İSLÂM VE DEMOKRASİ
Demokrasi, kendi anayapısını teşkil eden esaslarına ters düşmeyen her şekle ve anlayışlara açık bir sistemdir. Yani halk çoğunluğunun tercih ettiği sistem ve anlayışa göre şekillenir. Halk çoğunluğunun tercihi değiştikçe esaslarını muhafaza etmek şartiyle o da değişir.
Nazariyatta bilinen bu mütehavvil demokrasi, tatbikatta görülen demokrasiden maalesef farklıdır. Nazariyattaki demokrasi, halk egemenliğini gerçekleştiren,
• hür seçim,
• hukukun hakimiyeti,
• kanun karşısında müsavat,
• din ve vicdan hürriyetleri,
• fikir, kelam ve neşir hürriyetleri
gibi temel yapıya dayanır ki bu esaslar demokrasinin anayapısıdır ve değişemez ve değiştirilemez.
Tatbikatta ise, çok kere kitablarda kalan demokrasi esaslarının zıtları hükmeder. Dolambaçlı yollarla demokrasi adına ideolojik ve şahsî garazların mücadelesi, cemiyet ve siyaseti çıkmazlara sokar.
Mezkür demokrasinin en çok dikkat çeken bir hususiyeti vahye, yani dine dayanmak veya dayanmamak mecburiyetinin olmamasıdır. Evet, demokrasi mücerred asliyetiyle renksizdir. Yani, tatbikat öncesinde (esaslarının dışında) hususiyetler taşımaz.
Halbuki İslâmiyet siyasi iktidar sahibi değilken de prensip ve itikadî cihetiyle vahye dayanan inancı esas alır. İslâm, vahyin tebliğini ve hâkimiyetini yani bütün kainata hâkim olan Allah’ın gönderdiği ahkâmın, beşerin şahsî ve İçtimaî hayatına hükmetmesini ve tebliğ yoluyla bu hâkimiyete zemin hazırlanmasını ister.
Demokratik iktidar ise vahyi esas almayan bir topluluğa dayanıyorsa, kendini iktidara getiren bu topluluğu temsil ederek dine dayanmaz. Zira demokrasinin temel prensiplerinden biri halk hakimiyetidir. Eğer cemiyette çoğunluk olarak vahyi esas alan yani dine bağlı bir topluluk mevcutsa, iktidar da bu topluluğun temsilcisi olarak dine dayanan bir iktidar olur.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususu hatırlatır mânâda diyor ki;
«Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zira Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet’ten başka bir şey değildir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 93)
İşte Bediüzzaman Hazretleri bu ifadesiyle bir cemiyetin ekseriyeti müslümansa, İslâm iktidarının yani, İslâm Cumhuriyetinin hâkimiyeti, kaçınılmaz bir netice olacağını hatırlatır.
Tatbikatta görülen demokrasi adı altındaki siyasî iktidarlar, imkân buldukça antidemokratik ve dolambaçlı yollara başvurarak ve hür rejimin esaslarını ihlal ederek, muhalefet partilerine ve bilhassa İslâmiyete ve müslümanlara tasallut ederler. Maalesef ki bu tasallut, asrın siyaset dünyasında bir nev’i maharet addedilir olmuştur.
Oysa İslâm iktidarı, tecavüz etmeyen gayr-ı müslim bir topluluğa dahi tasallut etmez, sadece tebliğde bulunur. Çünkü tebliğ, hür rejimlerin reddedemeyeceği en meşru bir yoldur. Hür rejimlerde fikir ve söz hürriyetine ve tebliğe engel olunamaz. Aksi halde hür rejimin en mühim esaslarından olan din, vicdan, fikir ,söz ve neşir hürriyetleri çiğnenmiş olur.
Şu halde hür rejimin temel prensiplerinden birisi olan çoğunluk hakimiyeti prensibi, bir İslâm cemiyetinde halkın kendisini Allah’ın emirlerine uygun olarak idare etmek istemesi şeklinde ortaya çıkar. Çünkü İslâmiyete bağlı bir milletin, bilerek, Allah’ın insan hayatındaki hakimiyetinin tahakkukunu sağlayan kanunların ilgasını isteyeceği düşünülemez.
Şu halde İslâm cemiyetinde demokrasi, bir İslâm Cumhuriyeti olarak ortaya çıkar.
Yoksa millet çoğunluğunu teşkil eden müslüman halkın, bilgi yetersizliğini istismar ederek girişilen aldatıcı propagandalarla, dolambaçlı ve maksatlı yapılan seçim sistemleriyle ve aşırı müstebit bir dogmatizm mânâsını taşıyan bir kısım prensiplere peşinen uyma mecburiyeti getiren kayıtlar yoluyla iktidar olmak, emsalsiz bir antidemokratik hareket olur. Bu yollarla ele geçirilen iktidar da gayr-ı meşru olup vahşet mânâsını taşır.
DEMOKRASİNİN ESASLARI
1- Halk çoğunluğunun hakimiyetini sağlayan âdil ve serbest seçim,
2- Fert veya zümre hakimiyetini kaldıran hukuk devleti olma prensibi,
3- Fikir ve söz hürriyeti, yani düşünce ve inancını tebliğ, tedris ve neşir hürriyetleri; zira söz ve yazı ile ifade edilemeyen insanın inanç ve düşünceleri için hürriyet ve serbestlik kaidesinin varlığından bahsetmek gereksiz ve mantıksızdır,
4- Din ve vicdan hürriyetleri gibi esaslardır.
Bu esaslarla beraber; insanlığın lâzımı olan aile müessesesi ve iktisadi hayatın temeli olan hür teşebbüs ve mülkiyet hakkı prensipleri de medeniyet dünyasında değişmez esaslardan olmalıdır.
Bu esasları İslâmiyet en mükemmel şekliyle 1400 sene önce getirmiş olduğunu insaflı Avrupa fikir adamları dahi itiraf etmişlerdir.
Ezcümle, «Külliyet-ül Hukuk Kongresi»nin cem’iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demiş ki:
«Ben itikad ediyorum ki: Muhammed’in misli, yani sîretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müşkilâtını halledip, bu yeni karmakarışık âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husulüne sebeb olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedid ihtiyacı var olduğunu herkes anlar! » (Mektubat sh: 215)
«Bugünkü medenî cem’iyetler, Kur’anın yüksek hakikatlerini, yüksek terakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikatı meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti: «Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır.» (Nur Çeşmesi sh: 184)
HÜRRİYETLERİN SINIRI VE ŞEAİRİN KORUNMASI
Yukarıda bahsedilen prensipler ve hürriyetlerin şekil ve hudutlarının tayininde beşerî ve semavî ölçülere göre farklılıklar vardır.
Bu farklılığın en ciddi ciheti şudur ki: Prensip ve kanunlar, hak ve adaleti, iyiyi ve faydalıyı koruyan; batılı, zulmü, şer ve zararı durduran mahiyette olmaları umumî bir kaidedir. Fakat iyinin ve kötünün tayininde semavî ve beşerî nokta-i nazar ve kıstaslardan hangisi tercih edilecek?
Bu hususta, demokrasiye göre, cemiyet dine bağlı değilse beşerî anlayış, cemiyet dindar ise, semavî kıstaslar hükmedecektir.
Mesela bir İslâm cemiyetinde İslâm hukuku; milli ahlakı bozan ve manevî hukuka ve değerlere zarar veren durumları önler. Sosyal hayatın tesiri inkâr edilemez. Mesela açık saçık gezmek hürriyeti isteyen bir kadın, bu haliyle müslümanların manevî hayatına ve en kudsî varlığı olan uhrevi saadetine zarar verip manevî hayatına ve hukukuna tecavüz ediyor. Hatta böyle serbestlikler, bir İslâm cemiyetinin bozulmasına, hatta anarşiye kadar yol açabilir.
Beşerî nokta-i nazar ise, böyle manevî zararın varlığını düşünmüyor. O halde müslüman ekseriyetine istinaden kurulan bir İslâm devletinde, bu ve buna benzer manevî zararların önlenmesi lazımdır.
Evet, İslâmî şeair tatbik edilip bu şeaire zıd olan bid’atlar önlenmelidir.
Bediüzzaman Hazretleri ilk kurulan Cumhuriyet Meclisine hitaben yazdığı ve mebuslara ve kumandanlara dağıttığı on maddelik beyannamesinde bu hususu ehemmiyetle nazara veren ifadelerinden bazıları aynen şöyledir:
«Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz. Muhabbet ve teveccühünü kazandınız; lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 139)
«Madem Şarkı intibaha getirdiniz.. fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen-mensurâ gider veya sathî kalır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 140)
«İslâmiyet, metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâubaliyane, Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârâne sinesinde yer tutamaz. Demek Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvari bir iş görmek; İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir; başka olamaz, hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.» (Tarihçe-i Hayat sh: 141)
«Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, manâ-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisâl etmek ve ettirmekle manâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç; fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan, şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye, mânâ-yı hilâfeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lâfza verecek; ve o mânâyı idame etmek için, kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise,
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا
Âyetine zıddır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 142) (Al-i İmran, 3:103)
«Bilirsiniz ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise, düşmanı tevkif etmez, teşçi eder.» (Tarihçe-i Hayat sh: 142)
Yukarıda anlatılan millî ahlak ve vicdanı bozan yaşayış şekline yapılan bu şer’i müdahale, halk ekseriyetine dayanan hür rejiminde icabıdır. Her iki tarafın isteğini icra etmek mümkün değildir. Bu gibi meselelerde azınlığın isteğini yapmak, ekseriyetin hakkını ve iradesini ilga etmek demektir. Bu da İslâm’a zıt olduğu gibi aynı zamanda antidemokratiktir.
Bir cemiyet içinde azınlıkta olanlar, başkalarına zarar vermeyecekleri sahalarda serbest olabilirler, gayr-ı müslimler, başkasına zarar vermeyen ve vicdan hürriyeti içinde yerini alan fikir ve inançlarında serbest ve hürdürler. Bir müslüman azınlığın da gayr-ı müslim bir devlete aynı hak ve hürriyetleri vardır. Yukarıda bahsi geçen uygulamayı hür rejime aykırı görmek, ekseriyete rağmen azınlığı hâkim kılmayı istemek demektir.
LÂİKLİKLE DEMOKRASİ BAĞDAŞIR MI?
İslâm hukukunun mer’iyetten kaldırmak esasına dayanan lâiklikle, halk ekseriyetine istinad eden cumhuriyet; büyük çoğunluğu müslüman olan bir milletin kuracağı devlet bünyesinde cem’ olamaz, birbirini nakzeder. Zira lâikliğin benimsenmesiyle iman birleşmiyor. Bu hüküm dinde kesindir. (İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 2196. Parağrafına bakınız)
Allah’ın sonsuz ilminden gelen dindeki zarurî hükümler, sabit olup beşerî müdaheleleri kaldırmaz. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Kur’anın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.» (Sözler sh: 408)
Şeri’atı inkâr etmek, kâinat hakikatlarını ve onda keşfolunan fıtrat kanunlarını, yani müsbet fen ve ilimleri inkâr etmek manasını taşır. Kâinatı, hikmetinin iktizası üzere yaratıp tanzim eden Zâtın gönderdiği şeri’at, insanı fıtrat kanunlarına uygun istikamet ve selâmet yoluna sevk eder. Şeri’atı, dinlemeyip muhalefet edenler ise, fıtrat kanunlarına ters düşerler.
Bu hakikatı en güzel tarif eden Bediüzzaman Hz., Muhammed (a.s.m.)’ın getirdiği şeri’at hakkında diyor ki:
«O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz Kelâm-ı Ezelî’den ayrıldık, nev’-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev’-i beşer dünyadan kat’-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev’-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.» (İşarat-ül İ’caz sh: 114)
NETİCE
Çok az bir miktar nakledilen mezkûr parçalardan anlaşılıyor ki; İslâmiyetin getirdiği hakiki hürriyet, insanlığı huzura kavuşturacak ve ona yakışır hakiki kemalatı kazandıracaktır. Hem İslâmiyet vahşi olmayan bütün milletleri umumi bir sulh dairesinde yaşatabilecektir.