Hukuk Hakkında

HUKUK HAKKINDA BİR ÇALIŞMA

İnsanın cemiyet hayatında ri­ayet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yani şer’î ve adlî hükümler ve haklıyı haksızdan ayıran kaideler bütünüdür hukuk.

Hukuk-u İslâmiyenin bütün hukuk dünyası müvacehesinde mümtaz hususiyetlere ve İlahî istiklaliyete sahib, emsalsiz bir hukuk man­zumesi olduğunu, munsif hukuk ve ilim dünyası kabul etmektedir. Ezcümle, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi yayınlarından ve 1949’da neşredilen “Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu” namında altı cildlik eserin 1. cildinin 349. sahifesinde şu bilgi veriliyor:

“1937 senesinde Lahey’de ikinci defa olarak toplanan bir hukuk konfe­ransına vaki olan davete mebni Mısır Cami-ül Ezher’i heyet-i ilmiyesi na­mına, iki İslâm âlimi de iştirak etmiş idi.

Ezher mümessilleri, bu konferansta iki esaslı mevzu hakkında mütalaada bu­lunmuştur. Bu mevzulardan biri: “Şeriat-ı İslâmiye = İslâm hukuku naza­rında me­denî ve cinaî mes’uliyetler” diğeri de “İslâm hukukuyla Roma ka­nunları arasında bir alâka olup olmaması ve İslâm hukukunun Roma ka­nunlarından müteessir olduğuna dair bazı müsteşriklerin zuumlarını red me­selesi” idi.

Ezher mümessillerinin mütalaaları, İslâm hukukunun yüksekliği ve içti­maî ha­yatı en mükemmel bir surette mütekeffil bulunması hususunda konfe­ranstaki Av­rupalı azanın takdirlerini celbetmiş, bunun neticesinde konferan­sın bütün azası, rey birliğiyle aşağıdaki maddeleri karar altına almışlardır:

1- Şeriat-ı İslâmiye (İslâm hukuku), umumi hukukun (mukayeseli huku­kun) kaynaklarından biridir.

2- İslâm hukuku canlıdır, tekâmüle salihtir.

3- İslâm hukuku, bizatiha kaimdir, başkalarından alınmış değildir.

4- Birinci mevzu (yani İslâm hukukundaki mes’uliyet bahsi) konferansın siciline Arapça ile tescil edilecektir. Bu, kendisine müracaat edilmek için ha­zırlanan mec­mua-i ilmiyede de nazara alınacaktır.

5- Arapça, konferansta istimal edilecek ve müstakbel devrelerde de buna de­vam edilmesi tavsiye olunacaktır.

Velhasıl: İslâm hukukunun bu müstakil, yüksek mahiyeti; onu güzelce tedkik eden zatlar tarafından her zaman itiraf edilmektedir. Ancak şunu da ilave edelim ki:

İslâm hukuku, kudsî ve istisnaî bir mahiyeti haizdir; bunun başka hukuk müessese­lerinden istifade etmiş olması düşünülemez. Fakat Avrupa hukuk, alel-ıtlak İslâm fıkhından ve bilhassa Endülüs’te ve Afrika’da ziyade intişar cihetiyle Malikî fıkhın­dan pek çok müstefid olmuştur.”

Hem yine aynı eserin baş kısmında, o günün İstanbul Üniversitesi rek­törü Ord. Prof. Dr. S. S. Onar, Hukuk-u İslâmiye hakkında şu itirafta bulunuyor:

“Hak ve adaletin en büyük ve feyizli kaynaklarından olan İslâm hukuku asır­larca en medenî milletlerin ihtiyaçlarına cevap verdiği halde bugün mu­kayeseli hu­kuk sahasında lâyık olduğu yeri alamamış bulunmaktadır.

 

Hayat şartları birbirinden farklı ve ayrı ayrı medeniyetlere sahip olan Türk, Arap, İran, Hint gibi müteaddit İslâm milletlerinin içtimaî bünyelerine uymuş ve ihtiyaçlarına cevab vermiş olma­sına ve bugün de içinde adalet ve faziletin en esaslı hükümleri saklı bulunmasına rağmen mukayeseli hukuk sahasında ve hukukun tekâmülünde bugün bir rolü bu­lunmaması, hukuk ilmi namına esefle karşılanmak icabeder.

