Ortak noktalarda buluşmanın önemi
“Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de söylettirir.”
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَبِهِ نَسْتَعِينُ
Telâki kelimesinin manası, mülâki yani kavuşma, buluşma, uyuşma, birleşme gibi manalarındadır. Nokta-i telâki denilen prensip ve esaslara, bir cemaatı meydana getiren ferdler arasında tereddüdsüz kabul edilip bağlı kalınması şarttır. Bu müşterek esas ve prensiplere cemaat ferdlerinin bağlılık derecelerine göre cemaatın tesanüd derecesi meydana gelir. Nokta-i telâki prensipleri vahye dayanan İlahî prensipler olunca en kuvvetli tesanüdü netice verir. Eğer bir cemaatta tesanüd yoksa, ya bu müşterek esaslar ve onlara bağlılığın zarureti bilinmiyor veya gereken teslimiyet yoktur.
Bu ehemmiyetli nokta-i telâki meselesini külliyattan araştırdık ve mevzuu ehemmiyetli gördük. Evet, bu nokta-i telâki, cemaatı ciddi manada birbirine bağlayan hususiyete sahiptir. Bu telâki prensipleri sadece diyanet sahasında değil, ehl-i dünya için de lüzumludur. Demokrat dünyasında demokrasinin temel esasları, bir nevi nokta-i telâki sayılır ki o esaslara muhalefet yasaktır.
İslâm ve insan dünyasında asırlardan bu yana bu nokta-i telâki prensiplerine teslimiyet, giderek zayıfladı ve şahsî temayüllere bağlılık arttı. Hatta zamanımızın ictimaî hayatını ve vicdan-ı umumiyi şiddetli tahrib eden fitne-i ahirzamanın tesiri sebebiyle bu prensipler hiç nazara alınamaz oldu. Bunun neticesi olarak ihlasa ve sadakata dayanan tam tesanüde sahib cemaatın teşekkülü gayet zorlaştı.
Hizmet-i Nuriyede çok ehemmiyetli olan hakiki tesanüd için bu nokta-i telâki prensiplerinin mahiyet ve neticeleri gereği gibi bilinmesi şart ve zaruridir. Bunun için bu meseleyi Risale-i Nur Külliyatından tesbit edip nazara vermeyi lüzumlu gördük. Şöyle ki:
“Birtek maksad için bir tek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler.” (Mektubat: 278)
Bu veciz cümlede geçen “bir tek maksad, bir tek vazife” tabiri ile ifade edilen mana, cemaatın ferdleri arasındaki nokta-i telâkidir.
“Lâkin ittihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizac-ı efkâr, marifetin şua'-ı elektrikiyle olur.” (Münazarat: 73)
Burada anlatılan imtizac-ı efkâr yani fikirlerin mezc olması, esasat-ı diniyede düşüncelerin aynı olmasını ifade eder. Fikirlerin aynı olması ise bir kaynaktan alınan talim ve irşada dayanır. Bu da kitabdaki hükümlere bağlılık manasında olan vicdaniyat ve fiiliyattaki sadakattır.
Keza aynı zamanda imtizac-ı efkâr için “marifetin şua-yı elektriki” gerekli olduğu nazara verildi. Yani marifetullah denilen tahkikî iman, yani Allah’ın sıfat ve hikmetlerini kâinat denilen eserlerinden bilip kabul etmektir. Bu dahi Kur’anın talimatiyle mümkündür. Bu asırda da Kur’anın talim ettiği hikmet ve hakikatlarını ekmel derecede Risale-i Nur gösteriyor. Netice olarak yine Risale-i Nura hakikî ve samimi sadakatın lüzumu ortaya çıkıyor.
İhtilat tabiri ise, imtizac değildir. Meselâ çeşitli renklerdeki çekirdekler bir kaba konsa, imtizac olmaz. Fakat çeşidli reng ve hususiyetleri bulunan maiyatı, bir kavanoza konsa, maiyatın hususiyetleriyle beraber imtizac olup çok meziyetleri cem eden mümtezic bir mayi gibi olacağı mealinde Risale-i Nur misallerle izah eder.
Yine Bediüzzaman Hz. ictimaî dairede olanlara şöyle hitab eder:
“Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de söylettirir.” (Hutbe-i Şamiye: 99)
Bu ifadede geçen “dini cerideler” tabiri, sadece gazeteleri değil, her türlü neşriyat organlarını ifade eder.
Evet efkâr-ı ammeye hitab eden her türlü neşriyat, milletin ortak ve bağlayıcı olup nokta-i telâkiyi teşkil eden esaslar dairesinde hareket etmelidir. Yoksa, millet bünyesinde tarafgirlik ve gruplaşmaları doğurur. Hz. Üstad diyor:
“Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyas-ı fa
sidle, yani taşrayı İstanbul'a ve İstanbul'u Avrupa'ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz.” (Divan-ı Harb-i Örfi: 17)
Bu parağrafta nazara verilen “kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı” sözü, veciz ve câmi bir ifade ile nokta-i telâkîyi şart ve zaruret manasında anlatır. Bu dahi “vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa” ile, yani ihlas ve sadakat sırrı ile tahakkuk eder, der.
“Tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukûlden hakikat tamamıyla tezahür eder” sualine de şu cevab veriliyor:
“Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz'da dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahiddir.” (Mektubat:268)
Burada zikredilen “maksadda ve esasta ittifak” şartı, bağlayıcı nokta-i telâkıdir. Bu şartları nazara almayanlar arasında hakiki tesanüd olmaz. Muvakkaten olsa da bu tesanüdün dağılması ve dağıtılması kolaydır. Hele nifak cereyanının hükmettiği bu fitne devrinde böyle şuursuzları, menfi cereyan maksadına alet eder. Böyle durum hakkında Hz. Üstad şöyle der:
“Demek bütün harekâtı, bizzât haric hesabına geçer. Çünki iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti faide vermez. Bahusus menfî iki cihet-i za'fla, haric cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya'kıl olur.” (Sünuhat-Tuluat-İşarat:47)
Yine aynı parçada geçen “Hak namına, hakikat hesabına” ifadesi ise, yine Kur’andan alınan nassî ve kat’î esas ve hükümler demek olup terk edilemiyen ittifak düsturlarıdır. Bu nokta-i telakîler nazara alınmayınca, fitne ateşleri çıkacağı açıkça beyan edildi.
Keza resmî veya sivil sahada çalışan cemaatlerin birleştirici nokta-i telâkilerinin lüzumu hakkında bir sual münasebetiyle Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:
“Dediler:
–Fırkacılık lâzım-ı meşrutiyettir.
Dedim:
–Bizdekilerde hutut-u efkâr, telaki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiğinden nokta-i telaki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücud, adem gibi; birinin vücudu ötekinin ademini ister.
İnad bazan müfrit fırka mutaassıblara, dalal ve bâtılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der, lanet eder. Sû'-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla dûrbînin iki tarafı gibi leh aleyhdar, vâhî emareyi bürhan, bürhanı vâhî emare görür.
İşte şu zulümdür, اِنَّ اْلاِنْسَانَلَظَلُومٌ sırrını gösterir. Zira hayvanın aksine olarak kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdid edilmemiş, meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyema enenin eşkâl-i habisesi olan hodgamlık, hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem'in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
Meselâ: Birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına, hattâ ehibbasına, hattâ meslekdaşına zulmünü teşmil eder, وَلاَتَزِرُوَازِرَةٌوِزْرَاُخْرَى ya karşı temerrüd eder.
Meselâ: Muhteris bir intikam veya müntakim bir hilafıyla bir kerre demiş: İslâm mağlub olacak, kalbi parçalanacak. Sırf o müraî ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş'um sözünü doğru göstermek için
; İslâm mağlubiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. İşte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh İslâm'ı müşkil mevkide bırakmış. Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, "sükût et" demiyor. "Alkışla, mütelezziz ol, beni sev" diyor, onları misal gösteriyor.
İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan tartabilir. وَفِسْ عَلَيْهَا” (Sünuhat-Tuluat-İşarat:55)
“S- Âlem-i İslâmdaki ihtilafı ta'dil edecek çare nedir?
