Mehdiyet Meselesi

Risale-i Nurun ehl-i kalb ve çok büyük veli bir talebesi olan Denizli kahramanı merhum Hasan Feyzi Efendinin yazdığı bir kasidesinde bakınız diyor ki:

“Vallahi ezelden bunu ben eyledim ez­ber, Risale-i Nurdur vallah o son müceddid-i ekber. Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret, eyler bu mu­kaddes koca davaya şehadet.” (Sikke-i T.G. 222)

İşte bu kasideyi de Hazret-i Üstad, içindeki manaları kabul ederek neşretmiştir. Hem yine merhum Hasan Feyzi Efendi Sirac-ün Nurun arkasında neşrettirilen bir başka kasidesinde: “Kabe kavseynden alıp dersimi bildim ki ayan, o güzel nur-u bedi’ manevi sultan olacak.” O. Siracünnur s.373

MEHDİYET MESELESİ

Abdülkadir Badıllı

Şanlıurfa

Malumdur ki; Mehdinin zuhuru ve onun tarifi hak­kında gelmiş, hadis şümulune dahil sahih hadisler, zaif ha­disler ve bunların rivayet şekilleri ve muhaddislerin istinbatlı sözleri yüzlercedir. Hem ayrı ayrı ve muhtelif manalardadır. Her bir asır ve zamanın birer Deccalı ve bi­rer Mehdisi olduğu için, hadislerde bütün bu deccal ve mehdilere de işaretler vardır.

Birde ahir zamanda gelecek son müceddid olan Mehd-i A’zama bakan işarî tarifler ve manalar vardır.

Mutlak mehdi hakkında gelmiş olan bütün hadis ve rivayetleri dinliyen insanlar, çoğu kez bütün on­ları toplayıp ahirzaman mehdisi üzerine yığdıkları görülür. İş böyle olunca, mesele müşkil bir mesele halinde kalır.

İşte bu meseleyi hall ve fasleden ve birbirinden ayıran İmam-ı Rabbanînin tabiriyle, (Mektubat-ı İmam-ı Rabbanî, 228’ci Mektup) “Bir arif-i tamm-ül marifet lazımdır ki, o da son Mehdî’dir.” İşte zaman göstermiştir ki; o marifet-i tamme sahibi Hazret-i Üstad Bediüzzamandır. Öyle ise, bu meselede Bediüzzamana müracaat edip kulak vermek mecburiyeti vardır ki; haysa beysadan  kurtulalım. İşte dinliyoruz.

Hazret-i Üstad bu meseleyi evvela Onbeşinci Mek­tupta kül halinde ve fezlekeli bir şekilde, lakin onu kökten tam faslederek şöyle yazmıştır: “.. Şöyle ki o hadisin (yani bunun az üstünde sual edilmiş olan hadisinin) “Yer­yüzünde Allah Allah diyen bulundukça  kıyamet kopmaz” deyip meselenin şemasını çizmiştir. Ve “süfyan ve mehdi hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mana budur ki..ilh.” diyerek, nuranî izahat vermektedir.

Daha sonra ise, aynı bu meseleyi 29. Mektubun Ye­dinci Kısmının sonundaki ikinci sualin birinci ve ikinci işaretlerinde biraz daha açarak izah eylemiştir. Birinci İşa­rette Mehdinin âlemi ıslah etmesinin imkanını hem Kud­ret-i İlahiye noktasından, hem esbab dairesi ve Hikmet-i Rabbaniye açısından ispat ettikten sonra, ikinci işarette:

“Hazret-i Mehdinin cem’iyet-i nuraniyesi süfyan komi­tesinin tahribatçı rejim-i bid’atkaranesini tamir edip, sünnet-i seniyyeyi ihya edecek. Yani Alem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle Şeriat-ı Ahmediyenin tahribine çalışan Süfyan Komitesi Haz­ret-i Mehdi Cemiyetinin mu’cizekar kılıncıyla öldürü­lecek ve dağıtılacak…”

Bunun devamında da, Hazret-i İsa’nın (A.S.) yapacağı hizmet ve vazifelerini şerh eylemiştir.

İşte dikkat edilirse; Hazret-i Üstad Onbeşinci Mek­tupta: “Süfyanın Risalet-i Muhammediyeyi inkar ile Şeriat-ı İslâmiyeyi tahrib etmeya çalışmasına karşı âl-i beyt-i Nebeviyenin silsile-i nuraniyesine bağlanan  ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek âl-i beytten Muhammed mehdi isminde bir zat-ı nuranî o süfyanın şahs-ı manviyesi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır” diyor

Şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışan Süfyan ve komi­tesini kim ispat etmiş, ortaya koymuş ve göstermiş ise; ve onun müthiş ve komiteli tahribatını gün yüzüne çıkar­mışsa, Kur’anın en keskin elmas kılınçlı bürhanlarıyla din-i İslâmın esasatını ve imanın erkanını delail-i akliye ve hadsiyat-ı vicdaniye ile ispat edip tamir etmiş ise; ahirzamanın sahibi  odur. Ve o ise hiç şüphesiz Hazret-i Bediüzzamandan başka kimse değildir ve bu noktada onun eşi ve benzeri alemde görülmüyor.

Demek beklenen Mehdi-i A’zam mutlaka O dur ve onun teşkil eylediği Risale-i Nur cemiyeti ve cemaatıdır ki biiznillah kıyamete kadar devam edecek ve Mehdinin va­risleri olarak bütün hizmetleri yerine getireceklerdir inşal­lah.

Amma “Muhammed Mehdi” şeklinde isim ve unvan belirtmesi ise, hadislerin zahirleri itibariyledir. Ancak ha­dis rivayetlerinde Mehdinin ismi Muhammed mi, Ahmed mi olacak ihtilaflıdır. Çünki sahih hadiste: “Onun ismi be­nim ismime, babasının ismi babamın ismine  tavatu’ ede­cek” yani tevafuk edecek demekle, Peygamberimizin MUHAMMED isminden sonra en büyük bir ismi de Ahmed’dir. Bununla beraber, istikbale bakan hadislerin ifadelerinde mutlaka zahirlerine göre hüküm edilmez, edilse, yanlışlıklar ve boşuna beklemeler olur.

Hem mehdi kelimesi, “El İşa’a” gibi kitaplarda (El İşaa li Eşrat-is Sa’a sh: 87) Mehdinin şahsiyet-i nuraniyesi hidayet abidesi olduğu için ona unvan olmuş­tur denilmiş. Aksi halde hadisin zahirî metnine göre, Meh­diyi isim ve ünvaniyle bekleme mecburiyeti olsa; babası­nın da ismi Abdullah olması ve bununla beraber isim ve ünvanlar tam tutsa da, makamın muktezası ve o şahsiyetin hali makam ile münasebeti gerekecektir. Buna göre Haz­ret-i Muhyiddin-i Arabînin dediği gibi; “Mehdinin ismi Abdullah olacak. Oysaki bu, bütün Abdullahların ismidir. Amma onun hâs ismi ise, onda i’rab izhar edilmez, İ’rabın san’atından da munsariftir… Babası da tanınan bir kimse olmıyacaktır” diyor.  (Anka-i Mağrib, Muhyidin-i Arabî sh: 75)

Hülasa: Hz.Üstadın şu yukarıdaki yazısında ve Onbeşinci Mektup ve Yirmidokuzuncu Mektuptan naklettigimiz parçalar da; Süfyanın bid’atkar rejimini dağıtacak olan ehl-i velayet ve ehl-i kemalin ba­şına geçecek Mehdiden ve onun cem’iyet-i nuraniyesinden bahsediyor. Acaba bu nurani cemiyet nasıldır? Şekli ve bi­çimi neye benzer? Süfyanîlerin bid’atkar rejimini hakikat meydanında tar-ü mar eden kimler olabilir? Bence az bir ferasete sahip olan kimselar Mehdi ve Cemiyeti nasıl ve kimler olduğu hakında hemen intikal etmelidir.

Burada, can damarı pek mühim olan husus şudur ki; şu zahir ve bahir olan Hazret-i Mehdi ve onun Nuranî Cemi­yeti, acaba asrı ve müddeti sona erince, vazifesi ve hizmetide mi sona erecek? Ve bu Mehdiden sonra -bazıların zu’m ettiği gibi- bir ikinci ve en büyük mehdi mi gelecek?

