MEHDİYETİN ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ (DEVRESİ)
İman Kur’an hizmeti olarak başlayan bu Risale-I Nur hizmeti, inşallah geniş dairede İslam dünyası ve bütün müslümanlar için İttihad-ı İslamı netice verecektir. Risale-I Nurlar bir proğram olarak tatbik edilecektir.
Bediüzzaman Hazretleri 1910-11 yıllarında doğudaki aşiretlere meşrutiyetin faydalarını anlattığı zaman der ki:
“Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile aynen o geniş daire Nur dairesi olacak.” (Münazarat sh: 106)
Yani o yıllarda hal ve zaman müsade etmese de yüz sene sonra yani 2010-11 den sonra meşrutiyetin güzellikleri görünecek diyerek istikbalden müjde verir.
Yine Emirdağında iken yazdığı mektubunun gelecek devrenin bir bölümünü yani İttihad-ı İslam devresini anlatırken der ki:
“Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta’tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.” (Emirdağ Lahiksı-l sh: 267)
Bu üç vazifenin tarifi ve hizmetleri anlatılırken deniyor ki; Amerika’dan, Avrupa’dan değil ittihad-ı İslam yardımı ile İslam alemindeki bütün alimlerin ve velilerin ve dini hizmetlerin hamilleri ve Efendimizin (a.s.m.) neslinden olanların katılımıyla bu hizmetlerin yapılacağı beyan edilir. Bu durumda bu “Gülen hareketi” nin Risalelerde beyan edilen İslam dünyasını istikbaliye ilgili bahisler ve müjdelerle alakası yoktur.
Mehdiyetin en önemli hizmeti iman hizmetidir. Siyaset yoluyla yapılan hizmetler makbul olmakla birlikte iman hizmetine nisbetle geridir. Bu esas risalelerde değişmez kaidedir. Şöyleki
“Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar.
O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır:
Birincisi: Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir, belki bir şan ü şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdi ünvanını almamışlar.” (Emirdağ Lahiksı-l sh: 267)
Üç vazifenin üçü de Mehdi’nin tasarrufundadır. Fakat birinci vazifenin devamı ve ikinci, üçüncü vazifelerin ilgililer tarafından yapılacağı aşikardır.
Mehdinin üç vazifesinden birinci vazifesine yani iman hizmetine kimsenin diyeceği yok. Herkes bu noktada müttefik. İman hizmetinin tesirini ve vazifedarlığını herkes kabul ediyor. Fakat ikinci, üçüncü vazifelere talipli çok var(!) Üstad hazretlerinin “hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında”diye ifade ettiği devreyi makamperest zatlar kendisinin temsil ettiğini sanıyorlar.
Üstad Hazretleri“şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye dava ederler” diye ifade edilen manayı bu hoca gurubu hocalarında ve kendi hizmetlerinde görüyorlar.
Zaten şimdilerde bilmiyoruz; fakat doksanlı yıllarda Zaman gazetesinin iç sayfalarında haftada bir yayınlanan “Fasıldan Fasıla” sayfalarında bu meseleleri hep işlediler. Hayatın bütün sayfalarına girilmesi gerektiğini, devletin bütün kurumlarında vazife almalarını daha neler neler yazıldı çizildi. Bu makamlara kendilerini hazırladılar yok “adanmış ruhlar” yok bilmem ne hizmetleri neler neler!
Elhasıl: Memlekette maddi manevi sıkıntılara sebebiyet veren bu hadise inşaallah çabuk neticelenecek ve müsbete dönecektir. Burada biraz şaşalanmasının sebebi, bu şahsa ve teşkil ettiği guruba ekseriyet uzun zamandır ses çıkarmamıştır. Bizim gibi kemmiyeten küçük Nur talebelerinin ikazları da ya fazla makes bulmamış ya da mevzi kalmıştır. Yoksa bu hareket ta 1972’de organizeli hareket etmeye başlamıştır. Bu hareketin lideri Hoca Zat, merhum Mustafa Sungur ağabeye 1972 de demiştir ki: “Ağabey! Beni sizin bu hizmet tarzınızdan affedin. Ben bundan sonra sizlerin klasik Nur Hizmetlerinden farklı bir yol izleyeceğim.” Bunu merhum Sungur Ağabey 1990’da Zaman gazetesinde Şemsettin Nuri imzasıyla yayınlanan Risalelerin sadeleştirmesi gerekir mealinde yazı yazdıkları zaman Üstadın varisleri cevap için toplandıklarında anlatmıştı.
Mesela bu zat 70’li yıllarda dine hürmetkar AP gibi MC gibi hükümetlerin göz yummasıyla gençlerle İzmir’in Buca/Kaynaklarında, Edremit/Kaz Dağlarında İzmir/Kemalpaşa dağlarında kamplar kurmuş açıktan farklı bir hizmet tarzı ortaya koymuştur. Halbuki Risale-i Nur’un müsbet iman hizmeti hiç bu tarzlara muvafık değildir. Gençler, milletin her kademesindeki insanlar nurlarla muhatap olduğu halde hiç böyle bir metod Nur Mesleğinde yoktur. Fakat bazı Nur talebeleri bile bu zatın bu tarz faaliyetlerine ses çıkarmamışlardır.
Yine bizlerin 1975 lerde yaşadığı bazı hadiseler var ki, o zamanlar bu Hoca Zatı İzmir ve çevresi dışı fazla tanımıyordu. Bir kardeşimiz vardı. 1972’de Nurculuktan beraber hapse girmiştik. Tahliye olunca babası gelip İzmirden alıp Turgutlu/Kasaba’ya götürmüştü. Sonra o kardeşimizin yanına İzmir’den Hocanın yanında kalanlardan gelmişler, uzun sohbetlerden sonra Hoca’nın ahirzamanda ümmetin kurtuluşuna hizmet edecek olan beklenen Mesih-İsa olduğunu söylemişler. Tabi ki kendilerince ikna edici deliller de sunmuşlar! Sonra o kardeşimiz İzmir’e bizim yanımıza geldiği zaman İsa (as) ile alakalı bilgiler sormaya başlayınca, bizim büyüğümüz olan Abi ile özel görüşmede itiraf etti. Sonra İzmir’in çeşitli mahfillerinde konuşulunca bu mesele Hoca’nın kulağına gitmiş. Abimizle Hoca görüşmesinde Hoca’ya “senin yanında kalanlar senin İsa-Mesih olduğunu etrafa yayıyorlar tebliğat yapıyorlar” deyince , hoca bu faaliyeti yapanlardan rahatsız olmak yerine bizlerden rahatsız olmuştur. “Niye bunu söylüyor deşifre ediyorsunuz” manasında tepkisini böyle koymuştur. Daha sonra o propaganda yapanları ve öyle inananları baştacı etmeye yanında tutmaya devam etmiştir.
Bir başka meselede İslam’ın yüksek şahsiyetlerine bakışıdır. Yine bir zaman 1975 veya 76 olabilir Urfa’dan bir misafirimiz gelmişti. Kendisi alim bir Nur Talebesi. Şimdi kamuoyunun tanıdığı bir isim Abdülkadir Badıllı ağabeydir. Bize misafir geldi. Bir gün dedi ki: “Ben Hoca’yı ziyaret etmek istiyorum, beni ona götürün. ” Biz pek istekli olmadığımız halde onun ısrarı karşısında peki dedik. Biz İzmir/Üçyol’da Hoca’da o sıra az ilerimizde İzmir/Nokta durağında idi. Badıllı Ağabey, Üstadın Isparta hizmetçilerinden Vahşi Şaban abi adıyla bilinen abi ve bizler dört kişi Hoca’nın dairesine vardık. Bizi karşıladılar ve salona aldılar. Badıllı ağabey onlara dedi hocaya haber verin, isimlerimizi verdi. Salonda beklemeye başladık. Bekle bekle gelen giden yok. Badıllı abi rahatsız olmaya başladı. Adamlarına bir-iki çıkıştı. Gelen giden yok! Nihayet hoca çıktı geldi. Bir iki hoşbeşten sonra yemek hazırlamışlar. Meşhur maklube yemeği geldi. Yer sofrasına hoca ile beraber oturduk. Badıllı ağabey yemeğe tuzla başlamak için tuz istedi. Tabi durum hocayı rahatsız etti. “Niye tuzla başlıyorsun” diye sordu. Badıllı abi sünnet olduğu için dedi. Hoca, yemeğe tuzla başlamanın sünnet olduğu hakkında sahih hadis olmadığını söyledi. Badıllı abi İmam-ı Gazali Hazretlerinin İhya-ı Ulum-id Din kitabına atıf yapınca Hoca dedi ki, “İmam-ı Gazali muhaddis değildir. ” Badıllı abi de “Üstad Bediüzzaman Hazretleri İmam-ı Gazali için Hüccet-ül İslam diyor” diye mukabele edince hoca fazla ileri gitmedi ve mesele kapandı. Fakat soğuk bir hava oldu kısa sürede oradan ayrıldık. Dışarı çıktığımızda Badıllı ağabeyin daha öfkesi dinmemişti. Bunun üzerine beraber olduğumuz İzmir’li ağabey dedi ki: “Ben daha önce de hocadan duydum ki dedi: “Ben İmamı-ı Şafi zamanında yaşasaydım onu verdiği fetvaların çoğundan tenkid ederdim. ”
Bunlar çok kısa notlarımızdır. Yani bu zat kendisini bir yerlerde gördüğünü anlatmak içindir. İmam-ı Şafi gibi müçtehidlere, İmam-ı Gazali gibi müceddidlere laf söyleyebildiğine göre.. Eh! kendisinin konumunu nerde görüyor acaba?
Mesela bu yetkiyle(!) Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevi Hazretlerinin eşsiz mecmuası olanüç ciltlik ‘Mecmuat-ül Ahzab’ dua kitabında tasarruf yaparak tek cilde indirmiş ve Kulub-ud Daria ismiyle neşretmişlerdir. İçindeki dualara da müdaheler vardır. Kimse ses çıkarmadığı için öylece kaldı. Yine Son devrin en güzel Kur’an tefsirlerinden olan Elmalılı Tefsirini de sadeleştirmiş olarak Zaman Gazetesiyle vermişlerdir. Bu sadeleştirme aslının özelliklerin bozmuştur. Yani bir nevi tahriftir.
En son Kur’an’ın elmas kılıncı olan Risaleleri tahrif etmeye değiştirmeye teşebbüs etmişler ve şimdi de bilfiil uygulamaya koymuşlardır. Fakat unuttukları bir şey vardır ki; Cenab-ı Hak ‘imhal eder fakat ihmal etmez’ bir kaidedir. Yani mühlet verir, verir ama katiyyen ihmal etmez. Silsile-i Nur’un en kudsi Nur Risalelerine iliştiği için tümünün hesabını birden görmektedir. Bu gurubun sadece siyasi değil, bu sahalarda yaptıkları tahribatı da görmek lazımdır ki süratle bu tahribatlar tamir edilsinler. Ta ki, maddi manevi belalardan kurtulabilelim.