Birincisi: Hurafeli ve hezeyanlı ve çirkin iddialı bir dedikodu olan; “Bediüzzaman Hazretleri Sultan Abdulhamidin hal’i için fetva verdi veya fetva yazısını yazdı” diyenlere karşı cevabımızdır.
Evet, Bediüzzaman Hazretleri değil Sultan Abdulhamidin hal’ı için fetva vermek, tam aksine Divan-ı Harbi Örfide “sultan-ı mazlum, şefkatli sultan” tarzında müdafaalarda bulunmuştur. “İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi” eserine bakılabilir.
İkinci İddia ise Bediüzzaman’ı Dar-ül Hikmet’e aldıran Mustafa Sabri Efendidir iddiası: Tarihi belgelere baktığımızda, Bediüzzamanın Dar-ül Hikmet-il İslamiyeye tayini hususunda Mustafa Sabri Efendinin hiçbir rolü görülmemektedir. Değil bir rolü, Dar-ül Hikmetin açılışında onun ne Meşihattaki ulema içinde, ne de Dar-ül Hikmetin ilk açılışında ona atananların arasında ismi ve resmi yoktur.
- BİRİNCİ İDDİA
Bir takım bilgisiz kişilerle beraber, mühim bazı şahsiyetler de; Hz. Üstad Bediüzzaman ve merhum Sultan Abdulhamid Han Hazretleri ilgili raviden ravîye intikal yoluyla gelen mesnetsiz dedikodularla bir şeyler konuştuklarını duymaktayız. Özeti şöyledir:
Sözde, «Bediüzzaman Hazretleri Mehmet Âkif merhumla birlikte İttihatçılarla bir olup 1907-1909’larda Sultan Abdulhamid’in tahttan indirilmesine çalışmışlar ve aleyhinde konuşmalar yapmışlardır. Hatta Abdulhamid’in hal’i için fetvalar vermişlerdir?.. Ama bilahare Bediüzzaman Said Nursi bundan büyük pişmanlık duymuş, tevbe etmiş ve siyasetten tamamen çekilerek “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyaseti” demiştir» dedikten sonra, Nurcular Bediüzzamanın bu mevzu’daki beyanlarını Nur risalelerinden çıkarıp kayıp ettirmişlerdir, ilh?. !
Elcevap: Bediüzzaman Hazretleri 1907 yılının Aralık ayının son günlerinde İstanbul’a ulaştığı hakkında kesin belgelerle sabittir. Onun İstanbul’a gelişinin asıl amacı, Van’da kurmak istediği Medresetüzzehra isimli üniversitenin maddi finansmanı için, Sultan Abdulhamid’le görüşerek üniversitenin kuruluşunu temin ve taahhüt altına almaktı.
İstanbul’a gelir gelmez padişahla görüşme imkanının yollarını aradı. 1908’in Mart ayı başlarında Mabeyn-i Hümayûn’a gitti, padişahla çok önemli bir hususa dair görüşmek istediğini söyledi. Ama maalesef oradaki vazifeli paşalar bu isteği reddettiler. Bediüzzaman’la, o çoğu mason olan paşalar arasında tartışmalar yaşandı. Dolayısıyla o pek mühim görüşme mümkün olamadı.
Fakat Bediüzzaman bu görüşme talebinden vazgeçmedi, çare ve imkan yollarını aramaya devam etti. Ferik Ahmet Muhtar Paşa delaletiyle İstanbul Şişli’de Van’lı zengin bir adamın evinde mabeyin paşalarıyla ikinci bir görüşme sağlandı. Burada yine mevzu hakkında sert münakaşalar oldu. Sonuçta ipler koptu ve Bediüzzaman’ın mutasavver olan görüşmeden ümidi kesildi. Son bir çare olarak padişaha hitaben meramını anlatan bir dilekçe kaleme alarak (dilekçe’de şarkın cehaletten kurtulmasının tek çaresi, bir “Darül-Fünun”un Van’da kurulmasıdır, diyerek) dilekçeyi Mabeyn-i Hümayûn’a bıraktı. Birkaç gün daha bekledi. Yine bir ses çıkmadığını görünce; padişahın ve devletin nazarını doğunun ahvaline çekmek niyetiyle, Fatih tarafında bulunan Şekerci Hanı’nda bir oda kiralayarak kapısına şöyle bir levha astı:
“Burada her çeşit suale cevap verilir. Her müşkil halledilir. Ama hiç kimseye sual sorulmaz.”
Bu garip ilan üzerine, iki ay süresince her çeşit ilim adamı gelip, her türlü ilme dair sualler sordular. Bütün gelenler mutlak isabetli cevaplar aldılar.
Bu acip hadise üzerine, mabeyn paşalarına bir telaş düştü ve Bediüzzamandan kurtulma yollarını aramaya koyuldular. Sonunda şu planı düşündüler: “Şu her şeyi bilen adam deli olmalıdır.” Vicdanı satılmış bir iki doktordan uydurmasyon bir rapor hazırlattırdılar ve mâsum ve günahsız, ama vatan ve millet aşkıyla tutuşan, hamiyet ve gayret nuruyla feveranda olan Bediüzzamanı alıp tımarhaneye koydular. Bir kaç gün sonra, akıl hastanesi Baştabibi vicdanlı, hamiyetli ve basiretli bir zat olduğundan Bediüzzamanı karşılıklı konuşarak muayene ettikten sonra meselenin künhüne vukufiyet peyda eyledi ve mabeyne şöyle bir rapor tanzim eyleyip yolladı:
“Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar bir cünunluk varsa, o takdirde dünyada hiçbir akıllı insan yoktur.”
Bunun üzerine mabeyin paşaları şaşırdılar; ne yapalım, ne edelim de bundan kurtulalım diye çare düşündüler. Sonunda, “bunu bir süre nezarette bulunduralım, Padişahtan kendisine bir miktar parayı bahşiş ve rüşvet tarzında gönderelim. Herhalde o bu parayı görünce çeker gider” diye bu tedbiri, Sultan Abdülhamide bildirip kabul ettirmeye çalışalım. Tedbir kabul gördü. Padişah adına Zaptiye Nazırı Şefik Paşa görevlendirildi. 30 altın peşin bahşiş, her ayda 10 altın maaş.. İleride bu maaş daha da arttırılacak diye Sultan Abdulhamidin selamıyla birlikte teklifen götürüldü.
Bediüzzamanın Şefik Paşaya cevabı şöyle oldu: “Ben maaş dilencisi değilim. Bin altın da olsa kabul edemem…ilh”, uzun bir muhavere…
İşte tımarhane, nezarethane derken 24 Temmuz 1908 günü 2. Meşrutiyet padişahın fermanıyla ilan edildi. Bediüzzaman Hazretleri ya meşrutiyetin ilanı gününde, ya da bir-iki gün önce serbest bırakıldı. İstanbul’da, Selanik’te Hürriyetçi’lerin tertipledikleri nümayişlere Bediüzzaman da katıldı. Meşrutiyeti İslamî şeriata tatbik eden uzun nutuklar irad etti. Onun hürriyet ve meşrutiyeti şeriata tatbik eden bu nutukları ta o günlerde kitaplaştırılarak yayınlandı.
Böylece Bediüzzaman Hazretleri, bütün gücüyle meşrutiyet ve hürriyeti İslam şeriatına tatbik ederek icraata konması için çalıştı, çabaladı. İttihat Terakki Cemiyeti içindeki, müsbet düşünceli, ileri gelenleriyle görüşmeler ya
ptı. Üç dört ay onlarla beraber göründü. Lakin
İttihat ve Terakki’deki hakim olan farmason, aynı zamanda ırkçı gurup, Bediüzzamanın katıksız İslamcılık ve Şeriatçılığını hazım edemeyip ondan ayrıldılar ve düşman kesildiler. İttihatçıların içinde gerçek milliyetçi ve ümmetçi gurubundan olanlar bu farmasonlardan aleni olmasa da, fikir ve düşünce sahasında ayrılmışlardı.
Bu arada müspet-menfi cemiyetler, kulüplerde açılmış ve açılıyordu. Derken, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyetin kurucuları bila-istisna müslümanların itimatlarını kazanmış alim ve fazıl şahsiyetlerdi. Ancak Volkan adlı gazetesiyle birlikte gelip bu cemiyete üye olan Derviş Vahdeti heyecanlı bir yol izlemiştir. İşte bu cemiyet kurulduktan bir müddet sonra, Bediüzzaman’da ona dahil oldu. Ve İttihatçılardan (Mason ve Farmason gurubundan) tamamen yüz çevirip ayrıldı. Ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin bir naşir-i efkarı olmuş olan Volkan gazetesinde, hem İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin kuruluş gayesini, hem de meşrutiyeti İslam şeriatına uygunluk tarafını izah eden kaideli ilmi beyanlarını, gayet pervasızca makalelerle yayınlamaya başladı.
Aynı günlerde yayın hayatına başlayan “Sırat-ı Müstakim” ve sonra “Sebil-ür Reşad” dergisiyle Bediüzzamanın bir muarefesi olmadı. Dolayısıyla bu dergide ta 1911’lere kadar Bediüzzamanın herhangi bir makalesi yayınlanmadı. Bu derginin baş muharriri Mehmet Akif Bey’di. Gerçekten M. Akif Bey’in Sultan Abdulhamid’i eleştiren sert ve kırıcı yazı ve şiirleri yayınlanıyordu. Yani Sebil-ür Reşad dergisi ve onun sahibi Eşref Edip ve baş muharriri M. Akif Bey bağımsız ve kendi başlarına hareket ediyorlardı. Bediüzzaman ise, İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin bir üyesi olarak makaleler neşrediyordu.. Yani, M. Akif merhumla Bediüzzamanın müşterek ve birleşik herhangi bir tavır ve hareketleri diye bir şey söz konusu değildir. İşte hal ve durum çok net olarak bu merhalede iken, sofiliği galip bazı muhterem zatlar veya bilgisiz bir kısım insanlar, mesnetsiz, hatta asılsız bazı rivayetlere dayanarak, güya Bediüzzaman Hazretleriyle merhum Akif Bey el ele vererek Merhum Sultan Abdulhamid aleyhine kampanya açmış ve hatta onun hal’ı için fetvalar bile vermişlerdir, diyebilecek kadar ileri gidiyorlar.
Bediüzzamanın bütün nutuk, kitap ve makaleleri hiçbiri zayi olmadan zabt ve kaydedilmiştir, mahfuzdurlar. Onun hiçbir yazısında, merhum Sultan Hamid’in şahsiyetini ve halifelik makamını tezyif edici hiçbir beyanı yoktur. Vardır, diyen varsa, hodri meydan, kendilerini göstersinler.
Evet, Bediüzzamanın o günkü kitap, nutuk ve makalelerinde; Abdulhamid Hanın etrafında çöreklenmiş kısmen mason paşaları eliyle, ama onun namına yapılmış yanlış, gayr-ı şer’i ve zaman zaman zulümlü icraatlarını tenkit edici ifadeleri olmuştur. Lakin bu tenkitler içerisinde itidale çağırıcı, çözümler önerici pek çok ilmî, tahkikli nasihatler şeklinde beyanatları da beraber olmuştur.
İşte, Bediüzzamanın adı geçen makale, kitap ve nutuklarında, istikamet çizgisini gösteren pusula mesabesindeki ilmi hakikatlerden ötürü pişman olmamış ve o yüzden de siyasetten çekilmemiştir. Bilakis adı geçen makale ve nutukları 1950 den sonra da, siyaset erbabına iletilmek üzere neşrettirmişlerdir. Bütün bu nutuklar, makaleler ve kitaplar bilahare tarafımızdan “Asar-ı Bediiye” adlı bir kitapta bir araya getirilip yayınlanmıştır, görülebilir. Buna göre Bediüzzaman Hazretlerinin tarafgirane siyasetçilikten nefret edip yüz çevirme hadisesi 1919’larda vuku bulduğunu onun net ifadesiyle sabittir ki, Risale-i Nurdan 23. Mektubun Dördüncü Vechinde kayıtlıdır.
Şimdi hurafeli ve hezeyanlı ve çirkin iddialı bir dedikodu olan Bediüzzaman Hazretleri Sultan Abdulhamidin hal’i için fetva verdi veya fetva yazısını yazdı diyenlere karşı cevabımız şöyle özetliyoruz ve diyoruz ki:
Bu hurafeli iddianın hiçbir belgesi, tanığı yoktur. Belge ve şahidi ibraz edilmezse, doğrudan iftira olur. Oysa ki, Bediüzzaman Hazretlerini imha için onun can düşmanı kesilmiş olan İttihatçıların en baş hedefleri o idi. İttihatçılardaki farmason gurubun hedefinde İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin üyelerini ve özellikle Bediüzzaman’ı “Sultan Abdulhamidci ve mürteci kimseler” olarak tanımlayarak onu idam ettirmek için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı.
Nitekim çapulcu denmeye seza, Hareket Ordusu gelip İstanbul’u kuşattığı Rumi 11 Nisan 1325 (Miladi 24 Nisan 1909) da İttihad-ı Muhammedi üyelerini yakalamaya başladıkları günlerde Bediüzzaman Hazretleri, hayatını ucuza sarf etmemek ve koruma altına almak niyetiyle İstanbul’dan ayrılıp İzmit’e gitmiştir. Bediüzzamanın İzmit’te beklediği günlerde miladi 27 Nisan 1909 Sultan Abdulhamidin hal’ı gerçekleştirilmiş oluyordu. Miladi 30 Nisan 1909’da da Bediüzzaman Hazretleri İzmit’te yakalanıp tevkif edilerek İstanbul’a götürülmüş 23 gün Harbiye Nezaretinde tutuklu bulundurulmuş 2 nolu Divan-ı Harb Mahkemesinde sorgulandıktan sonra tahliye edilmiştir. Bir gün sonra da, 1 nolu Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılanmış, gayet merdane ve pervasızca müdafaaları sonunda bereat almıştır.
Bu yazdıklarım kafadan atma mesnetsiz lakırdılar değil, belgeli, vesikalı beyanlardır. Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimizin 1. cildinde belgeleriyle kayıtlıdırlar.
Şimdi sorarım, hal ve serencam böyle olursa, acaba bilgisizce olan iddiada: “Bediüzzaman Sultan Abdulhamidin hal’ı için fetva yazdı” sözlerin kaç paralık değerde olduğu herhalde anlaşılır. Evet, Bediüzzaman Hazretleri değil Sultan Abdulhamidin hal’ı için fetva vermek, tam aksine Divan-ı Harbi Örfide “sultan-ı mazlum, şefkatli sultan&rdqu
o; tarzında müdafaalarda bulunmuştur. “İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi” eserine bakılabilir. Bu cevabi yazımız umarız ki birkaç gün önce bu konuda Adana’da konferans veren AKP’li Milletvekili Fatih Çalışkan Bey’e de ulaşır.
(Not: Sultan Abdulhamidin hal’i için fetva yazısını kaleme alanın Elmalılı A. Hamdi Yazır olduğu malum ve meşhurdur)
- İKİNCİ İDDİA
Bir-iki muhterem zat kanalıyla, son Şeyh-ül İslam Merhum Mustafa Sabri Efendiden naklen “Bediüzzamanın hadis ilminde yed-i tula’ sahibi (geniş vukufiyete sahib olduğu için) başka bir zatın naklinde “Evet onu biz Dar-ül Hikmete aldık” Yani, bu iki kanaldan gelen nakil ve rivayetten anlaşılan mana ile, Bediüzzamanı Dar-ül Hikmete aldıran Mustafa Sabri Efendidir.
Ama tarihi belgelere baktığımızda, Bediüzzamanın Dar-ül Hikmet-il İslamiyeye tayini hususunda Mustafa Sabri Efendinin hiçbir rolü görülmemektedir. Değil bir rolü, Dar-ül Hikmetin açılışında onun ne Meşihattaki ulema içinde, ne de Dar-ül Hikmetin ilk açılışında ona atananların arasında ismi ve resmi yoktur.
Aslında, Bediüzzamanın Dar-ül Hikmete tayini hususunda, kimin eliyle olmuş meselesi mühim değildir. Önemli olan şey, onun oraya layık ve muvafık görülüp atanmasıdır.
Eğer tarihi gerçeği sorarsak Bediüzzamanın oraya tayini, Harbiye Nazırı Enver Paşanın girişimiyle olduğu şüphesizdir. Onu arayan ise Şeyh-ül İslam Musa Kazım Efendidir. Dar-ül Hikmet-il İslamiye dosyaları “Son Asrın İslam Akademisi-Sadık Albayrak” kitabında olduğu gibi yayınlandı. Ayrıca Dar-ül Hikmetin açılışını haber oalarak veren “Ceride-i Safiye” gazetesi, 01 Eylül 1918 tarihli nüshası bu meselenin başka bir belgesidir. Yani, merhum Mustafa Sabri Efendinin bu mevzuda şahsi hiçbir rolü yoktur.
Peki acaba niçin Mustafa Sabri Efendi rivayetlerde anlatıldığı tarzda konuşmuştur?
Cevab: Bence iki-üç vecihle durum değerlendirilmesi yapılabilir.
1- Ya Mustafa Sabri Efendiyi şahsen dinleyen zatlar onun anlattıklarını iyi kavrayamadan başkalara nakletmişler, 2- Ya da, Mustafa Sabri Efendi, fazla yaşlılıktan dolayı hadiseyi tam hatırlamayarak öyle söylemiştir. 3- Veya da –büyük ihtimalle– “Biz onu Dar-ül Hikmete aldık”tan muradı “Biz İstanbul’da büyük medreselerde yetişmiş onca ders-i ammler varken, ulema heyeti olarak Bediüzzamanı çok yüksek ve harika ilminden dolayı sinemize bastık, kabul ettik ve iftiharla Dar-ül Hikmete alınmasına razı olduk” şeklinde bir münasebeti olabilir.
Evet, rivayet bu üç ihtimalle te’vil edilmezse, hem Mustafa Sabri Efendinin hem de rivayeti ondan nakledenlerin yanlışlıkları ortada kalmış olur, bu da olmaz.
Lütfen Mufassal Tarihçe-i Hayat 1. Cilt sahife 446 ‘ya müracaat!…
Hoşça kalın
15. 03. 2007 Ş. Urfa
Abdülkadir BADILLI