Bunun cevabını başka yerde değil, Hazret-i Üstadın şuradaki tespit ve teşhisleri içinde hemen arayıp bulabili­riz. Evet, Hazret-i Üstadın Onbeşinci Mektupta hem Yirmidokuzuncu Mektupta kat-î ve nass olarak verdiği şu:

“Al-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zat-ı nuranî o süfyanın şahs-ı manevisi olan cereyan-ı munafıkaneyi öldürüp dağıtaktır.”

Ve Yirmidokuzuncu Mektupta ayrıca:

“Hazret-i Mehdinin cemiyet-i nuraniyesi, süfyan komite­sinin tahribatçı rejim-i bid’atkaranesini tamir edecek, sün­net-i seniyeyi ihya edecek; yani alem-i İslâmiyette Risalet-i Ahmediyeyi  inkâr niyetiyle Şeriat-ı Ahmediye tahribine çalışan süfyan komitesi Hazret-i Mehdi cemiyetinin mu’cizekâr kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak” diye olan hükümleri gösteriyor ki; kendisinden sonra onun kur­duğu nuranî cemiyeti ve onun zat-ı şerifiyle Risale-i Nur ve Nur Talebeleri devam edecekler..

Bilahare lahika mektuplarında üç merhaleye ayırdığı Mehdiyetin icra ve tatbik vazifelerini de Nur Cemaati yapacaklarını bildiriyor. Üst tarafta mevzu’ içinde temas ettigimiz gibi; Mehd-i A’zam olan Hazreti Bediüzzamandan sonra gelecek ve büyük Nur cemaatinin ve İslâm alemindeki seyyidler ce­maatinin mümessilliğini deruhte ederek şa’şalı büyük hizmetler başaracak olan zatlar da, Bediüzamanın şu sarih ifadeleriyle şimdiki nur cemaatinin ifa eyledikleri vazife­den daha üstün ve büyük olamıyacağı ve hatta Nur Hiz­metine göre ikinci ve üçüncü sıralarda kalacağı gibi; o zatlar Hazret-i Bediüzzamandan hiçbir zaman üstün ola­mayacağı ve ileri geçemeyecegi anlaşılmaktadır.

İşte bütün bu bariz ve zahir hakikatler ortada iken; ve Hazret-i Üstadın Kastamonu Lâhikasında Hafız Ali (R.A.) mektubuna verdigi cevaptaki şu:

“…Çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab al­tında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütûhatı ve zın­dıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık’ın ihbarını ay­nen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek.

Hem öyle kökleşmiş ki, inşâallah hiçbir kuvvet, Anadolunun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir za­manda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri, yâni Mehdi ve şâkirdleri, Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allaha şükrederiz.” (Osmanlıca Kastamonu Lahikası sh: 204)  

Ve Emirdağ Lahikası-ll sahife 112 de: “Eski Said’in o rü’ya-yı sadıka gibi olan hiss-i kabl-el vuku’ ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile, aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tabirini sahih gösterecek.”

Ve daha Risale-i Nurun içinde benzeri işaretler çokça varken; bilmiyorum, acaba hangi akıl ve fikir ile hiçbir hadis kitabında ve Hz. Üstadın hiçbir eserinde bulunma­dığı halde, kendi basit daracık kafalarıyle Hazret-i Mehdi gibi umum İslâm Âlemini, hatta bütün dünyayı alakadar eden dünyanın şu en muazzam hadisesi olan bir meselde ileri geri konuşmak, tarihler ve taksimatlar düzmek; ve ins ve cinn’in kudumunu beklediği Hazret-i Bediüzzamana basitlerin basitinden  birisini ve iktiza-i makamla hiçbir münasebet ve alakası olmayan biçare bir şahsı ondan üstün ve yüksek telakki eylemek ise bence, ya beynin içine ka­dar yerleşmiş bir safdillik ve bir humuktur.. ya da karıştı­rıcı bir parmağın müdahalesidir.

Hazreti Üstadın, ahirzamanın Büyük Mehdisi oldu­ğunda, Risale-i Nur Talebelerinden ileri gelen zatlardan bir ikisi (hadislerin metn-i zahirilerine ve ya da Hazret-i Üstadın hakikat-ı sırr-ı imtihana göre bir derece setr-i gayb perdesine sararak yaptığı te’vil mecalli izahlarına te’vilsizce dayanarak) kabulünde tereddüt göstermişlerse de fakat Nur Talebelerinin kahir ve mutlak ekseriyeti de, binden ziyade olan gaybî işaretlere istinaden Hazret-i Bediüzzamanın ahirzaman sahipliğini, yani Mehdi-i A’zamlığını bila tereddüt ve kat’î bir itikat ile kabul et­mişler, kabul ediyorlar ve daima da böyle kabul edecek­lerdir.

Bu mesele, Peygamberimizin mi’racı ile alakadar; ru­hiyle beraber cismi de semavata uruç eylediğini tereddüt­süz kabul ve telakki eyleyen sahabeler topluluğunun ekse­riyet-i mutlakası olduğu halde, Hazret-i Aişe (R.A.) gibi bir iki sahabîde Mi’racı cisimsiz sadece ruh ile olduğunu telakkî etmişlerdir. İşte Hazret-i Üstad için Mehdiliği me­selesinde de, diyelim Kastamonulu muhterem M. Feyzi Efendi ve Nurun ilk ve birinci talebesi Hacı Hulusi Bey gibi iki mühim ağabeyler kabulde veya nazara vermede tereddüt göstermiş ol­salar da, rey ve kabul ve hüküm, umum cemaatindir. Yani icma-ı ümmetindir.

Nasıl ki Hazret-i Üstad Sikke-i Gaybiyenin baş tara­fında kendisi hakkında mehdilik telakkisini taşıyan Nur talabelerine karşı yaptığı hitabında, bakınız ne kadar latifane ve nazikane meseleyi gül yapraklarına sararak anlatmaktadır:

“…On seneden beri kanaatlarını ta’dile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler ileri gidiyorlar. Evet onlar Onsekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalp çobanın mace­rası gibi hak bir hakikatı görmüşler. Fakat tabire muhtaçtır…”

Ve bunun devamında Mehdinin üç vazife­sini izah ile ifade ettikten sonra:

“…İmam-ı Ali ve Gavs-ı A’zam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta için (iman hizmetinin azameti için) o gelecek zatın maka­mını Risale-i Nurun şahs-ı manevisinde keşfen gör­müşler gibi işaret etmişler. Bazen o şahs-ı maneviyi bir hadimine vermişler. O hadime mültefitane bakmış­lar… ilh.” (Sikke-i Tasdik sh: 9)

İşte Hazret-i Üstadın bu tarz ile telakkî olunan ve ma­nayı latifane kabullenen latif ve zarif ifadeleri ve hem sırr-ı imtihana uygun beyanları yanında, Risale-i Nurun ehl-i kalb ve çok büyük veli bir talebesi olan Denizli kahramanı merhum Hasan Feyzi Efendinin yazdığı bir kasidesinde bakınız diyor ki:

“Vallahi ezelden bunu ben eyledim ez­ber, Risale-i Nurdur vallah o son müceddid-i ekber. Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret, eyler bu mu­kaddes koca davaya şehadet.” (Sikke-i Tasdik sh: 222)

İşte bu kasideyi de Hazret-i Üstad, içindeki manaları kabul ederek neşretmiştir. Hem yine merhum Hasan Feyzi Efendi Sirac-ün Nurun arkasında neşrettirilen bir başka kasidesinde: “Kabe kavseynden alıp dersimi bildim ki ayan, o güzel nur-u bedi’ manevi sultan olacak.” (Osmanlıca Sirac-ün Nur sh: 373)

Evet, Nur Talebelerinin ekseriyet-i mutlakasının kana­ati aynen merhum Hasan Feyzinin kanaati gibidir. Ve mut­lak ekseriyetli Nur Talebelerinin kanaati ise, (*) bir icma-ı azimi taşımaktadır, Feteemmel !

(*) Bütün Nur Talebeleri merhum Hasan Feyzi gibi aynı kanaatı taşıdıklarını, lahikalarda Üstad tarafından neşrettirilen fıkraları ile sabittir. Hafız Ali, Muğlalı Halil İbrahim ve Nurun manevî avukatı Ahmet Feyzi Kul, Tahirî Mutlu, Mustafa Sungur, Zübeyr Gündüzalp ve saireleri gibi büyük âlim ve ferasetli zatlar bu kanatlarını çekinmeden hayatı boyunca izhar etmişlerdir. Hele merhum Ahmet Feyzi Kulun Maidet-ül Kur’anı bu kanaatı delilleriyle hem izhar hem ispat eylemiştir.Hakikatlı bir hatıra: 1955 yılı sonbaharında İsparta’da Üstadımızın yanında birkaç gün kalmıştım.. Orada iken, birgün Ahmet Feyzi Kul Ağabey Üstadımızın ziyaretine gelmişti. Beraberinde bir iki arkadaşı da vardı. Üstadımızın odasına ziyaret için girdiklerinde, yüksek sesle Üstadımıza karşı: “Bütün dünya reddetse, hiçbir kimse kabul etmezse ve sizde hep inkâr etseniz; ben daima sizi ahirzamanın Mehd-i A’zamı olarak bileceğim ve tanıyacağım” demesine karşılık, Hazret-i Üstadın mübarek gülmelerinin sesi odasının dışında işitiliyordu. Ben (Abdülkadir) bizzat bu hadiseye şahid oldum ve konuşmalarını aynen işittim. Elhamdülillah.

ÜSTAD BEDİÜZZAMANDAN SONRA GELENLER DAHA YÜKSEK MAKAMLARA MAHZAR OLABİLİRLER Mİ?

Evvela, bu meselede delilsizce konuşmak ve hayalî bir takım mülahazalarla hükme varmak, hikmet ehli kimsele­rin kârı değildir. Zira fazilet, yüksek makam, Allah’ın ya­nında âlî dereceler; ancak din-i İslâma hizmet derecesi ile ölçülür.

Misal için; Aşere-i Mübeşerenin dünyada iken Cennetle tebşir edilmelerinin ve dünyada bulundukları müddetce beşeriyet icabı kendilerinden sudur edebilecek bütün günahları da af olmuş olduğunun sebebi ise; UHUD harbinde Resulullahın etrafında halka tutup, düşmanın ölüm oklarına karşı feda-i can edip metanetle ve sebatla durmaları değil midir?

Yine Bedir, Hendek ve Uhud sa­vaşlarına katılmış sahabelerin, sonra Biat-ı Rıdvanda Resulullaha ahd ve vaad vermiş zatların derecelerine diğer sahabelerin yetişememeleri; din-i İslâma en çetin şartlarda hizmet etmelerinden değil midir? Hem dört halifenin sair sahabelere karşı üstünlüklerinin sebebi, Resulullaha ve din-i İslama samimiyetin en son derecesi ile bağlılıkları ve en üst seviyede sadakat, fedakârlık ve samimiyetleri değil midir?

Demek, yüksek makamlar, faziletli âlî dereceler, ancak ve ancak din-i İslâma hizmet derecesine göre tahakkuk eyler. Yoksa hayalin ve aşırı hüsn-ü zannın kuruntuları ile: “Falankes kutb-u azamdır, büyük gavsdır, ya da mehdidir, ya da Bediüzaman’dan ona miras geçmiştir” şeklinde söz etmeleri ise, hakikat kitabında yeri yok, değeri yoktur.

Bu hakikate binaen; Bediüzzamanın hizmetine, eserleri olan Risale-i Nuruna ve onun mualla ve şerif zatına binden ziyade gaybî işaretler, îmalar ve remizlerin bakması ve onu âhirzaman sahibi olarak göstermeleri yanında Hazret-i Üstadın eliyle tashih edilmiş otuzüç hadisten yirmisekizinci hadistekiيبعث يوم القيمة امّة وحدهyani: “Tek başıyla bir ümmet’’ kelimesinin Üstad tarafından bu hadise eklenmesi ile mezkur mevzua parmak basar. Ayrıca bunun yanında beş altı kadar işaretlerde, yine Hazret-i Üstadın güneşinden münakis olup yansıyarak Hicri 14. asra bakması da vardır ve bu doğrudur. Ve bu işaretler de biiznillah normal ve fıtrî seyri ile gerçekleşecektir.

Demek ki; manevi makamlar, faziletler ve Allah ka­tında şerefli rütbeler kendi kendine ve sebepsiz oluşmaz­lar. Din hizmeti yolunda çekilen cefalar, sıkıntılar, hapis­ler, sürgünler ve bir çok defalar su-i kasıtlara maruz ol­malarla tahakkuk ederler. Bu meselenin hakikatını izah ederken, Hazret-i Bediüzzaman, Risale-i Nurun iman hiz­meti ana merkez ve temel esas olduğunu ve geniş daire­lerde hizmet görecek kimselere de bu eserler program ola­cağını ve Risale-i Nurun hizmetleri müteakib yapılacak hizmetler ikinci ve üçüncü derecede olduğunu ve olacağını Risale-i Nurun lahika mektuplarında defalarca söylemiş ve bildirmiştir

Buna göre, elbette ve hiç şüphesiz Bediüzzamanın şah­siyet- i maneviyesi ve Kur’anın hakiki nurlu tefsiri olan Risale-i Nuru sahib-i ahirzamandır. (Sonra gelecek ve za­hirde ve avam halka göre parlak hizmetler icra edecek zatlar ancak ve ancak Bediüzzaman Hazretlerinin bi­rer talebeleri ve Risale-i Nurun çizgisinde ve istikame­tinde birer tatbikatçıları olan şakirdleri olabilecektir. Eğer değil ise, hiç değillerdir. Hicri 14. asırda gelip büyük hizmetler başaracak olan zatlar da Hz. Mehdinin, yani Risale-i Nurun şakirtleri olacaklar. Kendi başına bir mehdi olmayacaktır.Dolayısıyla Bediüzzamanın eli ile ve vasıtası ile programlanmış hizmet safhaları hep Nura ve Nur Cemaatına ait ola­caktır, biznillah.)

Tafsilat isteyenler -Envar Neşriyat- Emirdağ Lâhikası-l sh: 266 ya ve bu mevzu’da yazılmış sair mektublara baka­bilirler.

Bu hale göre; bazıları, Hazret-i Bediüzzamandan sonra gelecek ve onun birer şakirdi olacak olan zatlar için: “İkinci mehdi daha büyüktür ve hadislerde mehdi ile ala­kadar olarak gelen bütün haberler bu ikinci mehdiye aittir” ve saire gibi kafadan atılan laflar ancak birer safsata ola­bilir.

Evet, zahir halde Hazret-i Ebubekir ve Ömerin (R.A.) fütûhat-ı İslâmiye noktasındaki muvaffakiyetlerine nispe­ten, Peygamberimizin kendi zamanında muvaffak olduğu futuhatlar hayli azdır. Acaba bu zahir hale bakarak; Haz­reti Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.), Peygamberden (A.S.M.) daha bü­yük makama sahiptir denilir mi?. Asla!.. Çünki bu iki ha­life-i Resulullahın İslâm hizmetindeki muvaffakiyetleri ise, ancak Hazret-i Peygamberin programlamış olduğu hatt-ı hareketi üzere ve tam onun izinde gittikleri için ol­muştur. Aynen bunun gibi…

Saniyen: Asırlar ve seneler gösterilerek gelen gaybî işaretler, herhalde o işarete mutabık ve muvafık ve halin muktezasına uygun olan kimseler olmalıdır. Yoksa, me­sela o işaretler bir mareşale işaret ederlerken, basit ve adî bir neferi o büyük işaretlerle alakadar zannetmek ve hayali kuruntularla onu şişirerek sanmak, elbette hakikat ehline yakışan bir hal olamaz. Nasıl ki darb-i meselde; “büyük ve yığın yığın karlar ancak yüksek dağların başında yağar” denilmiştir.

Hülasa: Biz eğer Risale-i Nur talebeleri isek; amiyane tasavvufî hallere ve hayalî kuruntulara kapılmamalıyız. Aksi halde büyük yanlışlıklar eder, yanılgılara düşmüş olur, inkısar-ı hayallere uğramış oluruz.

    

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …