İstiğna Düsturu ve Esası

Risale-i Nur Mesleğinde

11.

İSTİĞNA DÜSTURU

(İktisad Düsturuna da bakınız)

Dinî hizmetlerde maddî ve manevî menfaatleri is­te­memek olan istiğna düsturu, Risale-i Nurun hizme­tinde ehemmiyetle ve ısrarla nazara verilen bir esastır.

Bediüzzaman Hazretleri bir talebesine yazdığı, fa­kat umuma bakan is­tiğna düsturu hakkındaki dersinde diyor ki:

1- «Bana bir hediye gönderdin gayet ehem­miyetli bir kai­demi bozmak istersin. Ben demiyo­rum ki: “Kardeşim ve bi­raderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmedi­ğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen onlardan daha ileri ve ru­huma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi red­dedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere redde­dilmez. Fakat bu mü­nasebetle o kaidemin sırrını söyle­yeceğim. Şöyle ki:

Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına gir­mek­tense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşak­kat çek­tiği halde kaide­sini bozmadı. Eski Said’in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’î bir istiğnâ değil, belki dört beş ciddî esbaba is­tinad eder.

Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi va­sıta-i cer et­mekle it­ham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı ma­işet yapıyorlar” deyip insafsızca­sına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ et­mekle mü­kellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler

اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ

(Yunus Sûresi, 10:72; Hûd Sûresi, 11:29; Sebe’ Sûresi, 34:47)

diyerek insanlardan is­tiğnâ göstermişler. Sûre-i Yâsin’de

اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ

(Yâsin Sûresi, 36:21) cüm­lesi, me­se­lemiz hak­kında çok mânidardır.

Üçüncüsü: Birinci Sözde beyan edildiği gibi, Allah namına ver­mek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki, ekseriya ya veren ga­fildir kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafil­dir Mün’im-i Hakikîye ait şükrü, senâyı zâhirî esbaba verir, hata eder.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir ha­zine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defi­ne­leri kapatmak istemem. Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şük­rediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine is­tina­den, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahme­tinden niyaz ediyorum.

Beşincisi: Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübe­lerle kat’î ka­naatim oldu ki, halkların malını, hu­susan zengin­lerin ve me­murların hediyelerini almaya mezun deği­lim. Bazıları bana do­kunuyor belki dokunduruluyor, ye­dirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mâ­nen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit ka­bul edemi­yorum. Halkın hediyesini kabul etmek, on­la­rın hatırını sayıp iste­mediğim vakitte onları kabul et­mek lâ­zım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem ta­sannu ve te­mellükten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassâ li­basını giy­mek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nâhoş geli­yor.

Altıncısı: Ve istiğnâ sebebinin en mühimi, mez­he­bimizce en muteber olan İbn-i Hâcer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana veri­len birşey sâlih ol­mazsan kabul etmek haramdır.”

(İbni Haceri’l-Heytemî eş-Şâfiî, Tuhfetü’l-Muhtâc li-Şerhi’l-Minhâc, 1:178.)

İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama’ yüzün­den, küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi gü­nahkâr bir biça­reyi, sâlih veya velî tasavvur ede­rek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer—hâşâ—ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet‑i gurur­dur, sa­lâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bil­mez­sem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’­mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette ye­mek demektir.» (Mektubat sh: 13)

2- «Çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi ka­bul ede­medim. Adem-i kabulün esbabı çok­tur. En mü­him bir sebep, benim kardeşlerim ve talebe­lerimle olan münasebetin samimiye­tini ve ihlâsı zede­lememek­tir. Hem iktisat, bereket ve kanaat saye­sinde, şiddetli ih­tiyacım ol­madığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihti­yarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir se­bebi anlata­cağım:

Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay ge­tirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getir­dim, beni kırma” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiya­tını ver­dim.

Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe dere­cesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk edi­yorum. Çünkü, dünyaya tenez­zül et­mez, tamah ve zillete düşmez, hakikat muka­bilinde dünya malını almaz, ta­sannua mecbur olmaz bir üstad­dan alınan ders-i haki­kat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mec­bur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kal­mış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka ve­renlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye ce­vaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe de­recesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar ver­mekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geli­yor ve vic­dansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem feda­kârsın ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfa­atime ter­cih ediyorum, gücenme. O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.» (Barla Lâhikası sh: 122)

3- «Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeple beyan eder.

اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ

âyeti ile

اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا

âyeti gibi, in­sanlardan is­tiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, müm­kün olduğu ka­dar istiğna ve kanaatle hareket etmezse hem ehl-i da­lâle­tin ithamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muha­faza edemez. Hem, salâhat ve neşr-i din gibi umûr-u uh­re­viyyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret mey­velerini dünyada fâni bir sûrette yemek demek­tir.» (Mektubat sh: 484)

4- «Ehl-i dünya bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan na­sıl geçiniyorsun? Memleketimizde tem­belce oturanları ve başkası­nın sa’yiyle geçinenleri iste­miyoruz.”

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almı­yorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşa­yan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan et­mek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl‑i dünya ev­hamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul et­me­mek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etme­mek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostları­mın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum), o pa­rayı da mânen millete iade ettik. Hem maişet-i dün­yeviye için minnet altına girmemek, bütün öm­rümde bir düstur-u hayatımdır.» (Mektubat sh: 66)

5- «Şarkî Anadolu’da medrese teşkilâtındaki hu­su­si­yetlerden birisi şudur ki: İcazet almış bir âlim, iste­diği köyde hasbeten lillâh bir medrese açar. Medrese ta­lebele­rinin ihtiyacı, iktidarı olursa medrese sahibi tara­fından, ik­tidarı yoksa halk tarafından temin edilir hoca mecca­nen ders verir, talebelerin iaşe ve levazımatını da halk deruhte ederdi. Bunların içinde yalnız Molla Said, hiç­bir suretle zekât almıyordu. Zekât ve başkası­nın eser‑i minneti olan bir parayı kat’iyen kabul etmi­yordu. (Haşiye)» (Tarihçe-i Hayat sh: 31)

(Haşiye) Zekât ve sadaka ve mukabilsiz hiç birşey almadığının sebep ve hikmeti, Risale-i Nur’dan İkinci Mektup ve sair risalelerde beyan edilmiştir. Evet, Molla Said’in istikbalde Risale-i Nur’la göreceği hiz­met-i imaniyeyi kemâl-i ihlâsla ifası ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için “uhrevî hizmetin mukabilinde hiç bir şey talep etmemek” olan kudsî düsturun icmâlî bir fihristesi, daha küçük yaşında iken rahmet-i İlâ­hiye tarafından ruhunda yerleştirilmişti. (Bediüzzaman Tarihçe-i Hayatı)

6- «Vasiyetnamenin bir zeyli

Eşref Edib’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otu­zuncu sayfasın­daki Said’in hususiyetlerinden altı nü­munesin­den yedinci nümu­nesi ki, mukabelesiz hedi­yeyi ömründe ka­bul etmemek, kanaat ve iktisada isti­naden, şiddet-i fak­riyle beraber, altmış yetmiş sene ev­velki kendi tale­beleri­nin tayınatını da kendisi verdiği acip vaziyetin şimdiki bir misâli ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye, vasiyet­name­nin âhirinde bunu yazma­nın zamanı geldi.

Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, yasak ol­mayan daktilo ma­kinesiyle intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile, şimdi mânevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilâyetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan feda­kâr Nur ta­lebelerinin tayınatına acip bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldük­ten sonra da o hâlis, fedakâr kar­deşlerime vasiyet ediyo­rum ki, altmış yet­miş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşaallah Risale-i Nur’un tab’ serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.

Medâr-ı hayrettir ki, o eski zamanda evkaftan beş talebenin tayınatını Van’da Eski Said kabul etmiş, o az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çık­tığı halde kendi talebelerinin tayı­natını kendisi veri­yordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini boz­madı. O zaman meşhur Tâhir Paşa gibi çok yar­dımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının, bir işaret-i gaybiye ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğna­nın bir meyvesi inâyet-i İlâhiye ile ihsan edildi ki, o kadar mahke­meler ve yasaklar ve müsadereler ve eski hu­rufla izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vi­lâyet vü­s’atindeki mânevî Medresetü’z-Zehranın feda­kâr talebe­lerinin tayınatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 216)

7- «Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta mu­hafaza etmiş ki asla kimseye arz-ı iftikar et­memek, ha­yatının en mühim bir düsturu ol­muş­tur. Dünya kendile­rine teveccüh etmişse de, on­dan yüz çevirmiş olan Üstadımız, emr-i maaşta Cenab-ı Hakkın inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder sa­daka, zekât ve he­diyeleri almaz. Yakinen biliyo­ruz ki, Kastamonu’da bu­lundukları zaman, oturdukları evin îcarını ver­mek için yorganını sattılar da, yine hiç­bir su­retle hediye kabul et­mediler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)

Hazret-i Üstad anlatıyor:

8- «Benimle beraber Burdur’a nefyedilen reisler­den bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşme­mekli­ğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok ça­lıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek az­dır. Fakat ikti­sadım var, kanaate alışmışım. Ben siz­den daha zen­ginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dik­kattir ki, iki sene sonra, bana zekât­larını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlar­dan yedi sene sonra, o az para, ikti­sat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu dök­türmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düs­turu olan “nâstan is­tiğnâ” mes­leğini bozmadı.» (Lem’alar sh: 141)

9- «Bediüzzaman, küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye ka­bul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memle­ketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ih­tiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu sek­sen senelik is­tiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir, ver­mese do­kunur.

Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden bi­risi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imânı kurtaran on el varsa, şimdi bire in­miş. İmânsızlığa sevk eden se­bepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte, böyle bir za­manda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imâ­niyemi hiçbir şeye âlet et­meye­ceğim” der.

Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hiz­metini görse, mukabilinde bir ücret, bir te­berrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna git­mez.» (Sözler sh: 760)

Bediüzzaman Hazretlerinin hükümetin verdiği maddî yar­dım için cevabı:

10- «Aziz sıddık kardeşlerim,

Şimdi bir emrivaki karşısında bulunuyorum. Benim iaşem için her gün iki buçuk banknot, hem yeni­den benim için bir hane—mobilyasıyla beraber ve istedi­ğim tarzda—yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli-altmış senelik bir düstur-u hayatım bunu kabul etmemek iktiza eder. Gerçi Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede bir iki sene maaşı kabul ettim, fakat o parayı kitapları­mın tab’ına sarf ederek ve ekserini meccânen millete verip, mil­le­tin malını yine mil­lete iade ettim.

Şimdi eğer mecbur olsam ve size ve Risale-i Nur’a zarar gel­memek için kabul etsem, yine ileride millete iade etmek üzere saklayacağım. Zaruret-i kat­’iye derecesinde, kendime yalnız az bir parça sarf edeceğim. İşittim ki, eğer reddetsem, onlar, husu­san lehimde iaşem için çalışan­lar gücenecekler. Ve aleyhimde olanlar diyecekler: “Bu adam başka yerden iaşe edili­yor.” O bedbahtlar, iktisadın hârikulâde bereke­tini bilmiyorlar ve iki günde beş kuruş­luk ekmek bana kâfi geldiğini görmemişler ki, bütün bü­tün asılsız bir evhama kapılıyorlar.

Eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücene­cek ve bu zamandan haber verip tama’ ve maaş yüzün­den bid’alara gi­ren ve ihlâsı kaybeden âlim­leri to­katlayan İmam-ı Ali Radıyallahu Anh dahi ben­den kü­secek ihtimali var ve Risale-i Nur’un hakiki ve sâfi olan ihlâsı beni de ih­lâssızlıkla itham etmek ciheti var. Ben, hakikaten tahay­yürde kaldım.

Ben işittim ki, eğer kabul etmesem, beni daha zi­yade sıkacak­lar ve belki Risale-i Nur’un tam serbestiye­tine ilişe­cekler. Hattâ şimdiki tazyikleri, beni o iaşe tek­liflerine mecbur etmek içinmiş. Madem hâl böyledir

اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ

kaidesiyle, zaruret dere­ce­sinde olsa, inşaallah zarar vermez. Fakat ben reddettim reyi­nize ha­vale ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 24)

11- «Ben işittim ki, benim iaşeme ve istirahatime bu­radaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların in­sa­niyetine teşekkürle beraber, derim:

En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız ev­ham yüzünden, em­salsiz bir tarzda hürriyetimin kayıt­lar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede ziyade meşak­kat ise ziyade sevaba sebep ol­ması bana sabır ve taham­mül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hak­kımda zulmü istemiyorlar, en evvel be­nim meşru da­iredeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ek­meksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.

Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şid­detli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmi­yesini muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etme­yen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediye­leri kabul etmeyen bir adam, el­bette iaşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 18)

12- «Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etme­di­ğim gibi, öyle yardımlara da vesile olama­dığımdan, kendi elbi­semi ve lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, ya­zan kardeşlerim­den satın alıyorum. Tâ Risale-i Nurun ihlâsına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar verme­sin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye âlet edilme­sin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)

13- «Safranbolu, Eflâni Nahiyesi Mülâyim Köyünde mütekait muallim bir kardeşimiz ve Nurun has şakirdi, Nurların neşri ve tab’ı için âdetâ sermayesinin kısm-ı âzamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben, bu hâlis ve has karde­şimizin fedakârâne ve hâlisane rica­sını reddede­miyo­rum. Ve dünya malları kaide-i şahsi­yeme girme­diği ve muavenet­leri kendime kabul etmedi­ğim için, bu işteki maslahatı da bilemi­yorum. İki Isparta’nın kah­ra­manlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve ar­ka­daşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale edi­yorum. Nurun neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mâni olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği mik­tarı, veyahut bir kısmını, iki hisse ile, biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine veril­sin. Onun istediği gibi, ya teberru veya ileride başka muave­net edenler gibi bir mukabele nev’inde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek su­retiyle o has kardeşimizi memnun edersi­niz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 182)

Bu mektubda dikkati çeken ehemmiyetli noktalar var: Evvela, muaveneti yapmak isteyen hâlis bir Nur şakirdidir. Saniyen, yapılmak istenen yardım he­men kabul görmüyor, ancak hayra mani olmak endişesiyle reddedilmiyor. Salisen, yapılmak istenen yardımın bir kısmının alınması teklifi geti­riliyor. Çünkü hissî bir heyecan anında böyle büyük bir yar­dım yapılmak is­tenmiş olabilir. Rabian, bu yardım bir borç şeklinde olması veya karşılığında kitab verilmesi gibi şıklar or­taya konulup muavene­tin, ihlas ve samimiyetinin tam te­barüzüne çalı­şılmaktadır. Bütün bu tekliflere rağmen mu­avenette yine ısrar gösteriliyorsa, o za­man tam bir gönül ra­hatlığı mevzubahis demektir.

14- «Bu gece hiç görmediğim bir itab, bir tâzip su­re­tinde mâ­nevî bir şiddetli ihtar ile denildi ki:

“Dünyaya, zevke, keyfe tenezzül etmemekle Nurlardaki ihlâs ve istiğnâyı muhafazaya mükel­leftin. Ve bu asırda

يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ

(İbrahim Sûresi, 14:3) sırrıyla dünyayı dine tercih etmek ve bilerek elması şişeye teb­dil etmek olan hasta­lığa, Nur vasıtasıyla ça­lış­maya vazifedardın. Yüz tecrü­benizle de anladın ki, insan­ların hediyeleri, ihsanları, yar­dımları, sana doku­nuyor, hattâ seni hasta ediyor. Hergün eserini, tec­rübe­sini görüyorsun. Senin en zi­yade itimad ettiğin ve Risale-i Nur’un fedakâr kahramanlarının yüzle­rini Risale-i Nur’un hizmetinden ziyade kendi istirahatine çevirmeye sebebiyet verdin, ilââhir…” diye daha mânen çok söyle­nildi diye beni tam tekdir etti. Hattâ şimdi bir mânevî tokattan dahi korkuyorum. Bu hâdisenin çare-i yegânesi, bu otomobili alan sizler ilân edeceksi­niz ki, “Bu kardeşimiz Said, bunu ka­bul ede­medi, mânevî, deh­şetli bir zarar hissetti.”» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 231)

15- «Üstadımız gençliğinde bu kadar muhtaç de­ğildi. Tek ba­şına yaşadığı zamanlar pek az bir masraf kendisine kâfi idi. Şimdi pek çok talebelerine tayın ver­diği ve birkaç hastalıkla hasta bulun­duğu bir zamanda, o istiğna düstu­runun muhafazası için, rahmet-i İlâhiye onu mukabilsiz hediyelerden hasta ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 228)

16- «

وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلَّهِ مُخْلِصًا * تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتِى

İlm-i cifirle mânâsı:

“Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadiri ol, ihlâs-ı tâmmı kazan, fakrınla beraber maişetini dü­şünme, nâstan min­net alma ismin ‘Said’ olduğu gibi maişette de mes’ud ola­caksın. Muhabbetimde sâdık olduğundan ve ihlâsa çalıştı­ğından, Hulûsi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sâdık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müş­tak talebe­ler size verilmiş.”» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 152)

Bediüzzaman Hazretleri mezkûr istiğna düsturuna it­tiba et­meyi talebeleri için de ister ve der ki:

17- «Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sa­yede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mek­teb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca ta­lebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede on­lar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mâ­nevî herşeyden fe­rağat mesleğimden ayrılma­yacak­lardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalı­şacaklardır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 80)

18- «Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlâhî için ça­lıştırırdı. Hattâ çok zamanlar talebelerini kendi iaşe ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 48)

19- «Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalka­vuk­ları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan ta­mah yüzünden yakalasalar, ge­çen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşinizi nü­mune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle te­min ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin haya­tınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size veri­len o gayr-ı meşru para, sizden, ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazi­neyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluk­tur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.» (Mektubat sh: 418)

İstiğnayı bozacak olan sebeblerden kaçmak:

20- «Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zede­ler. Hem o maddî menfa­ati de kaçırır.

Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima besle­miş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sâdıkane olan hizmet­lerine bir cihette iştirak etmek niye­tiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedari­kiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muave­net ve menfaat istenil­mez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, li­san-ı hal ile dahi is­tenilmez. Belki ummadığı bir halde ve­ri­lir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem

وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَاتٖى ثَمَنًا قَلٖيلًا

(Bakara Sûresi, 2:41) âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.

İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kal­mak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o men­faati başkasına kaptır­mamak için, hakikî bir kardeşine ve o hu­susî hizmette arakada­şına karşı bir rekabet da­marı uyan­dırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder.» (Lem’alar sh: 164)

21- «Derd-i maişet zaruretine karşı, iktisat ve ka­na­atle mu­kabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünye­viye, çok ehl-i hakikati, ehl-i tarikatı dahi bir nevi reka­bete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakird­leri içinde şim­diye kadar bu cihet onları zede­lememiş. İnşaallah yine ze­delemez. Fakat herkes bir ahlâkta ola­maz. Bazıları meşru dairede rahatını istese de, itiraz edilmemeli. Zarurete dü­şen bir şakird zekâtı ka­bul edebilir. Risale-i Nur’un hiz­metine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışan­lara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur’a bir nevi hiz­mettir.

Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tamah ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa, ehl-i dalâlet ki, hırs ve tamah yolunda dinini feda etmiş onlar naza­rında kıyas-ı binnefs cihetiyle, “Risale-i Nur’un bir kı­sım şakirdleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar” diye çirkin bir ithamla taar­ruzlarına meydan açar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)

22- «Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddi­yeye ehemmi­yet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî ik­tisat ve kanaatle ve faki­rü’l-hal olmalarıyla beraber, sa­bır ve in­sanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i da­lâlete karşı mağ­lûp ol­mamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet et­mekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsi­yeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye fayda­larından çekiniyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)

23- «Sahabelerin senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan îsâr has­letini kendine rehber etmek, yani, hediye ve sa­dakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabi­linde gelen men­faat-i maddi­yeyi istemeden ve kalben ta­lep et­meden, sırf bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet‑i dini­yenin mu­kabilinde de alma­maktır. Çünkü, hizmet-i di­ni­yenin mu­kabilinde dünyada birşey istenilme­meli ki, ih­lâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet on­ların maişetlerini temin etsin. Hem ze­kâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki veri­lir. Verildiği vakit de “Hizmetimin üc­retidir” de­nilmez. Mümkün olduğu ka­dar kanaatkâ­râne, başka ehil ve daha müstehak olanla­rın nefsini kendi nefsine tercih etmek,

وَيُؤْثِرُونَ عَلٰى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ

(Haşir Sûresi, 59:9) sır­rına maz­hariyetle, bu müthiş tehlikeden kurtulup ih­lâsı kazanabilir.» (Lem’alar sh: 150)

24- «Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan is­tiğnâ et­mek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)

İşte pek çok ders ve ikazları ihtiva eden ve kısmen alı­nan bu parçalarda sarahatla nazara verilen istiğna düsturu, Risale-i Nurda te’vil kaldırmaz bir esastır. Bilhassa Risale-i Nurun hizmet ehli, bu dersin birinci muhatabıdır.

Risale-i Nur Külliyatı müvacehesinde istiğna düsturu­nun esas mahiyeti ehl-i hizmetin maddî yardım istememe­sinden ve ehl-i himmetin de, emr-i İlâhiyi ve vazife-i diniye­sini ifa etmesin­den ve hizmet-i diniyeye hissedar olmanın ehemmiyetini anlaya­rak yardım etme­sinden iba­rettir.

Bir elyazma Emirdağ Lâhikasındaki, Hazret-i Üstadın ifade­siyle:

“… İhlâs zararına ver dememek belki istemeden ve­rilse ve kabulü rica edilmek şartıyla alınmaktır.”

Cümlesi, en öz bir tariftir.

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …