Fethullah Hoca’nın Gazetelerde Çıkan Beyanat ve İddialarına Risale-i Nur Ölçüleriyle Cevaplar (Yıl 1995)

İlk aslı 28.7.1995’te Hürriyet ve Sabah gazetesinde yayınlanmış olan görüş ve düşüncelerin, zaman zaman diğer gazetelere de hatta kitaplara da yansıyan ve tekzip edilmeyen anlayış şekline verilen cevapların ilk metni bunlardır.

İttihad Yayıncılık – İstanbul

FETHULLAH HOCA’NIN GAZETELERDE ÇIKAN BEYANATLARINA VE İDDİALARINA

RİSALE-İ NUR ÖLÇÜLERİ İLE VERİLEN CEVAPLAR

1. Hoca, Zaman Gazetesi’ndeki bir iddiasında:

“Başörtüsü, tesettür füruattır. Temel mes’eleler varken füruatın kavgasını vermek, üslub bakımından yanlış…” diyor. (Zaman)

Hürriyet Gazetesinde ise, “Kadının başını örtme meselesi, bir iman meselesi ölçüsünde önemli değildir. Allah’a karşı kulluk, umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arzetmez bunlar. Teferruata ait meselelerdir….” (Hürriyet)

Bediüzzaman Hazretleri ise tesettüre;

«Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarı…» (Kastamonu Lahikası sh:262) demekle füruat değil, aksine ehemmiyetli bir esas olduğunu nazara veriyor.
Evet âhirzaman fitnesi­nin açık-saçıklıkla hayasızlaşan kadınlardan çıktığına dikkat çeken Bediüz­zaman Hazretleri diyor ki:

«Ahirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisa­iye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor…

Bu zamanda zındıka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebe­sinde, nefs-i emmarenin planıyla, Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık ba­cağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar.» (Gençlik Rehberi sh:23)

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedan, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor.» (Gençlik Rehberi sh:16)

Demek tesettür mes’elesinin füruat olması şöyle dursun, ahkâm-ı kat’iye-i Kur’aniye arasında hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Bu sebebledir ki:

«O fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr bir şahs-ı manevî» (Gençlik Rehberi sh:17) cereyanı, açık-saçıklığı, terk edilmez ve ettirilmez bir ifsad prensibi olarak esas alır ve din ve vicdan hürriyetlerini açıkça çiğnemek ba­hasına olarak o yolda yürür ve bütün imkânlarını kullanır.

Risale-i Nur’un mezkûr beyanı ve irşadıyla anlıyoruz ki, nass-ı âyetle farz olan tesettürün terki, haram olmakla beraber, âhirzaman fitnesine ve dolayı­sıyla âlem-i İslâm’ın mahvına vesile oluşu gibi verdiği vahim neticesi itibariyle kazandığı haramiyet vasfı, tarif edilemez derecededir.

Bu gibi sebebler iledir ki Bediüzzaman Hazretleri günah ve bilhassa açık-saçıklıkla işlenen haramlardan kaçmak demek olan takvayı esas alır ve der ki:

«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâ­lih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.

Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak ge­rektir.» (Kastamonu Lahikası sh:148)

Netice olarak deriz ki: Şeair hükmüne geçmiş olan tesettürün fitneyi önle­yici önemini anlatmak, bir hocanın asıl vazifesidir.

2. “Atatürk idarî ve askerî bir dahiydi. Zaman Gazetesi’nde Atatürk’ün fotoğrafının silindiğini görünce hemen telefon ettim ve “Bu bir rezalettir” dedim. Bu işi yapanı işten çıkardılar. (Hürriyet)

Atatürk’ü medih makamındaki bu ifadelerinde samimi ise, Allah korusun. Yok, takiyye yapıyorsa, bunu masonların yutması mümkün değil.

Ne garib bir anlayış ki matbuatta çıkan bazı yazılarda, malum ifsad cere­yanı ve mensublarının övülmesi ve onlara dostluk gösterilmesini meşru gös­termek için mevhum hikmetler anlatılırken, firavun ve Ebucehil gibi kimselere güya yapılmış olan yumuşak davranışlar örnek gösterilir. Yani bizim davranış ve tutumumuz da o cinstendir demek istenir.

Peki, sizin aldatmak istediğiniz bu kimseler, kendilerini firavun-meşreb gösteren bu yazılarınızı okumuyorlar mı? Okuyarlarsa, kim kimi aldatıyor? Yoksa millet kopkoyu cahil olup bu basitlik ve mantıksızlık veya içtimaî sah­nede oynanan ve oynattırılan dramı anlamayıp yutarlar mı zannediliyor? Heyhat!

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«… bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim; eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtu­lacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za’fmızdan, teberrinizden cesaret alır, daha ziyade ezer.» (Tarihçe-i Hayat sh: 431)

Hoca bu sözleri ve davranışıyla, Mustafa Kemal taraftarlarına yaklaşmış ve milletin de bunlara yanaşıp dost olmaları için malûm sol cereyanın neşriyal imkânlarıyla geniş çapta telkinde bulunmuş oldu. Bediüzzaman ise hayatı boyunca her türlü meşakkatlere, hapis ve zindanlara tahammül ederek asla onlara yanaşmamıştır.

Bununla alâkalı kısımlardan birkaç kısa parçalardan bazı cüz’î numuneleri aynen şöyledir:

«Bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslama ve is­tikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı.

Şimdi ihtiyarımızın hari­cinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i me­rak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, Din-i islâm cihetiyle yine ucuzdur.

Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidaddan en mütemerridleri bir derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve cür’etkârane tecavüzlerini ta’dil eder. Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle:

“Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun!” ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümid ediyorum.» (Şualar sh:338)

«Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kenıal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyor­lar…

kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalı­şan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum…

Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır…

ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet et­tiğim o ordunun dostluğunu aldım.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:284-285)

«İşte hak ve hakikatin bu düstur-u esasiyesine bütün bütün muhalif olarak müsbet terakkiyat ve hasenat o müdhiş başlara ve menfi icraat ve seyyiat bîçare milletlerine verilmesiyle; nefret-i âmmeye lâyık olan o şahıslar, -istidrac cihetiyle- ehl-i gaflet tarafından bir muhabbet-i umumiyeye mazhar olurlar.» (Şualar sh:594)

«Denizli Müdafaatında izahı ve isbatı bulunan bir mes’elenin kısacık bir hülâsasıdır.

Bir dehşetli kumandan deha ve zekâvetiyle ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden dehşetli bir zulüm ve hilaf-ı hakikat ol­masından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sabık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumiye dedim: Gerçi onu hadîslerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise birtek dostun için Kur’anın bayrakdan ve âlem-i İslâm’ın kahraman bir kumandanı olan or­dunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun.” de­dim, tnşâallah o müddeî insafa geldi, hatadan kurtuldu.» (Şualar sh:378)

Demek onu medhetmek, orduyu ve ecdadı zemmetmektir, hem bir önceki ifade ile de, hain-i millet vasfıyla tavsif olunuyor.

«Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlub olduğunuz zaman, kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırnyla; dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir.» (Mektubat sh:424)

Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı cereyana hitaben diyor ki:

«O zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar de­diler: “Sen yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıya­fetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi.” Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rı­zasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sar­hoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i şer’iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.» (Şualar sh:290)

«Madem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazı­rız!» (Şualar sh:280)

«Kardeşlerim! Madem bir kısmın mahiyetleri bu tarzdır; on­lara, o kısma teslim olmak, bir nevi intihardır; İslâmiyetten pişman olmaktır, belki dinden insilah etmektir.» (Şualar sh:335)

Yine aynı muhatablarına hitab eden ve onlardan uzak durduğunu anlatan Üstad Bediüzzaman’m hitabının bazı ifadeleri de aynen şöyledir:

«Evet hakikî Türklere pek hakikî dostane ve uhuvvetkârane münasebetdar olduğum halde, böyle sizin gibi firenk-meşreblerin Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur.» (Mektubat sh:430)

«Herbir hükümette muhalifler var. Asayişe ilişmemek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar; elbette bin üçyüzelli senedej ecdadımızın mesleğinde ve Kur’anımızm daire-i terbiyesinde ve her zamanda üçyüzelli milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bakiyesine çalışmayı terkedip; gizli düşman­larımızın icbarıyla ve desiseleriyle fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihane bir medeniyetin ahlâksızcasına belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyane kanunlara, düstur­lara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre mikdar in­safı bulunan hiç bir insan bunları onlara kabul ettirmeğe cebret­mez. Yalnız o muhaliflere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemi­şiz.

îşte bu hakikata binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itiba­riyle amel etmiyoruz.» (Şualar sh:394)

3. “Allah da bana, benim için ızdırap kaynağı olan “…cı”yla “…cu”yla ceza veriyor, bu “…cı’yı “…cu”yu bir ölçüde atabilirsem…(Hürriyet)

“Aslında “…cı” dan, “…cu” dan rahatsız oluyorum. Çünki bunlar toplumu bölücü şeylerdir.” (Hürriyet)

Cemaatleri ve bilhassa dinî cemaatleri ifade etmek için kullanılan “…c.ı” dan, “…cu” dan rahatsız olduğunu söyleyip bunları bölücülükle itham eden hoca, bu ifadeleriyle bilhassa Risale-i Nur’u ve Hazret-i Bediüzzaman’ı tenkid etmiş oluyor. Zira Türkiye’de bu tenkid tarzıyla dinî cemaatlar kasdolunur ve ekseriyetle dine muhalif olan taraf kullanılır. Solcular hakkında ise daha çok “…izm”, “…izimler” kullanılmıştır. Eğer Bediüzzaman da “…cı, …cu”ları iste­mez deniliyorsa “Nurcu” ve “Nurcu”lar, Risale-i Nur’da müsbet manada çok miktarda geçer. Meselâ:

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

Merak etmeyiniz, biz inayet altındayız. Zahiren zahmetler al­tında rahmetler var. Ehl-i vukufu mecbur etmişler ki, bir parçasını çürütsünler. Elbette onların kalbleri Nurcu olmuş.» (Şualar sh:514)

Yine ehl-i vukufa hitab ediliyor:

«Benim bedelime siz, Risale-i Nur’un bir kısım mühim fıkrala­rını neşredip bir cihette Nurcu olduğunuzu isbat ettiniz.» (Şualar sh:429)

«Biz de bir hiss-i kablelvuku’ ile hissediyoruz ki, ileride bu kü­çük masum mahluklarda büyük Nurcular çıkacak. Ve ileride Nur’un has şajsirdleri olacak ki, bu vaziyeti gösteriyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-II sh:102)

«Pek çok mahpuslar Nurlara ve Nurculara cidden alâkadarlık sebebiyle tamamıyla ıslah-ı hal edip vatan ve millete değil muzır, belki birer hizb ve uzv-u nâfi’ hükmüne geçtiler.» (Emirdağ Lâhikası-II sh:50)

Daha bunun gibi hayli örnekler vardır.

O halde “…cı, …cu’lardan rahatsız olmak ve bölücülükle itham etmek, Ri­sale-i Nur’a ve Hazret-i Bediüzzaman’a dokunmaz mı?

Hem de bu “…cı, …cu’ları kaldırmak istemek, Âdem Aleyhisselâmdan beri kıyamete kadar devam edecek olan iman-küfür mücadelesini, yani en geniş tekâmül kanunu olan mübareze kanununu kaldırmak istemekle, hak-batıl karması olan decliyete kuvvet vermek gibi acib bir iddia olmaz mı?

Hem eskidenberi asıl bölücü olan muarızlar tarafından “…cı, …cu”larda ve bölücülükle itham edilmek istenen dinî cemaatler, asırlardan bu yana de­vam edip gelen ve İslâmiyete büyük hizmetler veren müslümanların faal kıs­mıdır, bu cemaatları âyet ve hadîsler, te’yid ve teşvik eder. İslama verilen za­rar cemaatların varlığından gelmez. Belki dehşetli zararlar; meslek taassubu ve tarafgirliği ve şer’î delillere dayanmayan menfi tenkidler ve bulaşılan bid’aları hizmet namına meşru göstermek için cerbezeli te’villerle yapılan neşriyat ve reislik hırsına kapılmak gibi davranışlardan geliyor.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözünü de söylettirir.» (Hutbe-i Şâmiye sh:99)

Demek müsbet dinî cemaatlar, hizmet-i diniyede gayretin artmasına sebebdir. O halde cemaat ve cereyanların varlığını değil, ihtilafa sebeb olan mezkur manadaki menfî davranışları ıslah niyetiyle ve hakaik-ı diniyeyi muhafaza kasdıyla ve ilmî ve şer’î usûle uygun tenkidler, yani tashihler yapılır. Böyle tenkidler, müslümanlar arasında bir gıybet ve ihtilaf değil, bir vazifedir.

Bediüzzaman Hazretleri bu şer’î kaideyi nazara verip der ki:

«Saik-i tenkid, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i sâlihînin tenkidleri gibi.» (Sünuhat Tuluat Işarat sh:91)

Evet «En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar.» (Hutbe-i Şamiye sh:140)

Amma bu “…cı, …cu”lardan yalnız şer cereyanları kasdediliyorsa, bunu açık ifade etmek zarureti var. Çünki Türkiye’de bu itham ifadesini ekseriyetle dine muhalif olanlar kullanırlar. Mes’elenin garib tarafı, rahatsızlık eğer kıya­mete kadar devam edecek olan bu cereyanlardansa, o halde onlara gösteri­len dostlukla bu üzülme tezad teşkil etmesidir.

«Evet inkâr edilmez ki; kâinatta dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir.» (Tarihçe-i Hayat sh:241)

dendiği gibi bu iki mütezad cereyanın varlığı devam edecektir. O halde âlem-i İslâm’a yapılması emredilen dostluk ve kardeşliği, dost görünen sinsî düşmanlara çevirip onlarla dost olmak Kur’an: (3:118) (4:144) (5:151) ve em­sali âyetleriyle bildirilen şiddetli tehdide girer.

Avam tabakasına, hâmiyetkarlık edasıyla ve halâskarlık tantanalarıyla gö­rünüp sinsice ifsad eden cereyana hitaben Bediüzzaman Hazretleri der ki:

«Altıncı kısım ki, gençlerdir. Onlann iyilerine karşı ciddî uhuv­vetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dost­luğumuz yok! Çünki ilhada giren ve Türkün hakikî bütün mefahir-i milliyesini taşıyan islâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş firenk telakki ediyoruz! Çünki yüzbin defa Türkçüyüz deyip dava etse­ler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların davalarını tekzib ediyor.» (Mektubat sh:423)

4. “Nereye verirseniz verin, fakat mutlaka oy verin. Bu millet alışsın buna. Demokrasiye alışsın.” (Hürriyet)

5. “Demokrasi bir süreçtir. Geriye dönülmesi mümkün değil. İnanan insanlarda en az başkaları kadar demokrasinin nimetlerinden yararlan­malı.” (Sabah)

Bu iddialara cevab olarak, Ittihad Yayıncılık’ta neşredilen “İslâm ve De­mokrasi” broşürüne havale ederiz.

6. “Atatürk bu milletin başına gelmiş bir insandır. Memleketi idare etmiş. Ona hakaret benim milletime hakarettir… Devletin başına gelmiş bir insana karşı hakaret ettirmem. Dinde herhangi bir insanı yerin dibine batırma gibi bir vazife ve sorumluluk yoktur…. Devletin başından gelmiş geçmiş insan büyük insan demektir.” (Sabah)

Hoca Risale-i Nur’un zıddını söylüyor. Şöyle ki:

«Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle, âlem-i İslâmm nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; başına vurdum. İyi sarstı. » (Mektubat sh:414)

Devlet başına geçen insana büyük demek ile insanın makbuliyetindeki değerlendirmede dinî ölçünün tamamen zıddına gidildiğinden ele alınacak ta­rafı yoktur. Bedihî mes’elelerle meşgul olunmaz. Ancak Bediüzzaman ne demiştir, ona bakalım:

«Yine kararnamenin aynı sahifesinde, Said Nursî’nin mahkû­miyetinin bir sebebi olarak yazmışlar ki:

“Bütün ömrünü Türk vatanının dahilî ve haricî türlü tecavüz­lerden kurtulmasına hasr-ı vakfeden, Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ve Türk istikbal ve istiklâlinin sâdık ve fedakâr hadimi olan Atatürk’ü Süfyan ve İslam Deccalı, tagut, dalalet zındıka komite­sinin firavunmeşreb reisi, ehl-i dalâletin dehşetli şahsiyeti diye vasıflandırmak ve bu suretle her Türk’ün kalbinde kökleşen Ata­türk’ün sevgisini gönlünden sarsarak ve ona âlet olan has adam­larına münafık, mülhid demesi büyük bir suçtur diye mahkûm ediyoruz.”

Cevab: Yine Nur’un hapse girmiş bir kısım talebeleri diyorlar ki: Bu vatan ve milletin istikbalini ve istiklâlini mahveden onun icraatı olduğuna bir delil şudur: Bu vatandaki milletin bin seneden beri Hristiyanm dehşetli umum devletlerine karşı 350 milyon manevî ihtiyat kuvveti hükmünde olan âlem-i İslam bütün ruh u canıyla bu vatandaki millete uhuvveti ve irtibatı ve düşma­nın bu vatana hücumu vaktinde o muazzam manevî ordu ağlaması ve itiraz etmesi içindir ki; 70-80 bir zaman 120 milyon Osmanlı Devleti o dindar raiyetiyle 400 milyon Hristiyan devletlerine karşı istiklâlini, istikbalini muhafaza ediyordu. İşte o reis, bu ihtiyat kuvveti bu vatan ve milletin aleyhine çevirmesi ve bir ci­hette istiklâlini, istikbalini mahvettiği halde; nasıl istiklâl ve istikbalini muhafaza ediyor ve kurtarmış denilebilir?» (Emirdağ Lahika mektublanndan)

Ayrıca, Emirdağ Lâhikası-ll sahife 31’deki “Lozan’ın İç Yüzü” adlı parça ve devamına da bakınız.

AVRUPAPERESTLERE YAKINLAŞMA

Hocanın Zaman Gazetesi’nde yayınlanan çok garib bir iddiasında

«Aslında toplum içindeki firavunlarla dahi uyum içinde yaşamasını bilemeyen böyle bir insanın, şahs-ı manevîyi temsil adına kabiliyetli ol­duğu söylenemez.» diyor.

İddiaya göre firavunlarla uyum içinde yaşamak, dinî üstün bir meziyet diye nazara veriliyor. Mezkûr iddianın Risale-i Nur’la ne kadar tezadî durumda ol­duğunu anlamak için şu ikaz ve derslere bakalım:

Hak ve bâtılın karşı karşıya gelmesiyle meydana gelen mübareze kanunu neticesi olarak ebrarın esrardan nefretle uzak durmaları, sahabeler devrinde en ileri derecede olduğundan sahabelerin üstün bir kemalat kazandıkları, sonraları ise mübareze kanunu zayıflamakla ebrar ve esrar arasındaki me­safe azalarak içice girip, ebrarın esrara karışmasıyla şerre nefret edilemez olup ahlâk-ı içtimaiyenin bozulduğunu beyanla asrımızın dikkatini çeken Hazret-i Üstad diyor ki:

«Sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemalât-ı insaniyenin en a’lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılab-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır orta­sında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. …… Halbuki o zaman­dan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki me­safe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi be­raber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu.» (Sözler sh:489) (1)

(1) “Şualar 587p.l’de beyan olunan dördüncü devrenin ana hususiyeti “vaziyeti muhafazaya çalışır” şeklinde ifade edilmiştir. Yani hak-batıl karması ve ehl-i hak ile ehl-i dünyanın ihtilatı ve dostluğunu telkin edip mezkûr manadaki decliyeti muhafazaya çalışılacak demek oluyor.

O halde 4. devrede muhdes hâdiseler, ekseriyetle bu decliyeti muhafaza maksadına göre ihdas olunur ve hâdisenin arkasından da bütün neşriyat yollarıyla aynı maksada vesile edilecek şekilde o hâdiseler tefsir edilerek telkinler sürdürülür.

Şu halde geniş dairede ihdas olunan hâdisenin arkasında ehl-i nifakın neşriyat ve telkinlerinden maksadlarını anlayan ve aldatılamayan ferasetli mü’minler, şer’î usûle uygun ikazatta bulunmaları gerekiyor.

Risale-i Nur mesleğinde bu ikazlar Risale-i Nur’un dersleriyle ve neşriyle yapılır.

İşte bu derste anlatılan zararlara düşmemek için mimsiz medeniyet ehline yanaşmamak gerektiğine dikkat çeken Hazret-i Üstad şu ikazda bulunuyor.

«Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya da­lalete düşer boğulursunuz.» (Mesnevî-i Nuriye sh:126)

Hattâ Bediüzzaman Hazretleri daha çok zamanımıza bakan ehemmiyetli bir mektubunda eğer ehl-i dünyaya yanaşıp temas etmiş olsaydı binler adamlar Risale-i Nur’a girip neşredeceklerini ve mahkemelerle eziyetler de vermeyeceklerini fakat buna rağmen o ehl-i dünyaya yanaşmamak gerektiğini ders verir ve der ki:

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

[Hem manevî, hem maddî birkaç cihette sorulan bir suale mec­buriyet tahtında bir cevabdır.]

Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmi­yorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur daire­sine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu ka­dar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkureler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İla-hiyeye dayanmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:38)

Ehemmiyetine binaen aynı mes’eleyi teyid eden diğer bir mektubunda şöyle der:

«Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim!

Hem maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas eden­ler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun?……

Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi’ ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücu­muna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermi­yor, onları arayıp tâbi’ olmuyor., tâ avam-ı ehl-i imanın naza­rında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bakiyeden başka hiçbir şeye âlet olma­dığından, fevkalâde kuvveti ve hakikati, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:74)

Şefkat tokatları bahsinde, bahsimizle alâkadar üç numune:

«Şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaata riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan -Cenab-ı Hak afvetsin- mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabas­busa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Kur’an-ı Hakîm’in ruh-u hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.

îşte ben bu kusuruma karşı şiddetli, fakat inşâallah şefkatli bir tokat yedim. Şübhemiz kalmadı ki; bu tokat, o kusura binaen gel­miş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muha­tabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay ka­dar nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da “Bu neden böyle oluyor?” diye esbab arıyorduk. Şimdi kat’î kanaatimiz geldi ki: O hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziya­dır. Tasannu, temellük, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların hakikatlarınm meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu. Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum ki: Bundan sonra Cenab-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu’ ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak, kardeşlerimden dua rica ediyorum.» (Lem’alar sh:44)

«Dokuzuncusu: Büyük Hafız Zühdü’dür. Bu zât, Ağrus’taki Nur talebelerinin başında nazırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyeye ittiba ve bid’alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görme­yerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid’anın muallimliğini deruhde etti. Tamamıyla mesleğimize zıd bir hata işledi. Pek müdhiş bir şefkat tokadını yedi.» (Lem’alar sh:45)

«Onuncusu: Hafız Ahmed (RH) namında bir adamdır. Bu zât, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârane bir surette bulu­nuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya, zaîf bir dama­rından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti. Belki o cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin ve bir nevi mevki kazansın ve dar olan maişetine bir suhulet olsun.» (Lem’alar sh:45)

«Üstadımız diyor ki: Mahkemelerin te’hirinde hayır var. Şim­diye kadar Nur’a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki; bu te’hirde de hayırlar var ki, birisi bu ol­mak ihtimali var:

Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i islâm’da Nurların hakikî ihlasma böyle bir şübhe gelecekti ki: ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuş­lar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmi­yorlar, za’f gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük za­rar olduğu için bu te’hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri (şimdi yetmiş seneden beri Naşir) İslâmiyetin şiarına mu­halif şeylere baş eğmiyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-II sh:107)

Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:

Yani: Üç kimseye hürmet yapılmaz: Fışkı açık işleyen fasık, hevasına uyan kişi, zalim hükümdar.» (Rumuz-ul Ehadîs sh:267)

Diğer bir hadiste de şöyle buyuruluyor.

Yani: Bir kimse bir sahib-i bid’atı ağırlarsa, İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.» (Beşyüz hadîs sh:481)

Bu ve benzeri hadislerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, mil­letçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve mü­samaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hattâ cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir.

Ehl-i dünyaya yanaşmamakla beraber, menfi tarzda dahi meşgul olmamak hakkında bir sual ve cevabı:

«Üçüncü vehimli sual: Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?

Elcevab: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dün­yadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyo­rum. Fakat karışmıyorum. Çünki ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşün­meye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil! Çünki idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde “kalb de bizi sevsin” demeye…» (Mektubat sh:68)

Hazret-i Üstad hükümete müracaat etmemesinin sebeblerinden birini anla­tırken der ki:

«Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; çünki onlar da bilirler ki, siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçı­yorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zendeka hesabına, benim dine merbutiyetinıden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara mü­racaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zendekayı okşamak demektir.» (Mektubat sh:74)

Bid’alardan uzak durmak zarurî iken, aksine hareketle ehl-i dalalete safdilane taraftarlıktan gelen musibet-i amme hakkında Hazret-i Üstadın bir ikazı:

«Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnet’in selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikâre kabulleri görünme­mesine hususî iki sebeb ihtar edildi:

Birincisi: Bu asrın acib bir hassasıdır. (Haşiye: Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.) Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adam­dan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âm­menin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i îlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kafiye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinaye­tini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa baş­kalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bak­mağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.» (Kastamonu Lahikası sh:25)

Bu hareket tarzı, bir nevi şerre dua ve davet demektir.

Evet Kur’anda zikredilen bu şerre dua meselesi ise, bilhassa asrımızda bazı safdil müslümanlarm çok garib bir halidir. Şöyle ki:

Yani: “İnsan hayra dua eder gibi, şerre dua veya şerri davet eder.

Sanki o büyük ecre dua ediyormuş gibi, o elîm azaba dua eder. Veya ef aliyle o azabı davet eyler.»

Yani bid’atlara müsamaha gösterir ve ihtilat edilirse, içtimaî hayata sirayet eder ve fitne şiddetlenir.

Evet «Binler müslümanlarm hayat-ı ebediyelerini mahve­den ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günah­lara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir ga­dirdir.» (Kastamonu Lahikası sh:75)

Gizli ifsad cereyanının bir de hulul plânları vardır. Yani dine dostluk kisvesiyle suret-i haktan görünüp ve dine hizmet perdesi altında yavaş yavaş bid’alara alıştırmakla veya ihtilaflara sebebiyet verip ifsad etmeye çalışırlar. Bu nifak tarzındaki ifsadın hücum tarzından daha fena olduğunu bildirip ikaz eden Hazret-i Üstad diyor:

«Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vaz­geçip, dostane hulul edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizme­tinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.» (Kastamonu Lahikası sh:147)

«Bazı da dost suretinde hulul edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar. “Aman, aman Said’e yanaş­mayınız! Hükümet takib ediyor” diye zaîfleri vazgeçirmeye çalışı­yorlar. Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar.» (Emirdağ Lahikası-I sh:125)

«Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladı­lar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarmdan ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damar­larından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yo­lunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.» (Tarihçe-i Hayat sh:690)

NETİCE:

Onüçüncü Lem’anın Beşinci işaret’inde nazara verilen insanın acib hissiyatının garib hallerini ehemmiyetle nazara alıp, kişiler hakkında menfî hüküm­ler vermede çok dikkatli olmak gerektiğinden kişilerin şahsıyla meşgul olma­mak ve düşmanlık yapmamak lâzımdır. Ancak kişilerin zahir hal ve hareketle­rinde görülen hatalar, yani şer’î ahkâma açık muhalefetler tenkid edilip ahkâm-ı şer’iye muhafaza edilmelidir ve bu bir vazife-i diniyedir. Garazkârlık ve kindarlık kaldırmaz.

Bu zât kendi istek ve tercihiyle geniş dairede hizmet etmek istiyor. Fakat Nurculuk hizmetinin namına konuşmalarını, beyanlarını kabul etmiyoruz. Mezkûr faaliyetleri de kendi tercihleridir. Risale-i Nur’da beyan ve izah edilen Haslar dairesinde Nur-İman hizmetkârlarının takib ettiği hizmet düsturlarına ve İttihad-ı İslâm ve ehl-i imanın uhuvveti prensibine çok defa zıt hareket ediyor. Bu yüzden mezkûr beyanlarına hakiki Nur Talebeleri kesinlikle iştirak etmiyorlar.

Kontrol et

İTTIHAD YAYINCILIĞIN GAYE VE HEDEFLERİ

İttihad Yayıncılığın neşriyatta gaye ve hedefleri… 1. Türkiye’nin ve Âlem-i İslâm’ın en büyük ve temel …