Bugün İslâm hukuku esaslarının meydana konması, bunların ehemmiyet ve kıymetlerinin dünya hukuk âlemi ve ilmi içinde belirtilmesi, bu ilmin inki­şafı bakı­mından büyük bir hizmet olacaktır.

Mazide İslâm hukukunun gelişmesinde ve hâdiselere tatbikinde büyük hizmet­leri dokunmuş olan Türk hukukçularına bugün de bu hukukun za­manın kıymet hü­kümleri dahilinde tetkik ve izahı vazifesi düşmektedir. Fa­kat bu mühim işe başla­mak için seleflerimizin bir bahr-i bîpâyan diye tavsif ettikleri fıkıh ilmini, İslâm hu­kukunu bütün incelikleriyle ortaya koymak lâ­zımdır.”

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayınlarından “Hukuk Tari­hinde İslâm Hukuku” namındaki eserinde Ord. Prof. Sabri Şakir Ansay şunları kaydeder:

“İslâmda din, hukukun da kaynağı olmaktadır; dinî ve hukukî işler, da­ğılmaksı­zın ayrılmayacak surette birbiri içine sokulmuştur. Hukuk ve din hükümleri birlikte bütün halinde İslâm şeriatının muhtevasını teşkil etmiştir. İslâm hukukçuları, dinî, siyasî, ahlâkî, iktisadî ve zekat gibi mâlî meseleleri, hatta muaşeret âdabı münase­betlerini, dinî bir damga ile din çerçevesi içine almış, bunlara aynı dinî değer ve tak­diri vermiş, hepsini dinî gerekçe altında bir tutmuştur.” (sh: 5)

“Mecelle’nin l. maddesine eklenen şu fıkralar, hukukun dinî telak­kisini açıklar:

“İnsan tabiatça medeni olduğundan öbür hayvanlar gibi tek başına yaşama­yıp bir medeniyet çevresi içinde toplanmağa ve birbiriyle bir­leşmeğe ve yardımlaş­mağa muhtaçtır. Halbuki kişi kendi hoşuna giden şeyi ister ve hoşlanmadığı şeyi iter olduğundan, aralarında adalet ve düzenin bo­zulmaması için gerek evlenme ve gerek yardımlaşma ve birleşme hususla­rında bir takım tanınmış şer’î kanunlara muhtaç olur ki, birincisi fıkhın münakehat ve ikincisi muamelat kısmıdır. Medenileşme işi­nin böylece de­vam edebilmesi için ceza tertibi lâzım gelip, bu da fıkhın ukubat kıs­mıdır.”

Kur’an, İslâmın baş kitabıdır; şeriatın, İslâm kanununun asıl kurucusu Al­lah’tır.” (Aynı eser, sh: 10)

İlk neşri 1936’da T.C. Diyanet İşleri Reisliği tarafından yapılan “Hak Dini Kur’an Dili” tefsirinin l. cildin 126. sahifesinde şu kaydı görüyo­ruz:

“Her kanun-u Hak, bir vaz’-ı İlahî olduğundan müstakimdirler. Vaz’-ı beşerî olan kanunlar ne ilim, ne din hiç biri olamazlar.

Bunlar ilim nokta-i nazarından ba­tıl, din nokta-i nazarından şer teşkil ederler ve gayr-i müsta­kimdirler.

Bunun için beşerin hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanunu vaz’etmek değil, Hakk’ın ka­nunlarını arayıp bulmak ve keşf ü izhar etmektir.

Arşimet, müvazene-i mayiat ka­nununu; Nevton, cazibe kanununu; Aristo, tenakuz kanununu vaz’ettiler demek doğru olmadığı gibi; Ebu Hanife Haz­retleri de kıyas-ı fıkhî kanunlarını vaz’etti de­mek doğru değildir.

Bunlar onla­rın vaz’ı olsa idi, eğri ve yalan olurlardı. Doğru ol­maları kanun-u Hakk’ın keşfine mazhar olmalarından naşidir. Bunun için ülema, mucid değil, kâşif ve müzhirdirler. Zira kanun-u Hakk’ın hafi olanları da vardır.”

HUKUK-U UMUMİYE VE ŞAHSİYE OLARAK İKİ NEVİ HUKUK

“Nasıl “Hukuk-u Şahsiye” ve bir nevi Hukukullah sayılan “Hu­kuk-u Umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesail-i şer’iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma umumiyet itibariyle ta­alluk eder ki; onlara “Şeair-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şearini umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür.” Mektubat ( 396 )

Hukukta büyük ehemmiyeti haiz olan hukuk-u ibada (kul hakkına) gayet dikkat edilmesini dinimiz ısrarla emreder. (T.T. 5. cild. sh: 42,2.bölüm)

Tahakküm ve istibdadı kaldırıp sülh-u umumiyi temin etmekle muvazzaf olan Muhammed (A.S.M.), bin dörtyüz sene ev­vel irad ettiği ve bütün müslümanlara hakiki hukuk-u insaniyeyi beyan eden Veda Hutbesiyle, insanlık umdelerini tesbit ve ilan etmiştir.

HUKUKTA EŞİTLİK

Hürriyetin getirdiği müsavatı yani eşitliği her sahada eşitlik zannedenlere karşı Bediüzzaman Hazretleri der ki:

Sual: Gayr-ı müslimlere nasıl müsavi olacağız?

Cevab: Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir; hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden men’etse; nasıl Benî Âdem’in hukukunu ihmal eder? Kellâ …

Biz imtisal etmedik. Evet İmam-ı Ali’nin (R.A.) adi bir Yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyubi’nin miskin bir Hristiyan ile mürafaası sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.” (Mün.24)

HUKUKUN HÂKİMİYETİ

Ekseriyeti müslüman olan cemiyetlerde laikliğin en dikkati çeken tarafı, laik ve antilaik grupların mücadelesine sebeb olmasıdır. Zira laiklik en müşterek ta­rifi ile, devletin dinî hukuka dayanmaması demek olduğundan böyle bir devlet şek­linin tasvibi ve kabulü; her hususta Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek demek olan iman hakikatıyla te’lif edilememektedir. Bu durum ise, din ve vicdan hürriyetine zıd olduğu gibi böyle cemiyetlerde idare eden­lerle edilenler arasına da mutabakat sağla­namaz ve içtimaî keşmekeşlere se­bebiyet veren bir nevi mübareze devam eder, gi­der.

HAL ÇARESİ REFARANDUM

Böyle durum karşısında, ya ilim ve ihtisas ehli tarafından meselenin vu­zuha ka­vuşturulması veya serbest ve açık referanduma başvurulması gibi hal çaresini ara­mak yerine; laikliği dine muhalefet manasında ve baskı metodlarıyla icra etmek yo­luna gitmek, gerginliği daha da arttırır.

Ya laik rejimin dine aykırı düşmediği, dinî delillerle isbat edilmeli (ki, bu yol İs­lâm dinine göre mümkün değildir) veya demokrasinin kabul ettiği hür­riyet verilme­lidir. Yani, demokrat memleketlerin anayasalarında demokrasi­nin değişmez esasla­rından olan seçim -yani milli irade hâkimiyeti-, hukukun hâkimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve söz hürriyeti, hürriyet rejimi için yeterli bulunmaktadır.

Bunla­rın dışında millet ekseriyetinin kabul etmiyeceği bir hükmün, azınlık tarafından zorla getirilmesi, halk ekseriyetine dayanmak demek olan Cumhuriyete aykırı düşer. Kaldı ki İslâm Dini, seçim sistemini kabul eder. Vicdan hürriyetini ge­tirmiştir. Hukukun hâkimiyeti ise, İslâm’da bir esastır. Kur’an (6:57) (12:40, 67) ve emsali âyetlerin bildirdiği gibi, hüküm yalnız Allah’ındır. İnsan o hükümlerin tatbikatçısıdır, hukukun üstünde iktidarı yoktur.

İslâm Dini 1400 sene evvel vahşet hayatını değiştirip, kavinin zaife hâ­kim ol­masını kaldırıp, hakiki medeniyet ve hukukun hâkimiyetini getirdiğin­den, demokra­sinin İslâm Dinine mani olması değil, belki ciddi bir hürmet etmesi gerektir.

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …