Nur Merkezi İhtiyacı

    • İSTİKAMETLİ NUR MERKEZ İHTİYACI
    • KAİNATTA MERKEZİYET KANUNU VARDIR
    • HİZMETLERDE MANEVİ MERKEZ İHTİYACI
    • KAHRAMANLAR KAFİLESİNİN HUSUSİYETLERİ
    • İSTİNAD MERKEZİNİ GÖSTEREN BEYANLAR
    • TESANÜDÜN EHEMMİYETİ
    • CEMAAT İLERİ GELENLERİNİN DURUMU
    • MERKEZÎ NUR TALEBELERİNİN BİD’ATA KARŞI MÜCADELESİ
    • MERKEZ DAİRENİN KAHRAMANLIĞI
    • ÂL VE ASHAB, ASFİYA VE EVLİYA CEMAATLERİ NOKTA-İ İSTİNADDIR
    • NETİCE

  • Risale-i Nurun manevî istinad noktası olan “haslar dairesi”nin, keyfiyetli vasıfları ve vazife-i asliyeleri hakkındaki bazı beyanları

Rivayetlerde dehşet ve vahşeti emsalsiz olduğu bildirilen Âhirzaman Fitnesinin tamiri için Hikmet-i İlâhiyece manen vazifeli olan Nurculuk Hareketinin Haslar Dairesi, bid’alara karşı metanet ve hareket tarzını Risale-i Nurdan alır ve cemaate de intikal ettirir. Çünki haslar dairesi nümune-i imtisal olup hizmet sahasında söz ve fiilleri ile Kur’anî istikameti gösterir.

Bu derlemede haslar dairesinin lüzumunu bildiren Risale-i Nurun ifade ve beyanlarından kısmen alınan parçalar tesbit edildi.

  • KAİNATTA MERKEZİYET KANUNU VARDIR

Önce mesele geniş manada ele alınıp tekvinî ve teşri’î kanunlar dairesindeki vazife birliğini ve istikametini korumak için Hikmet-i İlâhiye, idare ve istikamet merkezleri koymuştur.

Âlem-i İslâmda hilâfet merkezi olduğu gibi cemaatlerin ve aile bünyesinin de lisan-ı Kur’anda “kavvam” tabir edilen müdebbiri ve müdebbirleri vardır. Hatta bu merkeziyet, varlık âleminde dahi atomun çekirdek merkeziyetinden tut tâ manzumat-ı şemsiyelere kadar, tâ hayvanat âlemlerine kadar uzanan kanun-u fıtrattır. Bu fıtrî kanunun yokluğu halinde hareket birliği bozulur.

Bediüzzaman Hz.diyor:

“Şems hareket-i mihveriyesiyle silkinse, meyveleri düşmez; silkinmezse, yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır.” (Mektubat s.472)

Demek güneş, şeri’at-ı fıtriyece kendisine verilen vazife hareketini yapmazsa, cemaatı dağılır ve kıyamet de kopar.

Mesela hayvanlar âleminde, Hz. Üstadın ifadesiyle:

“Karıncayı emîrsiz, arıları ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.” (Mektubat s.469)

  • HİZMETLERDE MANEVİ MERKEZ İHTİYACI

Evet, gerek kâinatta ve gerek hayvan âlemlerinde şeri’at-ı kübrasiyle ve insan sınıflarında da teşrii hükümleriyle hükmeden, te’sir eden ve istikametlendiren yalnız Sultan-ı kâinattır. Ancak Hikmet-i İlâhiye esbab ve vesileler koymuştur. İhtiyarsız varlıklarda nizam-ı âleme itaat mükemmeldir, fakat muhtar olan insan âleminin teşrii ve tekvinî kanunlara itaatları mükemmel değil. Bilhassa manevî hizmetlerde istikametlendiren manevî ve müstakîm bir merkeziyetin bulunması icab ediyor.

Burada şu hususa dikkat gerektir: Halkı teslimiyetli ve kemalatın kazanılmasına müsaid olan geçmişteki İslamî cemiyetlerde bir büyük dinî şahsiyet, istinad ve istikamet merkezi olmakta yeterli oluyordu. Fakat bu fitne asrında müstakîm ve esaslara sadakatlı ve Risale-i Nurları ve cemaatını temsil edebilen bir haslar dairesinden bahsedilmektedir.

“Evet عُلَمَآءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَآءِ بَنِى اِسْرَآئيِلَ ferman etmiş. Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve hârika zâtlar bu hadîsi, kıymetdar irşadatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan hikmet-i Rabbaniye onlar gibi ferîdleri ve kudsî dâhîleri ümmetin imdadına göndermiş. Şimdi ise aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı manevî hükmünde bulunan Risalet-in Nur’u ve sırr-ı tesanüd ile bir ferd-i ferîd manasında olan şakirdlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş.” (Kastamonu Lâhikası s.7)

“Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi "Ferîd" makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile- Hicaz’da bulunan kutb-u a’zamın tasarrufundan hariç olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil.” (Kastamonu Lâhikası s.196) gibi Risale-i Nur’un çeşitli beyanları, haslar dairesinin lüzumiyetini göstermektedir.

Bu meseleye bakan Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de dikkat çekicidir:

“Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de; uhrevî ve Kur’anî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı manevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar. Hem daima da şimdiye kadar yapıyorlar. Meselâ, seninle görüşen muvakkat bir dirhem ders ve nasihat alsa, Risale-i Nur’dan bir cüz’ünden yüz dirhem ders alabilir. Hem senin yerinde ondan nasihat alır, sohbet eder. Hem Nur şakirdlerinin hasları, bu vazifeni her vakit yapıyorlar. Ve inşâallah pek yüksek bir makamda bulunan ve duası makbul olan onların şahs-ı manevîleri, daimî beraberlerinde bir üstad ve yardımcıdır diye ruhuma hem teselli, hem müjde, hem istirahat verdi.” (Şualar s.493)

“Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime” (Kastamonu Lâhikası s.76)

“Medreset-üz Zehra erkânları, benim şahsımın da hakikî vekilimdirler.” (Emirdağ Lâhikası-2 s.22)

“Aziz, sıddık kardeşlerim, Medreset-üz Zehra erkânları, Nur naşirleri!

Evvelâ: Bir mes’eleyi biz münasib gördük; size, asıl Nur hakkında söz sahibi Medreset-üz Zehra erkânlarının tensibine havale etmek için kalbe geldi.” (Emirdağ Lâhikası-2 s.460)

Yukarıda tekraren nazara verilen haslar dairesindeki erkânlar, hizmeti yürüten haslar dairesinin meşveret merkezi olduğu görülüyor. Burada mevcud durumdan bahis değil, Nurun meslek esasını göstermektir..

Evet nümune-i imtisal ve nokta-i istinad dairesinde bulunanların sahib olmaları gereken hususiyetler vardır. Kuvvetli bir tahkiki iman, zendekaya baş eğmiyen metanet ve kitabı esas almak olan sıddıkıyyet; yani hizmet sahasındaki her mes’elenin hükmünü Risale-i Nurdan alıp, kendi beşerî anlayışıyla tasarruf etmeden o hükümlere ittiba etmektir ki buna sadakat denir. Keza Risale-i Nurların neşri ve tebliği ve dünyevî ve uhrevî hiçbir menfaatı istememek olan a’zamî istiğna ve ihlâs ve hakiki tesanüd; yani Risale-i Nurun esaslarına sadakatlı bağlanmanın neticesi olan hizmet birliği ve beraberliği ve keyfiyet denen mezkür hususiyetlere sahib olanların meydana getireceği mütesanid cemaat, yani Hz. Üstadın ifadesiyle “hak ve hakikat ve Kur’an ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi” (Şualar s.322) nin varlığı gerekmektedir.

  • KAHRAMANLAR KAFİLESİNİN HUSUSİYETLERİ

Bütün Külliyatta çokça serpilmiş olan mezkûr hususiyetlerden az bir kısmını, nümune için altı çizilerek naklediyoruz. Şöyle ki:

“…amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları; ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zalimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için feda ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri aşikâr bir delil teşkil etmektedir.

Evet, hem yirmibeş seneden beri Risale-i Nur’la iman hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar "gaddar din düşmanlarının" çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyata maruz kaldığı halde, yirmibeş senedir inziva içinde, Risale-i Nur’un naşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer nümune-i imtisal olan, iman ve İslâmiyet fedaileridir.” (Sözler s.766)

“Ve yazdıkları risaleleri her taraftan nazar-ı dikkati celbetmek ve dünyanın mal ve evlâdı ve istirahatı pek muvakkat ve geçici ve herhalde bir gün onları bırakıp toprağa girecek olmasından, onların yüzünden âhiretini zedelememek ve sabır ve tahammüle alışmak ve istikbaldeki ehl-i imana kahramanane bir nümune-i imtisal, belki imamları olmak gibi çok cihetle ayn-ı merhamettir.” (Şualar s.301)

İşte bu altı çizili olup Risale-i Nurda çokça nazara verilen sıfatlar, hasseten nümune-i imtisal olan has daire ehlinin evsafıdır.

  • İSTİNAD MERKEZİNİ GÖSTEREN BEYANLAR

Keza emsali bulunmayan fitne-i âhirzamanın istilası içinde kalan avam-ı ehl-i imanın en kuvvetli istinad noktası olan şeair-i İslamiyenin unutturulmasıyla istila eden bid’atlara mukabil, istinad merkezini gösteren şu beyan câlib-i dikkattır:

“Evet bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub (1) gibi, mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip, mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar. ” (Şualar s.748)


(1) (Rical-ül gayb – Ebdal – Ümena-i ümmet = “Ümmetin güvenip istinad ettiği kişiler” gibi tabirlerle ifade edilen hakikat, mes’elemize de bakar. Bak: İslam Prensipleri Ansiklopedisi: Ebdal maddesi ve 3880. Parağraf.) (Hazırlayanlar)


“Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad olarak avam-ı mü’minînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nur’da buldukları öyle bir hakikattır ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksad içine girmeyecek ve hiçbir şübhe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak; dünya maksadları ona karışmayacak; tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o hakikata ve sadık naşirlerine tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli feylesofların itirazlarından ve inkârlarından kurtarsınlar.

Evet o ehl-i iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu hakikatı, bu kadar şiddetli düşmanları çürütemediler ve itiraz edemiyorlar ve şakirdleri, haktan başka onun hizmetinde hiçbir maksad taşımıyorlar; elbette o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattır diye bin bürhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlendirir ve kurtarır; ve "İslâmiyet’te bir hakikatsızlık mı var?" diye daha evhama düşmeyecekler.” (Emirdağ Lâhikası-1 s.214)

Demek oluyor ki zahirî hayat seyrinde mezkür sıfat ve hareket tarzlarına sahib olmayıp itimad mekânında yani haslar dairesinde bulunanlar, merkezden muhite doğru emniyet, itimad ve kuvve-i maneviye veremiyecekleri gibi teşettüt ve dağınıklığa sebebiyet verirler.

“Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki; şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek, kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.” (Barla Lâhikası s.250)

“Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey,

Mâşâallah şimdi siz ümid ettiğim tarzda risaleleri takib ediyorsunuz ve yazıyorsunuz. Senin gibilerin az sa’yi dahi çok hükmündedir. Çünki çoklar size itimad edip, sizi taklid eder.” (Barla Lâhikası s.331)

Yukarıda nazara verilen “yazıyorsunuz” ifadesi şimdi, neşir ve Nurun hakikatlarını tebliğ vazifesine bakar.

Bediüzzaman Hazretleri, “Dalâlet cereyanlarının karşısında ehl-i îman fedakârlarından büyük bir şahs-ı mânevî meydana çıkararak, muhkem bir sedd-i Kur’anî ve îmanî tesis edip mü’minlerin nokta-i istinadı olmasıdır. İnandığı kudsî dâvaya gösterdiği azim ve sebatla, mü’minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruhlarda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır.” (Tarihçe-i Hayat s.23)

  • TESANÜDÜN EHEMMİYETİ

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci’, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.” (Şualar s.320)

Yani ki mezkûr evsafa sahib ve kavlen ve fiilen ahirzaman fitnesinden ikaz eden müstakîm ve mu’temed ve tam mütesanid bir merkeziyet bulunmazsa, avam âhirzaman fitnesinin anlayış ve yaşayışına yani bid’alara alıştırılır ve alışır ve halkın ekseriyeti habersiz ve şuursuz olarak ehl-i dalâlete dehalet etmiş sayılır. Bu durum ise gayet dehşetli bir neticedir ve sebeb olanların da mes’uliyeti çok büyük olur.

  • CEMAAT İLERİ GELENLERİNİN DURUMU

Cemaatler dairesinde hürmet eden ve edilen ve taklid eden ve edilenler dairesinde kitabı esas almayıp kendi anlayışlarına uyanlara itaatten doğan neticelerin menfi misallerinden bir örnek olup kaide-i külliye ile her cemaate tatbik edilebilir olan şu ifade:

“Bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyeye ittiba etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden fırak-ı dâllenin bütün imamları hakaikın tenasübünü, müvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, dalalete düşüp bir cemaat-ı beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler.” (Sözler s.442)

Yukarıda geçen: “yarı yoldan dönen” ifadesi gösterir ki bir devre kitaba uyup sonra tedricen kendi anlayışlarına uyarak hakikat yolunu görememişler.

Keza bazı şeyhler, yani dinde önde görünenler hakkında Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“…Ya başlarımızdan kalksınlar yahut inad, gıybet ve tarafdarlığı mabeynlerinden kaldırsınlar. Zira bir kısım dalalet ve bid’at fırkalarının teşekkülüne, bazı bidatkâr müteşeyyihler sebebiyet vermiştir.” (Münazarat s.75)

Kitaba bağlanmaktan uzaklaşmayı tenkid eden ve küllî mana kaidesiyle ibretli olan şu ifade:

“İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.” (Mektubat s.480)

  • MERKEZÎ NUR TALEBELERİNİN BİD’ATA KARŞI MÜCADELESİ

Hz. Üstadın gösterdiği düsturlara uygun bir yolda yürümekle mükellef olan bu mu’temed mücahidlerin en mühim vazifelerinden birisi, Risale-i Nurdaki ölçüler dairesinde fitneye, sefahetlere karşı nefret uyandıran ders ve telkinleri nazara vermektir. Mesela bunlardan birkaç örnek verelim:

“…bid’aları tanıtan ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve Sünnet-i Seniyeyi ihya eden eserleri perde altında otuz senedenberi neşretmiş ve muhitinde, âdeta Devr-i Saadet’in bir cilvesini yaşatmıştır. Bir Sünnet-i Seniyyeye muhalif hareket etmemek için işkenceli bir inzivayı ihtiyar etmiştir. Otuz senedenberi milyonlara hükmeden dinsiz ve emsalsiz bir istibdad-ı mutlak, Bediüzzamanı hiçbir cihetten hiçbir vakit hükmü altına alamamış, bilâkis zâlim müstebitler O’na mağlûp olmuşlardır.” (Tarihçe-i Hayat s.694)

“Ezan-ı Muhammedî’nin (A.S.M.) yasak edildiği ve bid’aların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur Talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid’alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek, bid’alara girmemişlerdir.

İman ve İslâmiyet’in ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi bir tek dinî eser neşredemediği fecaat devrinde, Bediüzzaman nefyedildiği yerlerde, zalim müstebidlerin tarassudat ve tazyikatı içinde, gizliden gizliye yüzotuz aded imanî eser te’lif ve neşretmiştir.” (Sözler s.757)

“Şeair-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı ceberut devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsi şeairden fedakârlık yapanların ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmiyete muhalif fetvalara ve bid’alara mecbur edilenlerin çokluğu zamanında Bediüzzaman, ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı kalinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve idamlarla tehdit edildiği halde en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır.” (Tarihçe-i Hayat s.694)

Ehl-i bid’aya hitab eden Hz. Bediüzzaman yazılarında hakikatleri aynen neşredip nazara vererek cemaatı ikaz etmiştir. Evet, bid’aları kaldırmakla manen mükellef olan Nur cereyanının bid’alara bulaşması düşünülemez ve en azından mantıksızlıktır. Giderek bid’aların artacağını bildiği için Şeaire muhalif yollara değil, kahraman ecdadın caddesine uyulmasına israrla davet ederek haslar dairesinin vazifesine hem delil hem örnekler göstermştir. Evet, aşağıda derc edilen ve Risale-i Nurda serpilmiş bulunan ikazların ders ve neşriyle bid’aların izalesine çalışmak, has dairenin vazife-i asliyesinden olduğu görülüyor. Şöyleki:

“Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar?” (Mektubat s.396)

“"Zaruriyat-ı Diniye" denilen ve kabil-i tevil olmayan ve "Muhkemat" denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor;

يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ

kaidesine dâhil oluyor.” (Mektubat s.435)

Evet, “Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem’iyetinin mu’cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.” (Mektubat s.441)

Ehl-i bid’aya karşı şiddetli hitablardan ve dolayısiyle ehl-i imanı ikaz eden irşadlardan bazıları da şöyle:

وَمَا لَنَا اَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَينَا سُبُلَنَا

وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ اْلمُتَوَكِّلُونَ

âyetinin sırrına istinaden, dünyanın hiçbir usûl ve kanununa tatbik edilmeyen, vicdansız insanların bize karşı tecavüzatına sabır ile ve Hakk’a tevekkül ile beraber; istikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için ve istikbal asırları, bu asrın sîmasına ve gayretsiz adamların yüzlerine "Tuh!" dedikleri zaman, tükürükleri yüzümüze gelmemek için veya silmek için yazılmış bir layihadır. Ve Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında sağır kulaklarını çınlatmak ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokmak ve bu asırda, yüzbin cihetten "Yaşasın Cehennem!" dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurmak için yazılmış bir arzuhal ve ehl-i ilhad ve bid’atçıları ilzam ve iskât edecek "Altı Sual"dir.” (Mektubat s.516) diye devam eden yazıda dine, insanlığa ve hiçbir kanuna uymayan vahşiyane hareketler olduğunu nazara veren müdafaalar, artan bid’alar karşısında has daire faaliyetine örneklerdir.

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ

Yani اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ

sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniye, tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek, dalalettir, ateştir.” (Lemalar s.53)

  • MERKEZ DAİRENİN KAHRAMANLIĞI

Hayatının çoğu mahkemelerde geçen Bediüzzaman Hazretleri, oralarda da hakikatı pervasızca müdafaa etmiştir. Hakkında hazırlanan kararnameyi şöyle tenkid eder

“Hem suçlarından diye: "Tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, latin harflerinin huruf-u Kur’aniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kamet okunması, mekteblerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılab hareketlerini bid’at, dalalet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur." diye yazmışlar.

Ey insafsız heyet! Eğer her asırda üçyüzelli milyonun kudsî ve semavî rehberi ve bütün saadetlerinin proğramı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tesettür ve irsiyet ve taaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeair-i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur’aniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini, umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkün ise ve mürur-u zamanı ve müteaddid mahkemelerin beraetlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem vechini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adalet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.” (Şualar s.432)

Gizli cereyanın böyle kanunlar perdesinde kanunlara muhalif yaptığı tahribatın diğer dehşetlisi de, matbuat ve neşriyat organları ile yapılır. Bunun için Bediüzzaman Hazretleri has daireye bu sahada da fikren müdafaa vazifesinde örnekleri verir. Mesela:

“İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat’iyyen hakkın yoktur.

Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalaletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..” (Mesnevi-i Nuriye s.89)

Cemiyet hayatında da aşağılık duygusuna kapılmadan şeairi iftiharla yaşayıp has dairenin örnek olmasını ders veren Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“…şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittiba-ı Sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebair içinde haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya belki ihfasından pek çok derece daha sevablı ve hâlistir.” (Kastamonu Lâhikası s.184)

“Bu gece evrad ile meşgul olurken nöbetçiler ve başkalar işitiyorlardı. Kalbime geldi ki: Acaba bu izhar, sevabını noksan etmiyor mu? diye telaş ettim. Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî’nin meşhur bir sözü hatıra geldi. O demiş: "Bazan izhar, çok defa ihfadan daha ziyade efdal olur." Yani aşikâre yapmakta başkalar ya istifade veya taklid etmek veya gafletten uyanmak veya dalalette ve sefahette muannid ise, karşısında şeair-i İslâmiye nev’inde izhar etmek, izzet-i diniyeyi göstermek gibi çok cihetle, hususan bu zamanda ve ihlas dersini tam alanlarda değil riya, belki gizliden tasannu karışmamak şartıyla çok ziyade sevablı olabilir diye bir teselli buldum.” (Şualar s.304)

“Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi." Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i şer’iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.” (Şualar s.290)

“Bu derece şiddet ve tekrarla ve ısrarla beni kıyafetim için suçlandırmağa çalışan; elbette ölümün i’dam-ı ebedîsini ve kabrin daimî haps-i münferidini gördükten sonra mahkeme-i kübrada ondan bu hatası sorulacak.” (Şualar s.451)

İslâmî kıyafeti kat’iyyen ve aslâ tebeddül etmeyen ve kıyafetine ilişmek isteyen ve sonra kendi kendini öldürmekle tokadını yiyen Nevzad isminde Ankara valisine: "Bu sarık bu başla beraber çıkar" tarzında konuşarak boynunu göstermesiyle dokunulmayan bir zâta;” (Emirdağ Lâhikası-2 s.20)

“Risale-i Nur’un mesleği, sair tarîkatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu isbat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususî ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet; veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.” (Emirdağ Lâhikası-1 s.63)

  • ÂL VE ASHAB, ASFİYA VE EVLİYA CEMAATLERİ NOKTA-İ İSTİNADDIR

Diğer taraftan da Âl ve Ashab, asfiya ve evliya cemaatleri Âlem-i İslâm için en kuvvetli istinad noktası olduğunu nazara veren Bediüzzaman Hazretleri Nur Küllîyatının çok yerlerinde kaydetmiştir. Meselâ:

“Teşehhüd ahirinde:

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍكَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَعَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ

…Bu tarzdaki salavatın namaza tahsisi hikmeti ise; meşahir-i insaniyenin en nurani, en mükemmeli, en müstakimi olan enbiya ve evliyanın kafile-i kübrasının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icma’ ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-ı uzmaya, o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmektir. Ve o tahattur ile, şübehat-ı şeytaniyeden ve evham-ı seyyieden kurtulmaktır. Ve bu kafile, bu kâinat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muarızları, onun düşmanları ve merdud mahlukları olduğuna delil ise: Zaman-ı Âdem’den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesidir.

Evet Kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar gazab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi.. kafile-i kübranın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün kudsî kahramanları dahi, hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Birtek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delalet eder.

Fatiha’da: صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ O kafileye ve

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضّالِّينَ muarızlarına bakıyor. Burada beyan ettiğimiz nükte ise, Fatiha’nın âhirinde daha zahirdir.” (Şualar s.95)

Resulullahın (A.S.M.) ve dolayısiyle hakaik-ı Kur’aniyenin hakkaniyetine şehadet edip ümmete istinad noktası olan büyük dinî şahsiyetleri nazara veren şu ifadeler:

“Beşincisi: Bu zâtın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine, icma’ ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve umumunu nur-u imanla ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri; üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı: Bu zâtın ümmiliğiyle beraber getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî-i hükema-i mü’minîn, bu zâtın üss-ül esas davası olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarıyla bil’ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı a’zamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ: Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zâtın sadakatının bir tek bürhanıdır.

Yedincisi: Âl ve ashab namında ve nev’-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı ve en dindar ve en keskin nazarlı taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu zâtın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde; bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatlı olduğuna ittifak ile ve icma’ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladı.” (Şualar s.130)

“Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek" diyen İmam-ı Ali (Radıyallahü Anh) ve yerde iken arş-ı a’zamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A’zam (K.S.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed namıyla şöhretşiar-ı âlem olan cemaat-ı nuraniyenin icma’ ile tasdikleridir.” (Şualar s.132)

“Nev’-i beşerin en yüksek, en müstakim, en sadık bu dört taifesi; Âdem (A.S.) zamanından beri hadsiz hüccetler, mu’cizeler, kerametler, deliller, keşfiyatlar ile bütün kuvvetleriyle dava edip ve beşerin ekseri onları tasdik ettikleri hakikat-ı tevhid, elbette güneş gibi kat’îdir. Bu hadsiz meşahir-i insaniye, yüzbinler mu’cizelerle ve hadsiz hüccetlerle doğruluklarını ve hakkaniyetlerini gösterip tevhid ve vücub-u vücud ve vahdet-i Hâlık gibi müsbet mes’elelerde ittifakları ve icma’ları öyle bir hüccettir ki; hiçbir şübheyi bırakmaz. Acaba kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkatı ve zeminin halifesi ve zîhayatların istidadca en cem’iyetli ve yükseği olan nev’-i beşerin en müstakimleri, en sadık ve musaddak mürşidleri ve kemalâtta reisleri olan mezkûr o dört taifenin icma’ ve ittifakla iman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikatı tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?” (Şualar s.617)

“«عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائِيلَ sırrına mazhar ve salavatlarda âl-i İbrahim Aleyhisselâm’a mukabil olan âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın içindeki büyük evliya (R.A.) ve Ali (R.A.) ve Hasan (R.A.) ve Hüseyin (R.A.) ve ehl-i beytin oniki imamı ve Gavs-ı A’zam (K.S.) ve Ahmed-i Rüfaî (K.S.), Ahmed-i Bedevi (K.S.), İbrahim-i Desukî (K.S.), Ebu-l Hasan-ı Şazelî (K.S.) gibi aktablar ve imamlar ittifakla, hakkalyakîn bir itikadla ve keşfiyat ve müşahedatla ve ümmette gösterdikleri hârika irşadat ve kerametlerle, risalet ve hakkaniyet ve sadıkıyet-i Muhammediyeye (A.S.M.) imanları ve şehadetleri ile imza basıyorlar.

Onuncusu: Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmi ve bedevi oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (A.S.M.) ile şarktan garba kadar âdilane idare edip, cihangir devletleri mağlub ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler; Muhammed’in (A.S.M.) her halini tedkik ve taharriden sonra gözleriyle gördükleri çok mu’cizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdadlarının mesleklerini ve çokları -Hâlid İbn-i Velid ve İkrime İbn-i Ebu Cehil gibi- pederlerinin tarafdarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârane bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) sadıkıyetine ve risaletine imanları; sarsılmaz, küllî bir şehadettir.

Onbirincisi: Asfiya ve sıddıkîn denilen müçtehidler, imamlar, allâmeler; İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi dâhî feylesoflar misillü binler ehl-i tahkik, aklî ve mantıkî bir tarzda, her biri ayrı bir meslekte, şübhesiz binler hüccetlere ve kat’î bürhanlara istinaden, ilmelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine imanları, öyle küllî bir şehadettir ki; onların umumu kadar bir zekâsı bulunmayan karşılarına çıkamaz.

İşte o hadsiz şahidlerden birisi, bu zamanda Risale-i Nur’dur ki; münkirler ona karşı hiçbir çare bulamadıklarından, zabıta ve adliyeyi aldatıp mahkeme eliyle susturmasına çalışıyorlar.

Onikincisi: Âlem-i İslâmda herbiri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını daire-i dersine alıp hârika irşad ve kerametlerle manevî terakki ettiren ve hüccetler yerinde müşahedata, keşfiyata dayanan ve aktab denilen en derin ehl-i tahkik ve hakikat, ruhanî terakkilerinde Muhammed’in (A.S.M.) risaletini ve sadıkıyetini ve en yüksek mertebe-i hakkaniyette bulunduğunu keşfen ve şuhuden görüp müttefikan ve mütetabıkan nübüvvetine şehadetleri öyle bir imzadır ki; onların umumu kadar bir yüksek mertebe-i kemalâtı kazanmayan o imzayı bozamaz.” (Şualar s.627)

Kısmen nakledilen mezkûr ifade ve beyanlarda, gösterilen büyük şahsiyetler bütün ümmet için en kuvvetli manevî istinad noktasını teşkil eder.

  • ÂHİRZAMAN FİTNESİNE KARŞI İKAZLAR

Şimdi de fitne-i âhirzamana karşı ikaz edici bazı kısa ifadeleri görelim:

“(Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.)” (Sözler s.142)

“Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…” (Sözler s.147)

“Bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddid hadîsler, hem çok işarat-ı Kur’aniye aynı tarihiyle haber veriyorlar.” (Şualar s.332)

“Rivayette var ki: "Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz." Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra

فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَالِ وَ مِنْ vird-i ümmet olmuş.

Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.” (Şualar s.584)

Şimdi tiyatro ve dans gibi kebair ve bid’alar, televizyonlar vasıtasiyle fitnenin tesirinde kalan evlere girebiliyor.

“Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil, belki gayet müstebid bir kral sıfatıyla işitilir. Ve gezmesi de her yeri istilâ etmek için değil, belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan çıkarmak içindir” (Şualar s.589)

“…bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi…” (Şualar s.748)

“…bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.” (Kastamonu Lâhikası s.104)

“Ve madem يَآ اَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا gibi hitablarda her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, Asr-ı Saadetteki mü’minler gibi dâhildir. Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur’an ve Hadîs ihbar-ı gaybî ile, ehl-i imanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetle haber vermiş.” (Kastamonu Lâhikası s.186) Yani böyle ikaz haberleri ders ve neşr edilmeli.

Bediüzzaman Hazretleri “Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu.” (Tarihçe-i Hayat s.145)

“Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.” (Gençlik Rehberi s.24)

Rivayetler “…büyük tarih hâdiselerini, "Kıyamet alâmetleri" diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikkatini celbediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere düçar olanların ebedî şekavet ve helâket ile karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî bürhanlar mevcuddur….. Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? "Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım!" diye bunları mevcud dinî hakikatlara tatbik cihetlerini göstermeyelim mi? Biz de, önümüzdeki müsbet delilleri ve vücud-u İlahîye bizi sevkeden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzıme-i medeniyet ve şiar-ı irfan addiyle dinimizi terketsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi?” (Şualar s.563)

  • NETİCE

İşte bu ve benzeri pek çok ikaz ve irşadları neşr ve izhar ve telkin ederek önce cemaatın mevcud fitne ve sefahete karşı nefret hislerini geliştirip bunların lisan-ı halleri yani İslâmî yaşayış ve metanetleri diğer cemaatlere de ibret ve teşvik vesilesi olup şer’î hayata sahib çıkmalarına sebeb olmak haslar dairesinin vazife-i asliyelerindendir.

Hz. Üstad haslara hitaben diyor ki:

“Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.” (Kastamonu Lâhikası s.77)

Evet lisan-ı hal yani haslar dairesinin zâhirde görünen şeaire uygun yaşayışı, avama müsbet te’sir etmesi cihetiyle ehemmiyetlidir. Böyle ifadelere kanun-u küllî nazariyle bakılmalı.

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.” (Emirdağ Lâhikası-2 s.142)

Evet, Hz. Üstadın dinde lâübali ve Avrupa hayatına mütemayil gafillere selâmet-i İslâm için gayet şiddetli hitablarından bir nümune:

“Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler.” (Hutbe-i Şamiye s.91)

Gizli cereyanın ifsadatına karşı yapılan ikazlardan derlemenin büyümemesi için çok küçük bir örnek veriyoruz:

“İşte o yüksek letaifi, nefis ve hevaya müsahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir.” (Sözler s.323)

İşte Risale-i Nur külliyatında bütün böyle ifsadlara karşı müteyakkız ve mütesanid bir hey’etin örnek hayatı ve müessir telkinlerinin lüzumu bildirilir. Mesela:

“Teşbihte hatâ olmasın, nasılki Kur’anın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikatı, sair dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu; taklidî ve aklın haricindeki usûllerini de bir derece muhafaza etti. Aynen öyle de: Bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zabtedilmez bir kal’a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü’minin imanını şübhelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor.” (Emirdağ Lâhikası-1 s.91)

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Onuncu Şua namında, yazdığınız Fihriste’nin İkinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak.” (Kastamonu Lâhikası s.56) Yani bu merkeziyet heyeti kıyamete kadar devam edecek.

İşte yukarıda kısmen tesbit edilen Haslar Dairesinin elzemiyeti değişmez vasıfları sarih beyanlarla gösterilmiş oluyor.

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …