Risale-i Nur Hizmet Mesleğinde
19- HUBB-U CAH’I (makam sevgisini) TERK ETMEK ESASTIR
Maddî ve manevî makam sevgisi ve şöhret hırsı olan bu his, hizmet-i diniyede terk edilmesi düstur halinde nazara verilen bir esastır.
Hubb-u cah hissinin getirdiği büyük mes’uliyetler:
1- «Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen, hizbü’l-Kur’ân’ın fedakâr hâdimlerini hubb‑u cah vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki:
İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah denilen
· hırs-ı şöhret ve
· hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen
· riyâkârâne halklara görünmek ve
· nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya,
ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder.
Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani, bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihtimalidir.
Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dostlarımı o suretle çektiler, mânen onları tehlikeye attılar.» (HAŞİYE) (Mektubat sh: 412)
2- «Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bu hubb-u cah cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiyelerineehl-i dalâletin propagandacılarına veya şeytanın şakirdlerine deyiniz ki: veya
“Evvelâ rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmânî ve kabul‑ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.”» (Mektubat sh: 413)
Kesret-i etbaa isteği, cemaati kendine bağlama hissi, hubb-u cah’a mağlubiyetin fiilî bir tezahürüdür:
3- «Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i istimale ve dolayısıyla ihtilâfa ve rekabete sevk eden, âhiret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevap ve vazife-i uhreviyede kanaatsizlik cihetinden ileri geliyor. Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler” diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muavenetine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârâne vaziyet alır. “Şakirdlerim niçin onun yanına gidiyorlar? Niçin onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enâniyeti oradan fırsat bulup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha temayül ettirir, ihlâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.
İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş maraz-ı ruhanînin ilâcı şudur ki:
Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.» (Lem’alar sh: 151)
4- «Hubb-u cahtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihâsı zedeler.» (Lem’alar sh: 165)
Şahsiyet kazanma sâikasıyla hizmette rekabet yapmak, sırr-ı uhuvvetin yokluğuna alâmettir:
5- «Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip HAŞİYE onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâbeynimizde bu nevi hubb-u cahtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün münâfidir.» (Lem’alar sh: 165)
Cemaat içinde temayüz edip kendini beğendirme ve teveccühü toplama tavır ve davranışları, hubb-u cah ve hırs-ı şöhret hastalığının fiilî tezahür ve emareleridir.
6- «Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riya eder.
Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de fenâ fi’l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı maneviyesi içinde eritip öyle davrandığı(Kastamonu Lâhikası sh: 184)
7- «En zayıf bir damar-ı insânî olan “şan ve şeref ve rütbe” noktasında bana çok elîm bir tarzda o zayıf damarımı tutmak için emredilmiş. İhanetler, tahkirlerle, damara dokunduracak işkencelerle dahi hiçbir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat’iyen anladılar ki, onların perestiş ettiği dünya şan ve şerefini bir riyakârlık ve zararlı bir hodfuruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri hubb-u cah ve şan ve şeref-i dünyeviyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihette divane biliyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 244)
Kısmen nakledilen mezkûr sarih beyanların kat’i bir neticesi olarak hubb-u cah’ı ve onun tezahürü olan tavır ve hareketleri terk etmek bir esas ve şarttır. Aksi halde hizmete büyük zararlar gelmesine vesile olunur.
HAŞİYE O biçareler, “Kalbimiz Üstadla beraberdir” fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki, ehl-i ilhâdın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın “Kalbim sâfidir, Üstadımın mesleğine sadıktır” demesi bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu” denildiği vakit, o diyor: “Neden namazım bozulsun? Kalbim sâfidir.” (Bediüzzaman)
HAŞİYE Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir. (Bediüzzaman)