Hz.Muhammed (A.S.M.)

MUHAMMED (A.S.M.)

محمّد: Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş mealinde bir isimdir.

“Nasılki; kâhinler, arif-i billahlar, hatifler, hatta sanemler ve kurbanlar, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) haber vermişler; her bir hâdise dahi; bir kısım insanların ima­nına sebeb olmuş. Öyle de, bazı taşlar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taşlarında hatt-ı kadîm ile

مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ

gibi ibare­ler bulunmuş; onunla bir kısım insanlar imana gelmişler. Evet hatt-ı kadîm ile bazı taşlarda bulunan

مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ

Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan ibarettir. Çünki on­dan evvel, zamanına pek yakın, yalnız yedi Muhammed ismi var, başka yok­tur. O yedi adamın hiçbir cihetle “Muslih-i Emin” ta’birine liyakatları yok­tur.” (M.176)

Kur’anda “Muhammed” (A.S.M.) ismi sarahatla dört yerde geçer:

l- Bir gazvede şehid edildiği haberi şayi’ olması münasebetiyle nazil olan (3:144) âyetinde.

2- Muhammed (A.S.M.) sizin (nesebî) babanız değil, ancak resulullahtır, mea­linde (33:40) âyetinde.

3- Muhammed’e (A.S.M.) indirilen ve ayn-ı hak olan (Kur’an)a iman et­meyi tahsin eden (47:2) âyetinde.

4- Muhammed’in (A.S.M.) Resulullah olduğunu sarahatla bildiren (48:29) âye­tinde Peygamberimiz’in (A.S.M.) ismi lafzen zikredilir.

Ayrıca Kur’an, (61:6) âyeti, incil’de Peygamberimiz’in (A.S.M.) “Ahmed” is­miyle müjdelendiğini bildirir.

Pek çok âyetlerde hem manaca hem resûl ve nebî gibi lafızlarla Peygam­berimiz (A.S.M.) zikredilmektedir.

Ezcümle; (9:128) âyeti, onun ümmetine karşı azîm şefkatini beyan eder. (7:157, 158) âyetlerinde ise, “nebiyy-i ümmi” vasıf ile tav­sif edilen Peygamberimiz’in (A.S.M.) Tevrat ve İncil’de yazılı olduğunu ve ona uyulması gerektiğini bildirir.

Peygamberimiz’in (A.S.M.) ilmi, vehbî olup Allah tarafından talim olun­muştur. Ezcümle:

“(96:4) اَلَّذِى علَّمَ بِالْقَلَمِ

O kalem ile ta’lim eden de -kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de O’dur. Yoksa bir alaktan yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.

(96:6) عَلَّمَ اْلاِنْسَانَ مَالَمْ يَعْلَمْ

O, insana öyle bilmediği şeyleri öğretti. İnsanda olmıyan kuvveleri, istidadları, melekeleri, yaratarak ve deliller nasb u ikame ederek ve âyetler in­zal eyliyerek vehbî olarak da öğretti, kesbî olarak da öğretti.” (E.T.5952)

“Peygamberin yazı yazmaksızın okuması, sahib-i kitab olması hakkın­daki kerem-i Îlahîyi, yani nübüvvet ve risaletini isbat nokta-i nazarın­dan daha yük­sek olduğu da ifade edilmiştir.

Nitekim bu ma’na Sure-i Ankebut’ta

وَمَا كُنْتَ تَتْلُوامِنْ قَبْلِهِ مِنْ كَتَابٍ وَلاَ تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ اِذًا لاَرْتَابَ الْمُبْطِلُونَ (29:48)

âyetinde tasrih olunmuştur.

Şu halde kalemin bu ehemmiyetini ifade eyliyen âyeti, ilk kıraet emriyle bareber telakki eden Peygamber bundan sonra kalem ile yazıyı da öğrenip yazmak lâzım gelmez miydi suali varid ol­maz.

Filvaki Peygamber’in kendi eliyle hiç yazı yazmadığı ve Sure-i A’la’da

(87:6) سَنُقْرِ ئُكَ فَلاَ تَنْسَى

buyrulduğu üzere taraf-ı İlahîden okutulanı unut­mayacağına dair kendisine temi­nat verildiğinden, hıfz u zabt için de yazmağa ihtiyacı olmadığı, fakat nazil olanı ümmetin hıfzı için vahiy katiblerine oku­yup yazdırdığı ma’lumdur. Acaba kendi yazmamakla beraber yazılanı oku­mayı nübüvetten sonra da bilmiyor mu idi? Bu hususta da meşhur olan, “hayır”dır.

Nitekim Hudeybiye müsalahanamesinde yazı­lan bir kelimeyi sil­mek için hangisi olduğunu Hazret-i Ali’ye sorduğu ma’ruftur.

Maamafih Şifa ve etrafında mezkur olduğu üzere sonradan kâtibi Haz­ret-i

Muaviye’ye:

اَلْقِ الدَّوَاةَ وَحَرِّفِ الْقَلَمَ وَطَوَّلِ الْبَاءَ وَفَرِّقِ السِّينَ وَلاَ تُعَوِّرِالْمِيمَ وَحَسِّنِ اللّٰهَ وَمُدَّ الرَّحْمٰنَ وَجَوِّدِ الرَّحِيمَ

Ya’ni divite lika koy, kalemi yan kes, ba’yı uzat, sin’i fark ettir, mimi körletme, Allah’ı tahsin, Errahman’ı med, Errahim’i tecvid eyle “ mealinde Besmelenin hüsn-i hattını emr-ü ta’rif ettiğine dair bazı eserlere nazaran ya­zıyı bildiği de söylenmiştir. Bunu hususi bir vahy ile söylemiş olması melhuz olmakla beraber bu

(96:1) اِقْرَاْ

emrinden sonra yirmi üç sene Kur’anı oku­mak ve yazdırmak vazifesi almış olan Hazret-i Peygamberin bu müddet zar­fında yazıyı da bellemiş olması müsteb’ad de­ğil, ma’kuldür. Bu onun hiç okumamış yazmamış ümmi iken biemrillah okur gibi nebi olması mu’cizesine münafi olmaz, menhi de değildir.” (E.T.5953)

Diğer bir âyette de

“(87:6) سَنُقْرِئُكَ

Bundan böyle seni okutacağız -Yani (42:52)

وَكَذَلِكَ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِى مَاالْكِتَابُ

hitab-ı izzetiyle ihtar olunduğu üzere sen kitab nedir? okumak nedir? bil­mezken bundan böyle Ruh-i Emin, Ruhulkudüs olan Cibril vasıtasıyla sana okuyacağın bir kitab olan Kur’anı vahy ederek indirip belleteceğiz, ineni ve indirileceği kıraate muvaffak edeceğiz, yahud vahy ile seni Kur’an ve kıraet sahibi yapacağız. Bu suretle bu fev­kalâde hidayet ve risalet-i İlahiyeye delalet eyliyen bir âyet, bir mu’cize olacak

(87:6) فَلاَ تَنْسَى

Artık unutmıyacaksın -bu unutmamak, bu derece kuvvetli bir hıfza sahib olmak da diğer bir âyet ve mu’cize olacak…

(87:7) اِلاَّ مَا شَاءَ اللّٰهُ

Meğer ki Allah dileye -çünkü unut­turmak isterse unutturur.” (E.T.5758)

O’nun nübüvvetiyle alâkalı olarak (5:19) âyetinde, ehl-i kitabın fet­ret devrinde, “Bize bir beşir ve nezir gelmedi” şeklinde özür beyan etme­meleri için peygamber olarak gönderildiği bildirilir.

93. ve 94. sureler de Peygamber’in (A.S.M.) nübüvvet hususiyetleriyle alâkalıdır. Daha pek çok âyetlerde “resul” ismi ile veya “ke” (Sen) hitapla­rıyla vs. şekillerde Hz.Muhammed (A.S.M.) kastedilmektedir.

Peygamberimiz’in (A.S.M.) hayatından Büyük İslâm İlmihali’nin Siyer-i Enbiya kısmında bir derece bilgi verilir. Şöyle ki:

“Allah’ın bütün insanlara son peygamberi olan Hz.Muhammed (A.S.M.) Efen­dimiz, Arabistan’da Mekke-i Mükerreme şehrinde miladi 571 tarihinde dünyaya teş­rif etmişlerdir. Fahri- Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim ailesinden­dir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, validesinin adı ise Âmine’dir.

Peygamberimiz’in (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir: Hz. Muhammed ibn-i Abdullah, İbn-i Abdülmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusayy, Hakim, Mürre, Kâ’b, Lüey, Galib, Fihr, Malik, Nazr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmail Aleyhisselâm’ın oğlu Kıyzar’ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlar­dan her birinin evladı birçok kabilelere ayrılmış, Malik’in oğlu Fihr’in evla­dından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.

Resul-i Ekrem Efendimiz(A.S.M.) validesi cihetinden yüksek nesebleri de şöy­ledir: Hz. Muhammed İbn-i Âmine bint-i Vehb, İbn-i Abdi Menaf, İbn-i Zühre, İbn-i Hakim. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafın­dan mübarek nesebiyle anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hakim’de birle­şirler.

Peygamber Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama’nın mütevellisiydi. Ebu Talib, Ebu Leheb, Haris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah vs. adında onüç oğlu vardı. Fakat bunların içinde en fazla Abdullah’ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik, başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi Vehb’in kızı Hz. Âmine’yi nikahla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere’ye gidip orada vefat etti ki, daha yirmibeş ya­şında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.

Peygamber Efendimiz çocukluk devresi pek kudsi bir halde geç­miştir. Daha doğar doğmaz birtakım hârikalar meydana gelmiştir. Süt anası, Benî Sa’d ka­bilesinden Haris’in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Âmine ile birlikte Medine-i Münevvere’ye dayızadeleri bulunan Neccar oğullarını ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme’ye dönerlerken Hazret-i Âmine, Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz kalan Peygamberimiz’in, Ümmi Eymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme’ye geti­rip dedesi Hz. Abdülmuttalib’e teslim etti. İki sene sonra da dedesi vefat edince amcası Ebu Talib’in yanında kaldı.

Peygamber Efendimiz gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şe­ref ve şanı haiz bulunuyordu. Kendisine “Muhammed-ül Emin” deni­liyordu. Yirmibeş yaşında iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli hane­dana mensub olan ve daha genç iken dul kalmış olup, çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince peygamberlik şerefine nail oldu.

Devam edecek….

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …