Doğru ve ilmî nokta-i nazar sahibi olmayan, yani hâdise ve neticeleri esas sebeblerine göre değerlendiremiyenler, günün müslümanlarına bakıp onlardaki gayr-i İslâmi anlayış ve yaşayışlarını İslâmiyetten geldiğini tevehhüm edip büyük hataya düştüklerini anlatan Bediüzzaman Hazretleri, ekser müslüman kitleye hitaben ve bağrıyanık ifadelerle diyor ki:
“Şu fakir, garib Nursî ki, Bid’atü’z-zaman lâkabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan Bediüzzaman ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, ah!. ah!.. ah!.. vâ esefâ der ki: İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve sû’-i fehm ve sû’-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.
Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyatı usûlüne ve hikâyatı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir.” (Muhakemat:9)
Evet Hz. Bediüzzamanın bu açık ve vakıaya mutabık beyanlarına dikkat eden anlar ki:İslâmiyetten uzaklaşma gerileyişin sebebidir.
Yine Bediüzzaman Hazretleri devamla, İslâmiyetin fenlerin hükümleriyle çatışması imkânsız olduğu gibi hem de reisi olduğunu ifade ederken diyor:
“Evet en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû’-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir.
Feya lil’aceb!… Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. Fakat vâ esefâ bu sû’-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye’si ilka edip bâb-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler.
Ezcümle: Küreviyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı mes’eleye münafî zannettiklerinden, bu bedihî mes’elede mükâbere etmekten çekinmediler.
Ey benim şu kitabıma im’an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu kitabla istediğim hizmet budur: İslâmiyette olan tarîk-ı müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a’da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarîk-ı müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.” (Muhakemat:10)
Yine Bediüzzaman’ın şu beyanı da bu mes’eleyi te’yid eder:
“Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise terakki etmiş, ne vakit dinde za’f göstermiş ise tedenni etmiştir. Başka dinde bilakis kuvveti zamanında vahşet, za’fı zamanında temeddün hasıl olmuştur.
Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkın hissiyatına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.” (Sünuhat Tuluât İşârât:31)
“Biliniz! Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikata en doğru şahiddir. İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ Rus’u mağlub eden Japon başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:
Hakikat-ı İslâmiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-ı İslâmiye’de za’fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir. Yani salabet ve taassublarının za’fiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salabet ve taassublarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.” (Hutbe-i Şâmiye:22)
Evet, “….ne vakit ehl-i İslâm, dine ciddî sahib olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahid, Avrupa’nın en büyük üstadı, Endülüs Devlet-i İslâmiyesidir.” Mektubat:325
“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.” (Hutbe-i Şâmiye:24)
İslâmiyetin maddî ve manevî terakkiyat ve kemalâtı ta’lim edip ders verdiğini, şimdiki müslümanlardan değil, İslâmiyetin asıl kaynağı olan Kur’andan tahkik edip gören bazı fikir adamlarının ve münsif feylesofların tesbitlerindeki isabet sebebi, hakikatı insandan değil, esas kaynağından aramalarıdır.
Bu İlim adamlarının tesbitlerinden birkaç nümune şöyledir:
“Birincisi: Ondokuzuncu Asr’ın ve Amerika Kıt’asının en meşhur feylesofu Mister Karlayl, en yüksek sadâsıyla çekinmeyerek feylesoflara ve Hristiyan âlimlerine neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış:
"İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak, İslâmiyetin hakkı imiş. Çünki sair dinler -fakat Kur’an’ın tasdikine mazhar olmayan kısmı- hiç hükmündedir."
Hem Mister Karlayl yine diyor: "En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı, Muhammed’in (A.S.M.) sözüdür. Çünki hakikî söz onun sözleridir." Hem yine de diyor ki:
"Eğer hakikat-ı İslâmiyette şübhe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat’iyyede iştibah edersin. Çünki en bedihî ve zarurî bir hakikat ise, İslâmiyettir."
İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik yerde yazmış.
İkinci Misal: Avrupa’nın asr-ı âhirde en meşhur bir feylesofu Prens Bismark diyor ki:
"Ben bütün Kütüb-ü Semaviyeyi tedkik ettim. Tahrif olmalarına binaen beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur’anını umum kütüblerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur.
Böyle bir eser beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani Kur’an Allah kelâmı olduğu bedihîdir."
İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki:
Avrupa ve Amerika, İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasılki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.” (Hutbe-i Şâmiye: 30)
“Evet meşhurdur ki: "En kat’î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin." (Hutbe-i Şâmiye:30)
Evet, Kur’an Allah’ın kâinatta koyduğu yaradılış kanunlarına mutabık bir yoldan yürüyor. Çünkü her ikisinin de sahibi Allah’dır.
Evet Allah, gönderdiği şeriatın hükümleriyle insanları, kâinatta koyduğu fıtrat kanunlarına muvafık yolda yürütür. Çünkü her ikisinin de menşei birdir ve sahibi tekdir. Bu ince manayı zarara veren Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer.” (Lem’alar:170)
“Keza: İnsan santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kâinattaki nevamis-i İlahiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh insanın o kanunlara intisab ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lâzımdır ki, umumî cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı âlemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da ancak, o emir ve nevahiden ibaret olan ibadetle olur.” (İşârât-ül İ’caz:85)
İbadet ise, Allah’ın bütün emir ve yasaklarına uymayı ifade eder.
“Keza: Kim tevfik isterse, âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile aşinalık etmek ve dostluk etmek gerektir. Yoksa, fıtrat tevfiksizlikle bir cevab-ı red verecektir. Cereyan-ı umumî ise, muhalif harekette bulunanları adem-âbâd hiçahiçe atacaktır. İşte buna binaen temaşa et. Göreceksin ki: Hilkatte cari olan kavanin-i amîka-i dakîka -ki, hurdebîn-i akıl ile görülmez- hakaik-i şeriat ne derecede müraat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin müvazenesini muhafaza etmiştir. Evet şu a’sar-ı tavîlede şu müsademat-ı azîme içinde hakaikını muhafaza, belki daha ziyade inkişafa getirdiğinden gösterir ki; Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerine müessestir.” (Muhakemat: 152)
“Ve keza heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh o cereyanlarda, tevfik-i İlahînin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.
“Evet Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.” (İşarat-ül İ’caz:110)
Bilhassa milleti, yani ictimaiyatı sırat-ı müstakîme uygun idare etmeleri gereken ve evliya-i umur olan siyasîlerin, Kur’andan gelen ve yukarıda kısmen nazara verilen ve ikisi de aynı mahiyette olan teşri’î ve tekvinî kanunların hakikatını iyi anlayıp ictimaiyatta bu esaslara mutabık icraat yapmaları ile ferdî ve ictimaî tekâmülata vesile olunacağı sırrına dikkat çeken Hz.Bediüzzaman diyor ki:
“Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.” (Hutbe-i Şâmiye:85)
Yani İslâm dünyasını helâket ve felâketlere düşürürsünüz. Evet, tekvinî ve teşri’î kanunlar, İlâhî yardımı ifade eden tevfik-ı İlâhînin tecellisidir.
Bu sırrı bir derece anlayan bazı fikir adamlarından Lövazon diyor k:
“Kur’an ile kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk vardır.
Yeni keşfiyatın veyahud ilm ü irfanın yardımıyla hallolunan yahud halline uğraşılan mesail arasında bir mes’ele yoktur ki; İslâmiyetin esasatıyla taâruz etsin. Bizim, Hristiyanlığı kavanin-i tabiiye ile te’lif için sarfettiğimiz mesaîye mukabil, Kur’an-ı Kerim ve Kur’anın talimiyle kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk görülmektedir. Kur’an, her hürmete şâyan olan eserdir. Levazaune (Lövazon)” İ:217
“Müslümanlık, dünyanın kıvamı olan bir dindir; cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir
Fransa’nın en maruf müsteşriklerinden Gaston Care (Gaston Kar), 1913 senesinde Figaro Gazetesi’nde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa, müsalemetin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler Şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteşriki diyor ki:
"Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine nazaran, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur’an, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir. O kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizacından vücud bulduğunu söyleyebiliriz. Filhakika bu âli din; Avrupa’ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyetin bu faikiyetini teslim ederek, ona medyun olduğumuz şükranı tanımıyorsak da, hakikatın bu merkezde olduğunda şekk ve şübhe yoktur."
Fransız muharriri, daha sonra Kur’anın umumî müsalemeti muhafaza hususundaki hizmetini bahis mevzuu ederek diyor ki:
İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hâyır.. buna imkân yoktur! Gaston Care” İ:221
AVRUPANIN MADDÎ TERAKKİSİNİ ALMAK
“Biz Millet-i Osmaniye erkeğiz.
Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh aldanmayalım. خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kaidesini düstur-ul amel yapalım. Şöyle ki:
Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.
Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebilerde mehasin-i medeniye-i kesîresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû’-i tali’ cihetiyle ve sû’-i intihab tarîkıyla müşkil-üt tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti kesbettiğimizden, muhannes gibi (yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın gibi) oluruz.” (Divan-ı Harbi Örfi:70)
İnsanın yaradılışında fenlere bakan istidadların bulunması, kişide o fenne aid bir temayül sebebidirr. Bu fıtrî temayül, o fennin ifası için Allah’ın bir manevî emri olduğunu ve bu istidada göre vazife almanın, fenlerde gelişmeyi artıracağını anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Sâni’-i Zülcelal’in hilkat-i âlemde cari ve taksim-ül a’mal kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkide mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle:
Kaide-i taksim-ül a’mali muktezi olan hikmet-i İlahiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyulatla şeriat-ı hilkatin farz-ül kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i manevî vermişken, sû’-i istimalimiz ile o istidaddan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re’s-i riya olan meyl-üt tefevvuk ile zayi’ edip söndürdük. Elbette isyan eden, cehenneme müstehak olur.
Biz de bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azabdan bizi kurtaracak, taksim-ül a’mal kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksim-ül a’malin ameli ile cinan-ı ulûma dâhil olmuşlardır.” (Muhakemat:29)
Bu parağrafta İslâmiyetin terakkideki temel kaideyi getirdiğini, fakat gerilemenin bir sebebi olan şanlı, şerefli makamlar kazanma hissi ve rahat yaşama isteği ile bu fıtrî kaidenin terk edildiği nazara veriliyor. Ne yazık ki gerilemeyi İslâmiyete mal etmek isteyenler, bu gerileme suçunu en çok işleyenler, çalışmadan kazanmak isteğinde olan ve avam sınıfını istismar eden meyl-ür rahat ve mayl-üt tefevvük isteyen sınıfıdır.
Bediüzzamana sorulan bir sual ve verdiği cevab, meselemiz hakkında çok manidar ve mu’terizlere de ibret dersidir. Şöyle ki:
“S- Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziye bilakistir. Hikmeti nedir?
C- İki sebebi biliyorum:
Birincisi: لَيْسَ ِلْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَع olan ferman-ı Rabbanîden müstefad olan meyelan-ı sa’y ve اَلْكَاسِبُ حَبِيبُ اللَهِ olan ferman-ı Nebevîden müstefad olan şevk-i kesb, bazı telkinat ile o meyelan kırıldı ve o şevk de söndü. Zira i’lâ-yı kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya مِنْ حَيْثُ هِىَ مَزْرَعَةُ اْلاَخِرَة cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve kurûn-u vustâ ve kurûn-u uhranın ilcaatını tefrik eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaatı ile, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede baîd, hattâ biri tenbelliğin ünvanı, diğeri hakikî ihlasın sadefi olan iki tevekkülü (ki biri, meşietin muktezası olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i mukaddemattaki bir tevekkül-ü tenbelane; diğeri, İslâmiyetin muktezası olan, netice itibariyle gerdendade-i tevfik olarak vazife-i İlahiyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü’minane tevekküldür) ikisini birbiriyle iltibas eden ve "Ümmetî! Ümmetî!" sırrını teferrüs etmeyen ve خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki, o meyelanı kırdılar; o şevki de söndürdüler.
İkinci Sebeb: Biz, gayr-ı tabiî ve tenbelliğe müsaid ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp, belamızı bulduk.
S- Nasıl?
C- Maişet için tarîk-i tabiî ve meşru’ ve zîhayat; san’attır, ziraattır, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder (*).” Münazarat:37
(*): Ey memurlar, Eski Said’in kırkbeş sene evvel söylediği bu sözünden gücenmeyiniz.
“Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki; istidadı san’atta intişar ve tedahül ve san’atın mekayisine ihtiram ve muhabbet ve nevamisine temessül ve imtisal..
elhasıl, fena fi-s san’at olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını tağyir eder ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san’ata olan meyliyle; teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî san’atın suretini çirkin eder.
Zira bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san’atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur. Bu sırra binaen pek çok adam meyl-ül ağalık ve meyl-ül âmiriyet ve meyl-üt tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden, ilmin şanında olan teşvik ve irşad ve nasihat ve lütfu terkedip kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i cebr ve ta’nif eder. İlme hizmete bedel, ilmi istihdam eder. Buna binaen vezaif, ehil olmayanın ellerine geçti.
Bahusus medaris, bunun ile indirasa yüz tuttu. Buna çare-i yegâne: Daire-i vâhidenin hükmünde olan müderrisleri, Dâr-ül fünun gibi çok devaire tebdil ve tertib etmektir. Tâ herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i manevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kaide-i taksim-ül a’male tatbik edilsin.” (Muhakemat:53)
Evet: “Kabiliyet ve istidada göre işlerin taksimi lâzımdır. Kömürcü fırıncının işini bilmez. Karınca devenin yükünü kaldıramaz. Müezzin müftünün işini göremez. Yoksa taksimat yapılmazsa kaziye terakkiyata değil, tedenniyata müncer olur.” (Mesnevi-i Nuriye Badıllı:702)
Evet semeredar çalışma “Taksim-ül a’maldir ki; adamlara iş seçilsin değil, bilakis işlere adamlar intihab edilsin. Maalesef bu taksimlere riayet edilmediğinden seleflerden daha çok ektiğimiz halde, onlardan pek az bir derecede mahsulât alıyor, fayda görüyoruz.” (Mesnevi-i Nurye Badıllı)
İşte bin dörtyüz sene önce İslâmın gösterdiği terakki yolu, takip edilmezse, gerileyen İslâm değil, bu yolu takip etmeyen insanlar ve idare şeklidir.
Yukarıdan buraya kadar kısmen nakledilen terakki esasları gösteriyor ki Kur’an medeniyetini tazammun eden İslâm, bütün kemalat ve tarakkınin reisidir. Ona gerileme sebebi olarak bakmak mümkün değildir.
Hazreti Bediüzzaman siyasilere bakan bir ikazında da: Gerileme sebebinden en ehemmiyetlisinin dinden kopukluk olduğunu şöyle ifade eder:
“ Ey müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san’at ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebr ile sevkeden bedbaht hamiyet-füruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane körükörüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i katil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünki mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usûlde "Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse, hakk-ı hayatı var" diye usûl-i Şeriatın bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık merdud-üş şehadettir, çünki haindir.
Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve "Ekseriyetin efkârı benimle beraberdir" deme! Çünki fâsık adam, fıskı isteyerek ve bizzât taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor. Hiçbir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, el’iyazü billah irtidad ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.
Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, "Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar." Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünki mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiştir.
Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.
Âyâ zanneder misin; bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neş’et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind’deki Mecusi ve Berahime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.
Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, kat’iyyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlış yola sevkediyorsunuz. Çünki itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatın idaresinden daha müşkildir. İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur. (Lem’alar:122)
Evet, “….medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan geri kalmış. Güya İslâmiyet sû’-i ahlâkımızdan darılmış mazi tarafına dönüp gidiyor, zaman-ı saadete bizi şikayet edecektir” (Divan-ı Harb-i Örfi:80)
“Eğer denilse: Şimdiye kadar Avrupa’yı galib ettiren sebeb, bundan sonra neden etmesin?
Cevab: Bu kitabın mukaddemesini mütalaa et. Sonra buna da dikkat et. Sebeb-i terakkisi, herşeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek şe’ninde olan bürudet-i memleket ve mekân ve meskenin darlığı ve sâkinlerin kesretinden neş’et eden fikr-i marifet ve arzu-yu san’at ve deniz ve maden ve sair vesaitin müsaadesiyle hasıl olan teavün ve telahuk idi. Fakat şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye ile âlem bir şehr-i vâhid hükmüne geçtiği gibi, matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele ile ehl-i dünya bir meclisin ehli hükmündedir. Velhasıl: Onların yükleri ağır, bizimki hafif olduğundan yetişip geçeceğiz. Eğer tevfik refik ola…
Hâtimenin Hâtimesi
Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir. Fakat şeriat-ı garranın terbiyesinde kalmak şartıyla…
Tenbih: Mehasin-i medeniyet denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mes’elesidir…” (Muhakemat:43)
Kur’anda maddi terakkiyi teşvik edip teknik gelişmelerin en ileri derecelerine işaret eden âyetlerden birkaç misal:
“ وَلاََرَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ
“Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havarik-ı san’at ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev’-i beşere hitab eden Kur’an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz.” (Sözler:252)
Tayyare ve benzeri keşiflere işaret eden âyet:
“Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden: وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ âyeti; "Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’etmiştir" der. İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’etsin. Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor:
"Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz."
Yeraltındaki suları çıkarmağa işaret eden âyet:
Hem Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesini beyan eden:
فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ االْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْن ilâ âhir… Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: "Rahmetin en latif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış bul!" Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki:
"Ey insan! Madem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinad etsen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!"
İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki:
Ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayat-ı hududunu çizmiştir. Nasılki evvelki âyet, şimdiki hal-i hazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.”
Tıbbî gelişmelerin en ileri derecesine işaret eden âyet:
“Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesine dair:
وَاُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى اْلمَوْتَى بِاِذْنِ اللَّهِ
Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki:
"En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür."
Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki:
"Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun."
İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.”(Sözler:254)
MADENİYATI KEŞF İLE SANAYİ’DEKİ GELİŞMELERE İŞARET EDEN ÂYET
“Hem meselâ Hazret-i Davud Aleyhisselâm hakkında:
وَاَلَنَّا لَهُ اْلحَدِيدَ وَاَتَيْنَاهُ اْلحِكْمَةَ وَفَصْلَ اْلخِطَابِ
Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında: وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ االْقِطْرِ âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet telyin-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak; telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır." Madem bir resule, hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi tergib işareti var. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor:
"Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki: Herşeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san’at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir. Halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz." İşte beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas, "kıtr" ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev’-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor…
Televizyon ve cemiyeti mürakabe edebilmeye bakan keşiflere işaret eden âyet:
Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a taht-ı Belkîs’i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: "Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim" olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet:
قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ اْلكِتَابِ اَنَا اَتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاَهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ
ilâ âhir… İşaret ediyor ki:
Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vaki’dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir.
Demek, Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm’ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:
"Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir." Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki:
"Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ
deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz." İşte beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.”(Sözler:256)
“Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et:
Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır.
Evet tehzib-ür ruh, riyazet-ül kalb, terbiyet-ül vicdan, tedbir-ül cesed, tedvir-ül menzil, siyaset-ül medeniye, nizamat-ül âlem, hukuk, muamelât, âdâb-ı içtimaiye vesaire vesaire gibi ulûm ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir.
Ve aynı zamanda, lüzum görülen mes’elelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan mes’elelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir.
Yani esasları vaz’etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akılların meşveretine havale etmiştir.
Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile; şu zaman-ı terakkide, en medenî yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh vicdanı insaf ile müzeyyen olan zât, bu şeriatın hakikatının bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, tâkat-ı beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.
Evet zahiren İslâmiyet dairesine girmeyen düşman feylesofları bile, bu hakikatı tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı feylesof Carlyle -Alman edib-i şehiri Goethe’den naklen- Kur’anın hakaikına dikkat ettikten sonra, "Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?" diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki:
"Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar." Yine Carlyle demiştir ki: "Hakaik-i Kur’aniye, tulû’ ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zâten bu onun hakkı idi. Çünki Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı." İşte bu feylesof,
فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ … فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّار
ilââhir olan âyet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.” (İşârât-ül İ’caz:112)
Daha bunlar gibi pekçok beyanlar nazara alınırsa açıkça bilinir ki İslâmiyet hakiki medeniyetin ve terakkınin esaslarını câmi’dir. Beşer bu hakikatları gereği gibi dinlerse saadetli bir hayat geçirir.