İslam tarihi boyunca çeşitli İslam ülkelerinde mehdilik iddiasında bulunanlar veya kendini mehdi zannedenler çok olmuştur. Bunları tarih kitapları kaydetmiştir. Biz zamanımızda zuhura gelen iddiaları Risale-i Nur açısından yazmaya çalışacağız.
Geçmiş asırlarda dinsizlik bu seviyede artmamışken dahi, Müslümanlar mehdiyi beklemişlerdir. Zaman zaman da ortaya mehdi diye çıkanlar olmuştur. Fakat bu suni ve heveskâr çıkışlar çok da ma’kes bulmamıştır.
Zamanımızda ise 20. asrın başlarından itibaren hem “Büyük Deccal”, hem de “İslam Deccali-Süyfan”ın hemzaman olarak geçtiğimiz asrın ilk çeyreğinden itibaren fikren ve idareten ateizm ve dinsizlik icraatına başlamaları ve inananların maruz kaldığı akıl almaz zulüm ve baskılar “Mehdi” beklentisini zaruri hale getirmiştir. Ahirzamanda en büyük hidayete vesile olacağı bildirilen “Büyük Mehdi” yi beklemişlerdir. En büyük dinsizlikler Birinci Cihan Harbinin bitmesinden 1917-1918’den sonra ortaya çıkmıştır. Hem dünya çapında etkili olan Büyük Deccal, hem de İslam merkezi olan Osmanlı’nın yıkılmasıyla etkili olan İslam Deccalı olan Süfyani Deccal ortaya çıkmıştır.
Bediüzzaman Hazretlerinin 1926’da Isparta/Barla’da giriştiği ve ömrünün sonuna kadar devam eden hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesi bu ihtiyaç için Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla bir harekettir ve Mehdi ihtiyacının karşılanmasıdır. Fakat Risalelerde, Bediüzzaman Hazretleri kendiyle başlayan bu hizmetin artık bir şahıs tarafından değil bir şahs-ı manevi tarafından tamamlanacağını ve devam edeceğini beyan etmektedir.
Bu manaya işaret eden mektublarından en önemlisi 1947-1948 lerde Afyon/Emirdağ’ında yazdığı bu mektubdur. Şöyle ki:
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Nur’un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: Nur’un hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beyt’in büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezaddır, herhalde hallini istiyoruz.
Ben de bu zâtın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lâzım:
Birincisi: Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem’iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak.” (Emirdağ Lahikası-l sh: 265)
Bu sualde belirtilen; “onların elinde bir hakikat ve kat’i hüccet var” denilen mana Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nuru netice veren Mehdiliğidir.
“Sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun” denilen mana ise; Mehdiliğin siyaset aleminde, geniş dairede, İslam dünyasında, insanlık alemindeki vazifelerinde bizzat kendisi bulunmayacağı, birinci vazifenin itmamıyla birlikte ikinci, üçüncü vazifelerin şahs-ı manevisiyle yapılacağı hakikatıdır.
Hal böyleyken bazı zatlar, etrafında teşekkül eden bir guruba ve suni bir geniş daire hizmetini asıl zannederek kendisinin mehdi manasında geniş dairede vazifeli zat olduğuna inanmaktadır. Hatta daha da ileri giderek Hristiyanlık aleminde vazife görecek ve onları İslam ile müşerref edecek İsa (as) ‘ın bir nevi hizmeti veya kendisi gibi görmektedir.
Yirminci asırda (yani: 1900-2000 yılında) ve kıyamete kadar devam edecek zamanda bilhassa fen ve felsefeden ileri gelen dehşetli dinsizlik maddiyyunluk ve tabiatperestlik tehlikesine karşı Mehdi ile başlayan mücadele, geniş dairede yani siyaset ve sosyal hayat dairesinde de devam etmektedir ve daha da edecektir. Bazı zatların buna sahiplenmesi kendi yanlış kanaatlerindendir. Bu memlekete ve dini İslama siyaset yoluyla hizmet edecekleri evhamlandırmak hiç te caiz değildir. Zaten istikbal hizmetleri Üstadın ilham-ı ilahiye istinaden haber verdiği gibi onların kendilerine vazife vermeleriyle değildir. Bu vazifeleri Allah verir.
Üstad Hazretleri bu hakikatı 1934’de şöyle ifade eder:
“Kadîr-i Küll-i Şey, bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek, semanın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.” (Lem’alar sh: 105)
Cenab-ı Hak memleketin başına gelen maddi-manevi bozuk havayı, kavgasız gürültüsüz müsbete çevirebilir. Bu düzelme fıtri seyri içinde ve memleketi idare edenlerin gerçeği görmeleriyle olacağını müjdelemektedir. Said Nursi Hazretleri, ta o zamanlarda dahi devleti ele geçirme veya yönetme gibi duygular ve emeller taşımamaktadır. Ne diyor:
“Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.” Allah’a şükürler olsun ki, Hz.Bediüzzaman’ın duası kabul olmuştur. Bugün Başbakanımızın, Cumhurbaşkanımızın, bakanlarımızın ve mebuslarımızın akılları başlarındadır ve kalbleri imanlıdır. Ekser Nur Talebelerinin icmaı da bu yöndedir. Hocalarına mehdi ve isa (as) vazifelerini yakıştıranlar bu yanlış düşünceden vazgeçsinler. Yoksa hem kendilerine, hem de safderunlara yazık etmesinler!