Üstad Bediüzzaman Hazretleri II. Meşrutiyetin ilanından az evvel İstanbula gelmiş ve II. Meşrutiyetin bütün safhalarında bulunmuştur. Ve lider kadrosu ile yakın temasları olmuştur. İkinci meşrutiyetin getirdiği hürriyet, adalet, eşitlik, serbest seçim, her kesimin temsil edilmesi gibi hususlarında beyanlarda bulunmuştur.
1908 Temmuz’unda II. Meşrutiyet ilan edildiği zaman; 1876 da ilan edilmiş ve daha sonra askıya alınmış bir kanun-u esasi (anayasa) var idi. İkinci Meşrutiyet devrinde bu anayasa bazı değişikliklerle yürürlüğe girdi. Daha sonraları bu anayasada bazı tadilat ve düzeltmeler de yapıldı.
II. MEŞRUTİYET VE BEDİÜZZAMAN
Bediüzzaman Hazretleri 1908 Temmuz inkılabından evvel ve sonra 31Mart 1909 kadar sürebilen kısa meşrutiyet döneminde yazdığı makalelerde ve daha sonra yazdığı eserlerinde Meşrutiyet sistemini bugünün demokratlığı manasında kabul ederek adalet, hürriyet ve eşitliğe vesile olduğunu bildirir ve ana umdelerini şöyle beyan eder:
“Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iye’den ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz…
İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar…
Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdad, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz.
Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur.
Adalet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhebden istihracı mümkün olduğunu dava ettim.” (D:13-17)
I. MECLİS’E BEDİZZAMAN’IN TEKLİFLERİ
1922 de esaretten kurtulmamız ve büyük zaferlerden sonra yeni meclisin devrede olduğu zamanda, davet üzerine Ankara’ya gelen Bediüzzaman Hazretleri, yeni meclise dersler verir, hatt-ı hareketlerini doğru tesbit etmelerini hatırlatır. Tarihçe-i Hayat kitabında bu devre şöyle anlatılır:
“Hürriyetin ilânını müteakip; gazetelerde meşrutiyeti şeriata hâdim yapmakla, Anadolu ve Âlem-i İslâm kıt’asında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkûr niyet ve tasavvurunun neticesi idi.
"El-Hutbet-üş-Şamiye (1911)", "Sünuhat" (1920) ve "Lemeat" (1921) gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi, "Şu istikbal zulümatı ve inkılâbları içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur’anın sadâsı olacaktır!" diye beyanatı vardı.
Abbasileri müteakiben, Âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilâfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umumî meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz bulmuş, İslâmın ebedî düşmanları, merkez-i hükûmeti istilâ ederek, müslümanlığın mahvolduğu kanaatına varmışlardı!.
İşte, Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsaniyle, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısiyle, ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankaraya gelmişti.
Avn-i İlâhî ve mu’cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını defeden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’ana istinad eden ve Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyetin hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere meclisde çalışıyordu. Fakat, pek kuvvetli maniler karşısına çıktı.
Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu.
Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen Kur’anın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders verir. (Bkz. M: 413)” (T:145)
Osmanlının son devrelerinde kanun-u esasi çerçevesinde fikirlerinin tatbiki için gayret gösteren Bediüzzaman Hazretleri, arka arkaya gelişen olaylar sonucu zemin ve zamanın müsait olmadığını görünce, düşüncelerinin tatbikini “âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekrar arzediyorum”diyerekistikbale bırakmıştır.İSLAM DEVLETLERİ CUMHURİYETLER BİRLİĞİ
Bediüzzaman Hazretleri, 1950 den sonra yazdığı mektuplarda, İslam ülkelerinin Cumhuriyetler Birliği etrafında toplanacaklarını ve Kur’anı referans alacaklarını müjde verir ve der:
“Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye’nin kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur’an-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.” (Em:77)
AYASOFYANIN İBADETE AÇILMASI
1950 deki iktidar değişikliğinden sonra, Ezan-ı Muhammediyenin asli şekliyle okunmasına sebep olan Demokrat Partiyi tebrik eden ve bu tarz hizmetlerin devamını isteyen Bediüzzaman Hazretleri der ki:
“Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyet’e ciddî tarafdar Dâhiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyet’in kahramanı olan Adnan Bey’e ve Tevfik İleri gibi mühim zâtlara bir hakikatı söylemektir ki:
Hem Demokrat’a ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok tarafdar olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan Devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı müzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise; bu mes’ele için otuz sene siyaseti terkettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zâtların hatırı için başka yere gitmedim.” (Em:237)
Şimdi elli seneden fazla zamandır ne Demokrat Partinin ve ne de Demokratların devamı hükmündeki partilerin, bu hayırlı işi tahakkuk ettirmediklerini üzülerek gördük. Ancak 1980 yılında Adalet Partisi azınlık hükümetinin kısmı bir teşebbüsü var ki, o da Ayasofya’nın hünkar mahfili kısmıdır. Orası da şimdilerde tamir bahanesiyle kapalıdır.
Said Nursi Hazretleri Demokrat hükümetlere tavsiyeler, ikazlar yapar. Bugün demokrasi adıyla ortak kabul gören, beşeri sistemlerin de kabul ettiği Kur’anî hakikatleri ders verir ve vatan ve milletin selameti için mutlaka bu kurallara sıkı sıkıya bağlı kalın der. Risale-i Nur Külliyetından tesbit edebildiklerimizin bazısını buraya dercediyoruz.
1. KANUN-U ESASİ (Anayasa Maddesi)
BİRİNİN HATASIYLA BAŞKASI MESUL OLMAZ KAİDESİ
Kur’anda adaleti emreden âyetlerden ve içtimai hayatın temel taşlarından biri olan
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى6:164
ayeti olduğunu Bediüzzaman Hazretleri ısrarla, hususan siyasilere ders verir. Risale-i Nur’un lahika mektuplarında ve siyasi ve içtimai derslerinde sıklıkla bu dersi verir ve Kur’anın bu kanununa aykırı davranılmamasın ister ve der ki:
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى6:164
ayeti olduğunu Bediüzzaman Hazretleri ısrarla, hususan siyasilere ders verir. Risale-i Nur’un lahika mektuplarında ve siyasi ve içtimai derslerinde sıklıkla bu dersi verir ve Kur’anın bu kanununa aykırı davranılmamasın ister ve der ki:
“وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى6:164
nass-ıkat’isiyleKur’anınbir kanun-u esasîsi, muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki:
nass-ıkat’isiyleKur’anınbir kanun-u esasîsi, muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki:
“Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz, kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada değil!..” (E.L.II.82)
İşte adalet-i Kur’aniye böyle görür ve böyle hükmeder.
“Salisen: Hem eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim, hem Kur’ânın bir kanun-u esasiyesi olanوَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى (6:164)yâni, birisinin hatâsı ile başkası, partisi, akrabası mesul olmaz, olamaz, diye, hem Anadolu, hem vilâyet-i şarkiyede Risale-i Nur’la neşredildiği sebebiyle, âsayişe tam kuvvetli bir tarzda hizmet edilmiş.
Demek bir mânevî zabıta hükmünde herkesin kalbinde bir yasakçı bırakıyor. Bu noktaya binaen, Risale-i Nur eski partinin (CHP) dört-beş hatâsını yüz derece ziyadeleştirmeye mânidir. Yüzde beş adamın hatâsını doksan beşe de verip yirmi-otuz derece ziyadeleştirmemiş.
Onun için umum o partinin ekserisi iktidar partisi kadar Risale-i Nur’a minnettar olmak lâzımdır. Çünkü, bu dersi, bu Kanun-u Esasiye-i Kur’âniyeyi Risale-i Nur ders vermeseydi, o beş adamın hatâsı binler adamı da hatâkâr yapardı.” (T:704)
“Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor.
Evet birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zaîflendiği için millete ve memlekete ve vatana âdilane hizmete muvaffak olunamadığından maddî ve manevî bir nevi rüşvet vermeğe mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için… O gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasîye karşı; ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى 6:164
nass-ı kat’îsiyle Kur’anın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki:
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى 6:164
nass-ı kat’îsiyle Kur’anın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki:
Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada değil.
Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaa düşecek.
İşte Kur’anın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedeviliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki:
"Cemaatin selâmeti için ferd feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz." diye, bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sıkıntıya verdirir. Ve ikiyüz adamı kurşuna dizilmesini, o bahane ile nazara almaz.
Birinci Harb-i Umumîde üçbin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon bîçare nev’-i beşer aynı harbde mahvedildiği gibi, binler misaller var. İşte bu vahşiyane irticaın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şakirdlerinin Kur’anın yüzer kanun-u esasîsinden
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى 6:164
âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adalet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeğe çalışan ehl-i iman fedakârlarına "mürteci" namını verip onları müttehem etmek, mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’anın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى 6:164
âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adalet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeğe çalışan ehl-i iman fedakârlarına "mürteci" namını verip onları müttehem etmek, mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’anın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.
Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikatı nazara alması lâzımdır. Yoksa üç veya dört cereyanın muannidane muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar. Memleketin menfaatine ve asayişine sarfedilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini -hattâ istibdad ile de olsa- asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız ihtilâl-i kebirinin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telaş edilebilir.
Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.
Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.” (Em:84)
“Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan:
"Selâmet-i millet için ferdler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir." diye; bütün nev’-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû’-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyyen bildim.
Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû’-i istimale yol açmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasînin sû’-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi, on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harab etti.
İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı Arş-ı A’zam’dan gelen Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’daki bu gelenkanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى (6:164) مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بَغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا (5:32) Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki:
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى (6:164) مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بَغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا (5:32) Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki:
"Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka mes’eledir" diye hakikî adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilâtını da Risale-i Nur’a havale ediyorum.” (Em:98)
“İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime:
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى (6:164
dır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünki "Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez" diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.” (Em:164)
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى (6:164
dır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünki "Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez" diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.” (Em:164)
“Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum:
Birincisi:İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi:وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى (6:164)âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik tarafdarlığı ile, bir câninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bil’misile mecbur ediliyor.
Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.
İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.
Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne:
Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.
Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor:
Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; ta ki masum çıkıncaya kadar.
İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dâhiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur’an-ı Hakîm’in bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.” (Em:173)
İşte burada zikredilen Kur’an dersleri gösteriyor ki, adalet ve ferdi haklar çok mühimdir. Kur’anın bu esasına yapışan devlet, cemaat yükselmiştir. İşte Emeviler, devletin selameti için eşhasın hukukuna bakmadılar 100 yılı tamamlayamadan yıkılıp gittiler. İşte Osmanlı, tebasının -müslim olsun gayr-ı muslim olsun- hukukuna çok riayet ettiler 600 yıl saltanat sürdüler. Günümüzde de bu kaide hem devlet, hem cemaatler için geçerlidir.
2. KANUN-U ESASİ :
MEMURİYETİ HİZMETKÂRLIK OLARAK YAPMAK
Bizim inancımızda, geleneğimizde kamu hizmeti yapanlar kendilerini çok mesul hissederler. Kendilerini hizmetkâr olarak görürler. Fakat son asırda terbiye-i İslamiyenin eksikliğinden bazı devlet kademesi memuriyeti tahakküm aracı haline getirmiştir. Bu anlayıştan az çok herkes hissedardır.
Bediüzzaman Hazretleri hürriyetçi, dindar demokratların başa geçmesinden sonra İslamiyetin bu kanun-u esasiyesini hatırlatmış ve idarecilerin kendilerini hizmetkar olarak görmeleri gerektiğini hadis-i şerife dayanarak nazara vermiştir. Mevzuya konu olan hadis-i şerifi ve Üstadın tefsirini dercediyoruz.
“ سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ(*) hadîsinin sırrıyla; şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.” (D:14)
“İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُم(*) yani:
Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.” (Em:163)
“İslâmiyet’in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir:
سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ(*) hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil.
Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur.” (Em:174)
(*) “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.” el-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450, Hadis no: 1668; el Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463
3. KANUN-U ESASİ
DAHİLDE KARDEŞLİK DUYGUSUYLA HAREKET ETMEK
Milletimizin en mühim ihtiyacının birisi de birliğimizi ve beraberliğimizi korumaktır. Milletimizin birliği ve beraberliğinde zaaf görüldüğü zaman harici düşmanlar iştahlanır. Dindar siyasiler bu esası, sadece anayasaya yazmakla ve nutuklarla iktifa etmemeli icraatlarıyla, davranışlarıyla da bunu göstermeliler.
Bediüzzaman Hazretleri bu esasın cemiyet için önemini şöyle beyan eder:
“İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin
اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا
hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir.
Hattâ en bedevi taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def’ oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor.
Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri siyaseti terkettim.
Hem şimdi birisi hem Ramazan-ı Şerif’e, hem şeair-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayet yaptığı vakit, muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü.
Halbuki küfre rıza küfür olduğu gibi; dalalete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalalettir.”(Em:175)
Müslümanlar arasında ihtilafın ne zararlara sebeb olduğunu bu yukarıdaki beyanlar net şekilde gösteriyor.
4. KANUN-U ESASİ
FAİZİN YASAKLANMASI VE ZEKATIN MECBURİYETİ
Bu asırda dünya üzerinde ve memleketimizde hakim olan güç, faiz sistemi üzerinedir. Bu ise fakiri daha fakir zengini daha zengin yapmak üzerine kurulmuştur. Bizim buradaki idarecilerimiz milletimizin dünyevi rahatını sağlamak istiyorlarsa faizi kaldırsınlar.
Beddiüzzaman Hazretleri der ki:
“Bu medeniyet-i hazıra, insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmağa sevk etmiş. Biçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’anın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekat, hurmet-i riba” vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini te’min eden o kudsî kanunu bırakıp; burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeğe mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zir ü zeber etti!” (H.Ş.147)
“Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekat hakkında sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan
اَلزَّكَوةُ قَنْطَرَةُ اْلاِسْلاَمِ
hadîs-i şerifi mervidir. Yani müslümanların birbirine yardımları, ancak zekat köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası, zekattır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü zekattır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilaflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı muavenettir.
اَلزَّكَوةُ قَنْطَرَةُ اْلاِسْلاَمِ
hadîs-i şerifi mervidir. Yani müslümanların birbirine yardımları, ancak zekat köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası, zekattır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü zekattır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilaflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı muavenettir.
Evet zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır. Evet eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesavîsine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilâller, fesadlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün. Birisi: "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün bana ne." İkincisi: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim."
Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmağa yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekattır.
Nev-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevkedip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.
Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır.
Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden, zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahm kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir.
Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.
Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebeb iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken, esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahidler mevcuddur.
Hülâsa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.”(İ:45)
–Sa’yin sermaye ile mücadelesidir.
–Acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?
Evet vücûb-u zekat,hurmet-i riba,karz-ı hasen şerait-i sulhiyedir.Şu riba taşını altından çeksen, şu zalim medeniyet kasrı çökecektir.” (A.B. sh:80)