Bediüzzaman Hazretlerinin
KÜRD MESELESİ
Hakkında İkaz ve Tavsiyeleri
(2)
Mart 1920 Sayı: 8273 İkdam Ceride-i Muteberesine!
Evvelki günkü gazeteler, Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni heyet-i murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir i’tilaf akd edildiğini yazarak, Kürd efkâr-ı umumiyesinden istizahatta bulunuyorlardı.
Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakar ve cesur hâdim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-yi hayat bilmiş olan Kürdler; henüz beşyüzbine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürlerle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilafı akdetmek suretiyle; salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler.
Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.. Ve yegane emelleri de; vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza olduğundan, keyfiyyatın izahına delalet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ediyoruz.
Ahmet Arif
Hizan Sadat-ı Kiramından İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık
Ulema-i Ekrad’dan Said-i Kürdî”
“KÜRDLER VE İSLÂMİYET
Sebil-ür Reşad 17 Mart 1920
Boğos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en müskit ve beliğ cevap, vilayat-ı şarkiyede Kürd aşairi rüesası tarafından çekilen telgraflardır. Kürdler camia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve Kürdlük namına söz söylemeye selahiyettar olmayan beş on kişiden ibarettir.
Kürdler, İslâmiyet nam ve şerefini i’la için beşyüzbin (500.000) kişi feda etmişler ve makam-ı Hilafete olan sadakatlerini, îsar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir.
Ma’hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince: Ermeniler Vilâyat-ı Şarkiyede ekall-i- kalil derecesinde bulundukları için; asla bir ekseriyet teminine ve ne kemiyyeten, ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu’da iddia-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar.. Maksadlarına Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşayı alet etmeyi müsait ve muvafık buldular. Bu suretle Kürd ve Ermeni davası ortada kalmayacak ve Şarkî Anadoludaki iftirak âmâli mevki-i fiile çıkmış olacaktı.
İşte, bu gaye ile o ma’hud beyanname müştereken imzalandı ve Konferansa takdim olundu. Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkar edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabie haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif oldukları isbat ediyorlar.
Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan… Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.
اَلْإِسْلاَمِ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.
Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.
İslamiyyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsur-u İslâm aleyhine olarak menfî surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler esasat-ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on kişiden ibaret!.. Hakiki Kürdler kimseyi kendilerine vekil-i müdafi’ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniyedeki mebuslar olabilir.
Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor… Kürdler, Ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ediyorlar. Eğer Kürdlerin serbesti-i inkişafını düşünmek lazım gelirse; bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i Aliye düşünür.
Hülâsa:
Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler. Seyyid Abdülkadir Efendinin beyanat-ı ma’lumesine gelince: bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla beraber, bu beyanatın tahrif edilip edilmediğini bilemiyorum.” (Asar-ı Bediiyye sh: 466-469).
İşte aşikar bir şekilde görülüyor ki Bediüzzaman Hazretleri, 1919-1920 deki Ermeni Planını ortaya çıkarmış, bazı Kürd Aydınlarını ikaz etmiş ve onları İslam Kardeşliği içinde Osmanlı Türkleri ile beraber hareket etmeye çağırmıştır.
CUMHURİYET DÖNEMİ
Bediüzzaman Hazretleri Cumhuriyetin kuruluş safhalarında Kürdlerin ayrı devlet değil, harbden sonra şekillenecek İslâmî Cumhuriyet bünyesinde birlik ve beraberlik içinde olmasını arzu etmiştir. İslami Cumhuriyet ki; iktidar ve hâkimiyeti; milliyet ve unsuriyet yahut içtimaî sınıflarda veya ruhban sınıfında değil; yalnız Allah’da kabul eder. “Hâkimiyet Allah’ındır” kaidesine istinad eden, Milletimizin Dini ve Kur’anı ile çatışmayan, Hür ve Serbest Seçimler esasına ve Şura’ya dayanan bir devlettir.
Fakat Ankara’da gitgide farklı şekilde şekilenen devlet yapısı, Bediüzzamanı o siyasi muhitlerden uzaklaştırmış ve hizmet alanını tamamen iman meselesine hasretmiştir. Zaten bu yeni yapılanmaya ne Türkün ne Kürdün ve ne de Arabın söz söyliyecek imkanı elinde kalmamıştır.
1925 de Şeyh Said hadisesi vardır ki, Emniyetin tahkikatıyla sabittir ki, Bediüzzaman Said Nursi’nin bu olayla hiçbir münasebeti bulunamamıştır. Hatta bu isyanın vuku bulmaması için de kuvvetli ikazlar yapmıştır. Zaten Şeyh Said hadisesi de Türk-Kürd kavgası değil, yeni çıkan ve dine mugayir kanunlara itiraz neticesi idi. Yoksa Kürdçülük yapmağa hamiyet-i cahiliye denilir; yani cahillikten gelen ırkçılık gibi bâtıl inanışları koruma gayretidir ki, Şeyh Said gibi Nakşibendi Tarikatı mensubu alim bir zattan bunlar beklenilmez.
Bediüzzaman Hazretleri bu tek parti istibdadı devrinde bütün kuvvetiyle iman hizmetine çalışırken zaman zaman yanında hizmet eden Türk talebelerinin hizmetlerine mani olmak, bazı zaman da tahkir maksadıyla “Kürd, Kürdçü” vs. ithamlarına maruz kalmış, bunlara gereken cevabını mektuplarında ve mahkeme müdafaalarında vermiştir.
DEMOKRATLAR DEVRİ
1950 den sonra dine ve dindarlara müsaadekar Demokrat hükümet zamanında daha genel bir yaklaşım göstererek, devlete hakim olan zihniyetin ırkçılık yapmamasını ve bütün Müslüman alemini kucaklamalarını vefatına kadar tavsiye etmiş ve menfi milliyetçiliğin zararlarını anlatmıştır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri menfi milliyetçiliğin İslâm tarihindeki zararlarını Devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a anlatır ve çarelerini de gösterir. Şöyle ki:
“Reis-i Cumhura ve Başvekile,
Size iki hakikati beyan ediyorum: ..…
Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında (Mi. 661-750) büyük bir tehlike verdiği ve Hürriyetin başında (Mi. 1908) "Kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde (Mi. 1914-1918) yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor.
Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.
Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, (24 Ocak 1955 Bağdat Paktı) inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir Dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.» (Em: 222)
IRKÇILIĞA KARŞI İKİ ÇARE
«Birinci vesilesi:
Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette Maddiyun ve Tabiiyun gibi Dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize‑i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.
İkinci vesilesi:
Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın Medresesidir diye, ben de o mübarek Medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:
Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir Darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin.
Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin.
Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir Darülfünun, hem Mektep, hem Medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. Said Nursî» (Em: 222)
Menfî milliyetçiliğin bu ülkeye zarar vermesini önlemek için en evvel Dini hayatın serbestçe yaşandığı bir Türkiye olmalıdır ve görünmelidir.
Bu meselede en mühim Din hizmeti, dinî neşriyat ve İslâm Kardeşliğini temine vesile olarak Risale-i Nurlardır. Said Nursi Hazretleri bu hakikati eserlerinde tekraren anlatır. Bu eserler bütün dünyaca hususan İslâm dünyasınca takdirle tanınmaktadır.
Irkçılığın zararlarını bertaraf etmede Said Nursi Hazretlerinin çare olarak gösterdiği ikinci vesile de, İslâm Dünyasının ortası olan Türkiye’nin Doğusunda, bütün İslâm milletlerine hitap eden, tedrisat programında Dini İlimler ve Fenlerin beraber okutulacağı bir üniversite kurulmasıdır.
DIŞ MÜDAHELE TEHLİKESİNE ÇARELER
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, memleketimizde Milliyetçiliği veya Dindarlığı esas alan Siyasîlerin dikkat etmeleri gereken hususları dört Siyasî Görüşü tahlil ettiği bir mektubunda şöyle der:
«…..Milletçilere gelince:
Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit hakikî Türkleri, Ecnebîler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir Ecnebîye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur’ân ve Vatan ve Millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum.» (Em:207)
Bu memleketin Milliyetçileri veya Dindarları ayrı ayrı Parti olsalar bile, “Ahrar” denilen Demokratlar’dan, dine dost olan kısmının iktidarda kalmaları için onlara yardım etmeleri ve Demokratların muhalifleriyle işbirliği yapmamaları ve onların aleyhlerinde bulunmamaları gerekmektedir.
Zikredilen bu şartlara riayet edilmemesi halinde diğer farklı Müslüman milletlerden olan vatandaşların dostluğunu kaybetmenin yanında, Said Nursi Hazretlerinin “asil ve masum” dediği Türk milletinin bazı Yabancı Devletlerin boyunduruğu altına girmesine sebebiyet verebilir.
ORTAK DEĞERİMİZ
Bin yıldır bu vatanda beraberce yaşamakta olduğumuz Kürd, Türk, Arab, Kafkas vs. farklı kavimleri birleştiren en güçlü ortak değerimiz İslamiyet milliyetidir.
Ancak onun etrafında birliğimizi, beraberliğimizi sağlarız. Bunun dışındaki beşeri düşünceler ve ideolojiler, ortak değer olamaz. Olsa olsa bölünmeye veya dış müdahelelere sebebiyet verebilir. Kemalizm gibi resmi ideolojiler de Kürd Kardeşlerimizi, Türklere ve sair kavimlere güçlü bir çimento gibi bağlamaz. Diğer taraftan Kürdleri de, Sol görüşlü ve İslamiyetten alakasını kesmiş kuruluşlar ve şahıslar temsil edemez.
Yukarıda aldığımız paragraflar isbat etmektedir ki, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1908 den vefat tarihi 1960’a kadar, pekçok mektup, nutuk ve Risaleleri ile Kürdlerin Türkler ve sair ırklardan Müslümanlar ile birlik ve beraberlik içinde bu topraklarda yaşamaya devam etmesi gerektiğini ders vermiştir. Irkçı ve ayrılıkçı Kürdleri yazılarıyla uyarmış ve Müslüman Türk Milletinden ve Ortak Devletimizden ayrılmamaları ve bölünüp Kafirlerin boyunduruğuna girmemeleri konusunda ikaz etmiştir.
Risale-i Nur’un derslerinin memleketimizin her köşesinde Devlet eliyle, tam mükemmelen neşredilmesi neticesinde, inşaallah, sadece Türk ve Kürd değil bütün İslam Milletleri, İslam Kardeşliği ve İslam Birliği çatısı altında tam bir tesanüd ve beraberlik ile Emniyet ve Selamet içinde Terakki edeceklerdir.
Elhasıl: İslamiyet ortak değerimizdir. Onun etrafında birlik sağlanır.
Son sözümüzü Bediüzzaman Hazretlerinin veciz ifadeleriyle tamamlarız. Şöyle ki:
“Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslâmiyyet, aklı Kur’an ve imandır.” (Münazarat-53)
“Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (Hutbe-i Şamiye-59)
“Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da; İslâm milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.” (Mektubat-439)