MÜSLÜMAN LAİKLİĞE TARAFTAR OLUR MU?İslâm Hukukunu mer’iyetten kaldırmak esasına dayanan laiklikle, halk ekseriyetine istinad eden cumhuriyet; büyük çoğunluğu müslüman olan bir milletin kuracağı devlet bünyesinde cem’ olamaz, birbirini nakzeder. Zira laikliğin benimsenmesiyle iman te’lif edilemiyor.
Memleketimizde bir insan ömrüne yakın tatbik edilen ve bir türlü gerçek tarifi kasten yapılmayan veya yapılamayan laiklik nedir? Yıllardır isteyen istediği gibi laiklik adına konuşmuş ve gerçek inanç sahiplerini zaman zaman rencide etmişlerdir. Batıdan gelen bu sistemin doğuşu ve batı için uygulaması ve daha sonra bizim memleketimiz için uygulanmasını bir parça inceleyip takdim ediyoruz.
Memleketimizde bir insan ömrüne yakın tatbik edilen ve bir türlü gerçek tarifi kasten yapılmayan veya yapılamayan laiklik nedir? Yıllardır isteyen istediği gibi laiklik adına konuşmuş ve gerçek inanç sahiplerini zaman zaman rencide etmişlerdir. Batıdan gelen bu sistemin doğuşu ve batı için uygulaması ve daha sonra bizim memleketimiz için uygulanmasını bir parça inceleyip takdim ediyoruz.
Şimdi bu konudaki çalışmalara katkıda bulunmak ve fikir verebilmek için iki bölüm halinde neşrediyoruz. Birinci bölüm laikliğin Avrupadaki çıkış sebepleri ve tatbikatı; İkinci bölüm de 1923 den sonra bizim memleketimizde tatbikatı ve nihayet 1937 de Anayasa’ya konması şeklinde inceleyeceğiz.
Laiklik: (Fr. laic yahut laique = laik kelimesinden laicisme = laisizm yani laikleştirme akımı ve laicite = laisite yani laiklik, laik olma vasfı; Os. Laik = lâdinî ve laiklik = lâdiniye) Umumi manada ve ilmî bir ifade olarak laik: Dine istinad etmeyen, ruhani olmayan kimse. Dinî olmayan şey, dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensib.
Laiklik ise: Devleti, dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esas ve kanunların menşeini ve teşri’de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etmeyip insanın ve cemiyetin sadece dünyevî menfaat ve anlayış ölçüsüne terkeden, diğer bir tabirle, İlahî kanunu terkeden, beşerî nizamla cemiyeti idareye çalışan sistem manalarına gelir.
Laik kelimesinin aslı, Latince “laıcus” (laikus) kelimesi olup “rahiplerin dışında kalan halktan kimseler manasında kullanılıyordu. Bu terim Batı’da siyasî ve hukukî bir prensip olarak kullanılmadan önce kiliseye, ruhbanlığa, dine ait olmayan kişi ve eşya için kullanılmıştır.
Meselâ “laik kişi”, din adamı sınıfından olmayan; “laik elbise”, ruhban sınıfına veya dinî törenlere mahsus olmayan elbise demektir. Bu terimin kullanma sahası zamanla genişleyerek, düşünce ve sanat hakkında da din dışı olma vasfını ifade için başvurulan bir terim olmuştur. Laik müzik: Kilise müziği dışında kalan müzik; laik resim, laik mimari, laik şiir, daha umumi bir tabirle laik sanat: dinî gaye, dinî kayıt ve endişe taşımadan icra edilen sanat gibi…
Laikliğin çeşitli tarifleri vardır. Siyasî tarifiyle laiklik; demokrasinin temel esaslarına yani hür seçim, kanun hâkimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, söz hürriyeti gibi demokraside değişmeyen prensiplere aykırı olmamak şartıyla devletin, her türlü düşünce ve inanışlara bağlı olan ferd ve cemaatlere karşı tarafsız kalmasıdır. Diğer bir ifade ile lâiklik, dine ve dindarlara, dinsizliğe ve dinsizlere dokunmaz ve dokundurmaz ve tarafsız bir devlet idare şeklindedir. Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde “dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet” (Ş.363) şeklinde tarif eder.
İşte halk ekseriyetinin kabulüne dayanmak şartıyla, bu tarif edilen laik devletin icraat ve müdahale sahası, milli bünyede maddî hayatın tanzimidir. Yani yollar, hastahaneler, beşerî münasebetlerde vukua gelen tecavüzleri önleyen adalet mercileri ve askerî gücün teşkili gibi faaliyetlerdir. Bu devlet şeklinde ne devlet dine ve ne de din devlete mahkûm değildir. Avrupa’da, hususan Amerika’da olduğu gibi…
Laikliğin hukukî tarifine gelince: Hukukun kaynağını ve teşri’de (kanun yapmada) nokta-i nazarı dinî olmaktan çıkarıp beşerî anlayışa terketmektir. Yapılan bir kanun, dinî bir kanuna denk gelebilir. Fakat bu kanun böyle bir niyetle yapılmamıştır ve bu yüzden dinî mahiyete de sahib olmaz.
Esasen kanun, kötülüğü men ve iyiliği emreden bir mahiyete sahib olmalıdır. Fakat iyi ve kötünün ölçüsü ne olacaktır? Bu ölçü nedir? İslâm hukukçuları Kur’ana dayanarak hülasaten şu hakikatı beyan ediyorlar. İnsanın herhangi bir şeye iyi veya kötü demesi, iki ana ölçüye dayanır:
Birincisi: Allah, halkettiği şeyleri sonsuz hikmetine göre halk eder. O şeylerin hakiki değeri de, o hikmete göredir. O halde her şeyin hakiki hükmünü, hikmetine göre Allah tayin etmiş ve Kur’anla bildirmiştir. Âlem ve beşerin bütün ahvali, esma-i İlahiyenin iktizalarına ve âhiret hayatına bakar çok küllî ve derin İlahî hikmetlere sahibdir. İnsanın bu hikmetlere uygun düşünmesi ve yaşaması, ancak Allah’ın bildirmesi ile mümkündür.
İnsanın bu İlahî esasa dayanan, bu niyetle yapılan ferdî ve ictimaî bütün hareketleri ibadet sayılır. Çünkü ibadet, Allah’ın bildirdiği şeyleri, bildirdiği için yapmaktır. Aksi halde ibadet olmaz.
İkincisi: İnsan yalnız dünya hayatındaki menfaat ve lezzeti “iyi” için, zarar ve elemi de “kötü” için ölçü alacaktır ki bu da maddeci ve egoist bir anlayıştır. Bu ikinci ölçü ancak dinin hükmetmediği mübah şeylerde caiz olur. Laikliğin felsefi tarifi ile de alâkalı olan bu ölçü, Kur’an nazarında, kişinin kendi heva ve arzularına göre hayatını değerlendirmesi olup, hakka ve hakikata uygun değildir. Ezcümle 1936 senesinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ilk baskısı yapılan “Hak Dini Kur’an Dili” tefsirinde bu husus şöyle beyan ediliyor:
“(13:37) وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُم بَعْدَ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ“Sana gelen ilimden sonra onların hevalarına ittiba edecek olursan” yani, Kur’anın ba’zı ahkâmını inkâr eden hiziblerin inkârları, hevadır. Onlar hakkında hükmünden hoşlanmazlar da hevalarına, gönüllerinin arzusuna uyarlar, kendi hevaları hâkim olsun isterler.” (E.T.2997)
(28:50) فَاعْلَمْ أَنَّمَا يَتَّبِعُونَ أَهْوَاءَهُمْ “Artık bil ki sırf hevalarına tabi’ oluyorlardır.”
وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوَاهُ بِغَيْرِ هُدًى مِّنَ اللَّهِ“Halbuki Allah’tan hiç bir delil olmaksızın mücerred hevasına tabi olandan daha sapkın, daha şaşkın kim olabilir.” (E.T.3743)
“Onun için o şeriata ittiba et, kendini ona uydur da, (45:18)
وَﻻَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءَ الَّذِينَ ﻻَ يَعْلَمُونَ“bilmiyenlerin hevalarına uyma.” Allah’ın ahkâmına ilmi bulunmayan veya ilmin muktezasına tabi’ olmayan kimseler, sırf kendi keyf ü heveslerinin arkasında koşarlar. Hevalar ise ferde göre ihtilaf eder, Benî İsrail gibi ihtilafa düşürür, Allah’ın gadabına götürür. Şeriat ise toplar, tevhid ile rızasına götürür. Şeriatı ta’kib et de cahillerin hevalarına uyma.” (E.T.4318)
Bundan başka, Kur’an (2:120,145) (5:48,49) (38:26) (42:21) (47:14) (53:4) emsali âyetleri Hakka bedel, insanın arzu ve hevasına uymasının haktan udul olduğunu beyan eder.
İşte cemiyet hayatını ve beşerî münasebetleri tanzim edecek olan kanunlar, temel yapısı itibariyle mezkûr iki ölçüden birine dayanacaktır. O cemiyet dahi bu ölçülerden birisi ile şeklini alıp cemiyetin ferdlere tesiri de buna göre olacaktır. Yani ya hakkın veya hevanın tesiri hâkim rol oynar. İşte en hürriyetçi addolunan Avrupa ve Avrupaî memleketlerde yetişen gençliğin durumu ki, bütün demokrat memleketlerde vatanperver ve hamiyetperverleri endişeye düşüren bir merhaleye gelmiştir.
Laikliğin Tarihi Seyri
Şimdi doğuş ve gelişmesinin temelinde Hümanizm cereyanının da te’siriyle felsefi tarifine doğru kaydırılan laikliğin tarihi seyrine geçelim. Şöyle ki:
Laiklik teriminin Batı’da devlet ve hukuk prensibi olarak kabul ve tatbik edilmesini hazırlıyan şartlar ve gelişmelerin kökleri, Ortaçağ’a kadar uzanır. Bilindiği gibi Batı’da içtimaî hayat ve nizam, Ortaçağ’da tamamen Katolik kilisesinin kontrolü ve otoritesi altında bulunuyordu. Siyasî ve içtimaî hayat kadar felsefe, ilmî ve sanat faaliyetleri de bu kontrolün içinde yer alıyordu.
Meselâ felsefe, Katolik kilisesinin hizmetinde idi ve vazifesi de Katolik inançlarının müdafaasını yapmak; akıl, ilim ve felsefe ile uzlaştırmaktı. Bu çalışmalardan kilisenin resmi felsefesi olan Skolastik Felsefe doğmuştur. Bu felsefenin Katolik inançlarını akıl ve ilimle uzlaştırma çabaları başarılı olamamış ve bir takım tezatlara yol açmıştır. Neticede Katolik mezhebi, inanç ve fikriyat birliğini koruyamamıştır.
Bu mezhebin inançlarının akıl, ilim ve felsefe ile bağdaşamıyacağını gören mütefekkirler, dinî inancı vicdanî bir mesele olarak kabul etmek icabettiğini müdafaa eder oldular. Kilise, Katolik inançlarının tehlikede olduğunu görerek otoritesini ve birliğini sağlamak için tahakküm ve baskı yoluna başvurmuştur. Buna karşılık Eski Yunan ve Roma medeniyetlerine ait ilmî, felsefi ve sanat eserlerinin Batı dünyasında yeniden rağbet görmesiyle tesirinin artması neticesi Rönesans ve Reform hareketleri ortaya çıkmıştır.
Rönesans mütefekkir ve sanatçıları kiliseden bağımsız yani laik bir düşünce ile hareket ederek uhrevî hayata karşı dünyevî hayatı ön plana alan, İlahî olan yerine beşerî olanı tercih eden bir dünya görüşünü işleyip geliştirmeye başlamışlardır. Kilise dışında uhrevîlikten dünyevîliğe yönelen bu akımlar yanında kilise içindeki fikir ayrılıkları, Reform hareketlerine ve mezhep ayrılıklarına yol açmış, Hristiyanlık dünyası parçalanarak Protestan, Anglikan gibi mezheplere bölünmüştür. Buna paralel olarak da devletler ve milletler Katolik kilisesine karşı istiklallerini ortaya koymuşlardır.
Batı dünyasının mezheplere ve milli devletlere bölünmesi, kilisenin baskı ve otoritesini sarsmakla birlikte, yeni ihtilaflara da yol açmıştır. Bunun neticesinde uzun süren mezhep kavgaları ve savaşları başlamıştır. Bu mücadeleler bir çok masum insanların ölümüne, ızdıraplara sebebiyet vermiştir.
Diğer taraftan, Yeniçağ’dan itibaren ilim ve teknikte ilerlemelerin hızlanması, dünyevî hayatın cazibesini arttırmıştır. Artık din dışında bir takım maddî imkânları keşfeden, maddî dünyaya hükmetmeye başlıyan ve bu sebeble kendinde bir kudret vehmederek kendine güveni artan Batı insanı, dine karşı şüpheci ve inkârcı bir tavır alır. Fransız ihtilalini hazırlıyan ve yapanların benimsedikleri esas düşünce de bu olmuştur. Kilisenin teklif ettiği dinî bir nizam yerine, beşerî bir nizam hâkim olacaktır.
Geçmişteki kilise hâkimiyeti ve onunla müttefik olan Aristokrasi’nin baskılarına ve Avrupa insanını bıktıran mezhep mücadelelerine karşı ihtilal, herkese düşünce ve inanç hürriyeti, eşitlik ve adalet vadediyordu. Bu sebeble yeni kurulan siyasî rejim, din ve siyasî otoritenin ayrılığını esas alan laiklik prensibini kabul etmiştir. Laiklik esasına göre; dünyevî hayat nizamı devlete, uhrevî hayat nizamı dine ve dinî otoriteye aittir. Devlet ve din müessesesi birbirine karşı bağımsızdır ve birbirlerinin sahasına müdahale edemez.
Laik devlet düzeni, Batı dünyasında kolaylıkla benimsendi. Çünkü dinle devlet ayrılığı aslında Hristiyanlığın kabul ettiği mevcut İncil’e ters düşmüyordu. Bu muharref İncil, “Allah’ın hakkını Allah’a, kralın hakkını krala ver” demektedir. İncil’de, dinî hayat ve ibadet şekilleri ile içtimaî hayatın hakukî nizamına ait kaideler mevcut olmadığı için, sonradan “Kilise babaları” denilen Hristiyan din büyükleri bir takım kaideler vaz’ etmişlerdir. Bunların değiştirilmesi de, Hristiyanlığın esasına bir zarar vermez. Çünkü bu kaideler İlahî değil, beşerî mahiyettedir. Bu sebeble reform hareketleri yapılabilmiştir. İhtilaf, Katolik kilisesinin otorite birliğini sağlamak gayretinden doğuyordu.
Laikliğin felsefî, siyasî ve hakukî manaları az çok farklıdır. Laikliğin felsefî manası, insanın şahsî ve içtimaî hayatı üzerinde İlahî iradenin hâkimiyetini reddetme, insan hayatına insanın kendisi tarafından, kendi akıl ve iradesi ile ve yalnız dünyevî hayatı için kaide ve nizam vaz’ etmesini esas almaktır.
Laikliğin bu manasına göre devletin dinden bağımsız olması yetmez, aynı zamanda dinini ilim, felsefe, sanat, ahlâk, eğitim ve öğretim, aile, ekonomi gibi cemiyet hayatının hiçbir sahasına müdahale ve tesir icrasına izin vermemek, dinî hayatın her türlü tezahürünü ortadan kaldırmak ve sadece kişinin vicdanında hapsetmek hatta mümkünse kişi vicdanından da silmek icabeder. Bu manada laiklik, devletin dinsizliği esas almasıyla eş manadadır.
Kökleri eski Yunan reybiye ve izafiyetçilere (şüpheci ve rölativistlere) kadar uzanan ve her şeyin ölçüsü olarak insanı alan, cemiyet ve cemiyetteki din ve ahlâk dahil bütün müesseseleri insan eseri olarak telakki eden, maddeyi ve dünyevî hayatı esas alan bu inkârcı çığır, Rönesansla beraber yeniden ortaya çıkıp gelişmeye başlar ve 19. yy. da sistemleşir.
Batı memleketlerinde bu düşünce paralelinde bir laiklik tatbikatı olmamıştır. Çünkü Fransız İhtilalinden sonra fikir ve inanç hürriyetiyle birlikte çok partili serbest seçimli demokrasi de gelişip yerleşmeye başlamıştır. Demokraside hâkimiyet millette kabul edildiği için, devlet halka rağman halkın istemediği bir prensibi, din aleyhtarı bir düşünceyi tatbik edemezdi.
Nitekim halkı temsilen seçilip gelen meclislerin hazırladıkları anayasalarında, Allah inancı ve dinin kutsallığı açıkça belirtilmiştir.
Meselâ, Batı demokrasisine örnek gösterilen ülkelerde birisi olan İngiltere’de Kral veya Kralice Anglikan Kilisesinin tabii reisidir. Hamen mer’î olan Act of Settlement’e göre “İşbu tahta cülus edecek kimse, kanunen müesses İngiliz Kilisesi mezhebine riayetkâr olacaktır.
“Yani bizim tabirimizle söylersek; laik İngiltere’de Kral veya Kraliçe siyasî makamları ve sıfatları yanında aynı zamanda Anglikan Kilisesinin halifesi durumundadırlar.
İsveç Anayasası’na göre Evanjelik Loteriyen Kilisesi, isveç’in milli kilisesidir. Bu kiliseye mensup olmıyanlar milletvekili olamaz, dinî tedrisatta vazife alamaz, resmî dinle ilgili mevzularda hâkimlik yapamaz ve memur ise mütalaa, profesör ise ders veremez.
Norveç anayasası’na göre Luteriyen Mezhebi, devletin resmî dinidir. Bu dine mensup olan halk, çocuklarını bu dinle terbiye ile mükelleftir.
Jesuitlere (Cizvitlere) karşı müsamaha yoktur. Kral daima resmî dine sadık olmaya, bu dini yaşatmaya ve korumaya mecburdur. Resmî dine mensup olmıyanlar, Devlet Kilisesine müteallik müzakere ve kararlara katılamazlar.
Danimarka’nın 1953 yılında yürürlüğe giren Anayasasının 4. maddesi: “Devletin milli kilisesi, Evanjelik Luteriyen Kilisesidir. Bu sıfatla devletten yardım görür.” Altıncı maddesine göre de Kral, resmi kiliseye sahip olmalıdır.
İtalya’nın 1848 tarihli anayasasında “Apostelik ve Romen Katolik Dini, devletin yegane dinidir” kaydı mevcuttur.
İkinci Dünya Harbi’nden sonra yapılan anayasa değişikliğinde şu hükümler konmuştur: “Devlet ve Katolik Kilisesi kendi aralarında bağımsız ve egemendirler.”
devam edecek…