hakarete hedef olan Molla Said, seciyeten tak­dire şâyan bir Türk âşıkı ve İs­lâmiyet hâdimi­dir. (HAŞİYE) Bundan mem­leketimiz içtimaen zarar değil, mânen fayda görecektir. Ben, namus ve şerefim namına şehadet ederim ki, Molla Said, kat’iyen temiz bir adam­dır. Onun için, sizin gibi milletin dahilen idare ve mukadde­ratına el ko­yan dirayetli zatlardan insaniyet na­mına temenniyatım şudur:

Yanlış anlayışlı jurnalcilerin sözleriyle hürriyet nimetinden, saf hava teneffüsünden, herhangi bir Türk kar­deşiyle görüşmeden mahrum kalan bu adamı, hükûmetin adaleti, makamınızın ehem­miyeti namına ve adl ve ihsan ka­ziyesine tevfikan olsun, bu adam hakkında dahi adalet ve kendi­siyle de hiç olmazsa bir defa olsun hüsn-ü niyetle gö­rüştükten sonra onun hakkında ibka veya ifna kararını ver­mek lûtfunda bulunursanız, elbette ehemmiyetli vazifenizi kanun dairesinde ifa etmiş olacağınızdan dolayı ta­rihçe-i ha­yatınıza takdire değer bir fasıl derc buyurmuş, adalet­perver­liği­nizi halka ve âcizleri gibi bacağı kesilmiş, köşede kal­mış hür fi­kirli vak’a-nüvislere duyurmuş olursu­nuz efendim.

Milliyetini, memleketini candan seven; teninde, ka­nında, Kürtlük, Arnavutluk, Boşnaklık kanı kokusu olma­yan, Erzu­rum’un eski milletvekillerinden, bacağı kesik, Yeşil Oğlu Mehmed Salih» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 155)
(HAŞİYE) Evet, herbiri yüze mukabil binler Türk gençleri, mâsumları, ihtiyarları, Risale-i Nur’a şakird olmala­rından, bu acip asırda, Türk Milletinin Devlet-i Abba­siye inkırâzından İslâm yardımına koşmaları gibi, bu şakirdler dahi aynen koştular. Değil yalnız Said, belki bütün ehl-i hakikat tahsin eder, Türk’e dost olur.

SONSÖZ

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Türk Ordusunu bin yıldan bu yana İslâmiyetin en kahraman muhafızı olarak görmüş ve beyan etmiştir. Türkiye’nin, İslâm Âlemi’nin ve dünya sulhunun en büyük teminatı, güçlü, imanlı ve bin yıl­lık hizmetine uygun bir yapıdaki bu millettir ve onun ordusu­dur. Kahraman ordumuz her bakımdan dünyanın en güçlü ordusu iken dünya çapında hiçbir cihan harbi olmamıştır. Fakat ne zaman bu kahraman milletin ve ordusunun gerek iç, gerek dış tesirler sebebiyle dünyada söz sahibi olması engellenmiştir, işte o zaman kısa sürede yeryü­zünde iki cihan harbi olmuştur. Bu iki cihan savaşından sonra da bu­günlere kadar insanlık dünyası sulh-u umumi görememiştir.

Türk Ordusu memleketimiz ve İslâm Âlemi için çok ehemmiyetlidir. Bu memleketin milliyetperver ve vatanperverleri ve dindarları aklını başına almalı ve göre hareket etmelidirler. Biz şuna kati olarak inanıyoruz ki, her­şey gibi bu mesele de birgün tabi’ mecrasına oturacaktır.

 

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …