HAZRET-İ İSA (AS) NÜZULU
Bu meseleyi de yine ancak sahib-i ahirzaman olan Bediüzzaman halletmiştir.
Evet her müslümanın Hazret-i İsa’nın nüzulune inanması meburiyeti vardır. Ve İslâm akidesine göre bu vacibtir ve zaruridir.
Lakin istikbalî olan diğer hadiselerde olduğu gibi, bunda da hadislerin zahirî metinleri ile değil, te’vil edilmiş tarzıyla kabul etmek mümkün olmaktadır. Yoksa hadislerin zahir metinlerinde ve kısmen de ravilerin istinbatlarında görüldüğü üzere, gelen şekli ve özü ve hülalası şöyledir:
“Hazret-i İsa (a.s) semavattan Dimeşk (Şam’da) Emeviye Camisinin doğusunda bulunan beyaz minareye iki meleğin kanadı üzerinde, alnı terle olduğu halde gelip inecektir.
O günü ikindi namazını, Müslüman, Hrıstiyan ve Yahudilerin toplandığı büyük bir cemaata imam olarak kılacak.
Sonra Şamdan Kudüse gidecek, orada Mescid-i Aksa’nın “Lüdd” kapısı önünde Deccalı yakalayacak ve öldürecektir. Ve orada Hazret-i Mehdi ile buluşacak ve sabah namazında Mehdiyi imamlığa buyur edecek, kendisi de Mehdiye tabi olarak namaz kılacak.
Daha sonra Medine’ye gidecek, evlenecek ve orada vefat edecek. Onun cenazesi Peygamberimizin kabri yanında halen boş bulunan yere defnedilecek ilh…” (El- İşaâ, Berzencî sh: 112)
Evet Hazret-i İsa’nın nüzulu ve ifa ve icra edeceği hizmet ve vazifeleri hakkında gelen hadislerin zahirleri böyle gösteriyor, böyle haber veriyorlar. Şimdi acaba hadislerin, rivayetleri ve bekli de hadislerden çıkarılmış istinbatların zahirî metinlerinin aynını beklemek mümkün olur mu? Ve ya da zahirlerindeki ifadeleri aynılarının zuhuru, kainatta cari olan adetullahın cereyanı içinde mümkün müdür?
Bence hayır, mümkün olamaz. Zira hem Deccal hem Süfyan ve hem de Mehdi hakkında gelen hadis ve rivayetlerin tamamı, yani öz ve zübdeleri Hazret-i Üstad tarafından tashih ve te’vil istihalesinden geçirildiği gibi; Hazret-i İsa (a.s.) hakkındaki hadis ve rivayetlerin de kısmen aynı te’villerin istihalesinden geçirilmiş ve makul ve münasib ve sırr-ı imtihana uygun tatbikatları yapılmıştır.
Nitekim büyük İslam allemelerinden İbn-i Haldun, Hüseyn-i Cisrî, Molla Halil-i Siirdî ve İbn-ül Hazem El-Endülisî gibi zatlar diyorlar ki: “Eğer İslâmın kitap ve sünnetinden gelen bir meselenin nass-ı zahirisiyle hükmeylemenin imkanı yok ise, mutlaka onu te’vil ediniz.”
Misal için Hazret-i Bediüzzaman’ın Muhakemat eserinde ve onbeşinci mektup risalesinde “Bir zat-ı muhakkik” diye tavsif eylediği büyük allâme Molla Halil-i Siirdî (Nehc-ül Enam) adlı eserinde Kürtçe: [Nusûsey kü dallın lışolan muhal, müevvelke mespeyre ehl-i dalal] (Eser sh:3)
Nasıl ki, Bediüzzaman Hazretleri de, Beşinci Şua’ mukaddemesinin sonunda: […Hakikî te’villeri ispat ve izhar edilmekle, akide-i avamı kuvvetlendirmeye mühim bir sebeb olmasını Rahmet-i Rabbanîden rica edip, hatiatımı ve ğalatatımı afv ve mağfiret altına almasını Rabb-i Rahimimden niyaz ederim] demiştir.
Evet, istikbale ait hadiseleri haber veren ehadis-i şerifelerin çoğu müteşabihat nevinden olduğu için, mutlaka te’vile ihtiyaçları vardır. Yani hakikatlarını insanlara anlatmak için ancak te’vil ile tefhim edilebilir. Amma bu te’vil işi rastgele herkesin kârı değildir. İlimde rasih olanlar ancak te’vil işini yapabilirler.
Biz burada Üstad hazretlerinin Beşinci Şua’ mukaddemesinin ahirindeki beyanındaki şu dersi de almalıyızki; Te’vil işi her Arapça bilen insanın yapacağı bir iş olmadığı gibi; te’vil yaparken de Hazret-i Bediüzzaman gibi her bir te’vilin ardında istiğfar eyleyip la-ya’lam-ül ğaybe illallah, vel ilm-ü indallah, vallah-ü a’lem-ü bissevab gibi ifadelerle işin hakikatını yine Allaha tefviz eyleme öğüdünü öğrenmeliyiz.
Şimdi bu tahkikattan sonra, Risale-i Nur Talebelerinin hepsi –bir veya iki kişi müstesna– Hazret-i İsa’nın mutlak nüzulune bila-şek iman ederler ki, zaten bu iman akidece zarurîdir. Lâkin nüzul keyfiyetinin sair hadiseler gibi te’vile ihtiyacı olduğundan ve Hazret-i Üstadın Nurun bazı yerlerinde kısaca, diğer bazı yerlerinde ise, tafsil vererek yaptığı te’villerden sonra, beyan ettiği tarz ile olacağından; buna da aynı şekilde ve şüphesizce iman ederiz.
Gerçi Hazret-i İsa cism-i beşerisiyle semavatta ikibin senedenberi yaşamasıyla ve yine Hazret-i Üstadın tabriyle bir “cesed-i necmî” (yani melekî bir cesed) vaziyetini kesbetmiş olmasıyla; onun nüzulu bir melek veya ruh tarzında olacağını da işaret buyurmuştur. (Bkz. Birinci Mektub)
Buna göre, Hazret-i İsa’nın nüzul hikmetinin asıl ve birinci hedefi; Hrıstiyanları Müslümanlaştırmak olduğundan, büyük ihtimalle şimdi ruh hafifliğindeki onun cesed-i necmîsi, yeri semavat olsa da, yeryüzüne sık sık nüzul etmekte olduğuna ve Hrıstiyanlar içinde başka suret ve şekillerde görünerek hizmetinin mukaddematını hazırlamakla meşgul olabildiğine büyük ihtimal vardır.
Bu hususu te’kid bakımından merhum, ehl-i kalb ve velî insan doktor Sadullah Nutku’dan bizzat dinlediğim şu hatırayı –mahrem iken– kaydediyorum.
Demişti ki:
“Ben Üstadımızı ziyaretimin birisinde, bir ara fırsat bularak şöyle bir sual tevcih eyledim:
“Efendim, Hazret-i İsa nüzul etmiş midir?
Hazret-i Üstad az bir düşündü ve sertçe:
“Evet, inmiştir” dedi.
Ben suali yeniledim:
“Efendim şimdi acaba nerededir?”
Hazret-i Üstad yine biraz düşünür gibi yaptıktan sonra, daha biraz sertçe:
“Ya Avrupada ya Amerikadadır” dedi.