C- Evvelâ; müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünki Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur'anımız bir, zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik, zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarîk-i tefehhümdeki tefavüt bu ittihad u vahdeti sarsamaz, racih de gelemez.
اللَّهِ اَلْحُبُّ فِى düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa -ki, zaman dahi pek çok yardım ediyor- o ihtilafat sahih bir mecraya sevkedilebilir.” (Sünuhat-Tuluat-İşarat: 83)
Bu parçada nazara verilen “müttefekun aleyh” ve “zaruriyat-ı diniye” tabirleri, bütün müslümanların müştereken ve zarureten kabul edilmesi gereken birleştirici ve tesanüdü netice veren nokta-i telâkîyi anlatır.
Evet, umumî hukuk’da salabet ve şahsî hukuk’da fedakârlık gerekdiğini anlatan Bediüzzaman Hz: şu vecizeyi nazara verir:
“Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maalgayr olsa, hıyanettir, amel-i talihtir. Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.” (Hutbe-i Şamiye 128)
Yine Hz. Üstadın aynı mevzuda beyanları devam ediyor:
“Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: "Kur'an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez." Evet zaman geçtikçe, Kur'an-ı Hakîm'in daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa hâşâ ve kellâ selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zahiriye-i Kur'aniyeye şübhe getirmek değil. Çünki onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'anعَرَبِىٌّ مُبِينٌ fermanıyla manası vazıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus manaları kabul etmemekten, hâşâ sümme hâşâ, Cenab-ı Hakk'ı tekzib ve Hazret-i Risalet'in fehmini tezyif etmek çıkar. Demek maânî-i mensusa, müteselsilen menba'-ı Risaletten alınmıştır.” (Mektubat: 388)
Bu parçada dahi, “selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zahiriye-i Kur'aniyeye” yani umum müslümanları bağlayan böyle müşterek esaslar, bütün müslümanları birleştiren nokta-i telakîdirler.
Kur’andaki zarurî ve gayr-ı zarurî hükümlerin tefriki.
“Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur'anîde mefhum olan zarurî hükümler ki; inkârı kabul etmez. Şudur: Zülkarneyn "müeyyed min indillah" bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir. Zalimlerin ve bedevilerin def'-i fesadları için… Ve Ye'cüc Me'cüc iki müfsid kabiledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit sed harab olacaktır. İlââhirihî. Bu kıyas ile, ona Kur'an delalet eden hükümler, Kur'anın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir.” (Muhakemat: 66)
Buradaki kat’î beyan gösteriyor ki böyle nokta-i telakî esaslarından birinin inkârı ile iman gider. O halde iman için zaruri olan bu esaslar dairesinde tesanüd sağlam olur ve dağı
lmaz ve dağıtılamaz mütesanid ve “kahramanlar kafilesi” (Şualar: 322) tabirine layık bir cemaat tahakkuk eder. Şu halde bu esasları nazara almayarak mütesanid cemaatın teşekkül etmemesine veya dağıtılmasına sebebiyet vermenin mesuliyeti pek azîmdir.
Bu hükmü te’yid eden şu beyana dikkat gerek:
“"Zaruriyat-ı Diniye" denilen ve kabil-i tevil olmayan ve "Muhkemat" denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor;
يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dâhil oluyor.” (Mektubat:435)
Netice:
Az bir kısım olarak nakledilen bu beyanlar müvacehesinde hakiki Nurcu, nokta-i telâki olan esasat ve zaruriyat-ı diniyeye ciddi sadakat gösterir. Fiilî sadakattaki eksikliklerine de şuurlu istiğfar eder. Risale-i Nurda temel teşkil eden mütesanid bir cemaat olmak lüzumu, sarahaten ve tekrarlı olarak nazara verilmişken, bu ciddi meseleyi nazara almamak, tebliğ, telkin ve neşr etmeyip ihtilaflara kapı açmayı Hz. Bediüzzaman şöyle tavsif eder:
“Şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.” (Mektubat:269)