Faiz Sistemi, Bankalar ve Dünyanın Hali


FAİZ (RİBA), BANKALAR VE DÜNYANIN HALİ

-Şu âlemin ihtilâli nedir?

-Sa’yin sermaye ile mücadelesidir.

Acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?

Evet vücûb-u zekat, hurmet-i riba, karz-ı hasen şerait-i sulhiyedir. Şu riba taşını altından çeksen, şu zalim medeniyet kasrı çökecektir.”

(Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediyye sh: 80)

(Faiz) Kelime manasıyla bir şeyin artması, çoğal­ması. Muamelede meşru miktardan tecavüz. Verilen borç para veya mal karşılı­ğında kâr isteyip zarara ortak olmamak suretiyle hasıl olan haram ka­zanç.

Fıkıhta: Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı, aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin veya veresiye değiştirmektir.

“Riba bir akid (karşılıklı anlaşma) zımnında olur. Bir akidde cins ve miktarı müttehid iki mal birbirine tekabül ettirilerek mübadele edilmiş olduğu halde, arada bir tarafa bedelsiz bir fazla tahakkuk etti mi, işte bu bir ribadır ki, bedelli olmak üzere verildiği halde karşılığı yoktur.

Meselâ, birine bedelini bilahare almak üzere karzan (borç olarak) on lira verdiniz. Bir müddet sonra on lira yerine, on lira on kuruş ge­tirip verirse, bu on kuruş açıktan, bedelsiz verilmiş bir ziyadedir.

İşte âyet nazil olduğu zaman böyle altın veya gümüş nukud ikrazı (nakit borç vermek) ile riba, (faiz) devr-i cahi­liye Arablarında bilinen uygulama şekli idi.

Biri diğerine bir va’de ile altın veya gümüş bir miktar para ikraz (borç) eder ve o müddet için miktar-ı istikraza, (borç miktarına) aralarındaki tera­ziye (yani, karşılıklı rızaya) göre bir miktar ziyade de şart eylerdi. Her hangi bir borçta va’de hulul (girdiği) ettiği zaman, borçlu borcunu veremezse alacaklısına “veremiyeceğim, irba et, yani arttır” derdi. Yine bir miktar daha riba zammedilir (faiz ilave edilir) ve bu suretle va’de yenilendikçe borcun miktarı artardı. Her va’denin tecdidinde (yenilenmesinde) zammedilecek ribanın yalnız re’s-ül mal (ana mal) hesabiyle veya evvelkinin re’s-ül male zammiyle mecmuu üzerine yürütülmesi de şekl-i teraziye (karşı­lıklı rıza şekline) tabi olurdu ki, zamanımızda birisi basit faiz, biri mürekkeb faiz (bileşik faiz) demektir. Dünyanın bugünkü faiz muamelatı da mahiyeten devr-i cahiliyenin bu âdetinden başka bir şey değildir.

Ribanın ziyade-i nukuda mütearef olan bu manası, şer’îde diğer emvale ve nesiyeye dahi tatbik olunmuştur. Nitekim muamele-i sarrafiyeden mücerred nesiye yani veresiye, başlı başına bir ribadır.

Kezalik hurma, tuz, altın, gümüş, hasılı altı şeyi aynı vecihle sayan meş­hur hadis-i şerifte fadıl (artış, fazlalık), hem yeden biyedin (elden ele) peşin ve hem mislen bimislin (aynı cins ve aynı miktar) müsavi mukabili olduğun­dan, müsavi olduğu halde peşin olmamak suretiyle tahakkuk eden fazlın (ar­tışın) sırf veresî olmaktan ibaret ziyade-i hükmiyeye şümulü müttefekun aleyhtir.

Hazret-i Ömer demiştir ki: “Riba âyeti, Kur’anın en son nazil olan âyet­lerindendir. Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) bunu bize ta­mamen beyan etmeden irtihal etti. Binaenaleyh ribayı ve ribeyi bırakınız. Fı­kıhta “şüphe-i riba ribadır, zira ribada şüphe müteberdir” diye bir kaide var­dır.

Herhangi bir cemiyette faizsiz yaşanamıyacağı hissi çoğalmaya ve faizin meşruiyetine çareler aranmaya başlandı mı, orada sukut ve inhitat ve devr-i cahiliyeye irtica başlamıştır. Iztırar ise ibaha kapısını açar. Bugünkü cemiyet-i beşeriyenin riba devrinden kurtulabilmesi, ciddi bir salah-ı içtimaî iktisab etmesine mütevakkıftır.” (E.T.952-955)

Kitab-ül Fıkıh Alâ Mezahib-il Erbaa’da Kitab-ül Buyû (alış-veriş) bölü­münün Sarf bahsi (sarraflık, altın ticareti) hakkındadır. S.B.M. 1003-1006. hadisleri ve İ.M. 12. Kitab-üt Ticare, 48-52. babları aynı mevzuya dairdir.

Yukarıda da izah edildiği gibi riba, İslâmda haram olan bir mü­badele şeklidir. Mübadele iki şekilde mümkündür: Birisi, cinsleri farklı malla­rın peşin mübadelesi, ki bu İslâmda helaldir; diğeri de, aynı cins malların mübadelesidir. Bu da iki şekilde olabilir: Ya mübadele edilen aynı cins mallar arasında sayı, ölçü, ağırlık ve zaman unsurları bakımından fark yoktur veya bu unsurlarıyla bir fark vardır. Birinci halde mübadele gereksiz, ikinci halde mübadele riba olduğu için haramdır. Şu halde tek bir mübadele şekli kalıyor ki o da farklı cins malların peşin mübadelesidir.

Para ile her cins mal mübadele edilebildiğinden, para ile mal mübadelesi, farklı cins mal mübadelesi gibidir. Bu sebeple de para ile mal mübadelesi, peşin veya veresiye, meşru ve helaldir.

Demek oluyor ki, fıkıhta yazılı olan şartlara göre, faize girmemek için ağırlık, hacim, cins ve zaman unsurları bakımından eşitlik bulunan eşyanın satılması, alınması ve mübadelesi zaten mevzu-u bahs olmadığına göre (zira veren veya alana göre alış-verişi gerektirecek hiç bir farklılık yoktur), şeriat­taki bu kaidelerin elbette başka hikmeti olsa gerektir. Beşerin iktisad hayatı­nın seyrini de göz önünde bulundurarak, o hikmet veya hikmetlerin bir hakikatı şu olsa gerektir diyoruz:

Beşer hayatındaki temel ihtiyaçlar, müstahsilin istihsaline dayanır. İstihsal ise, başlıca ziraat ile san’ata istinad eder.

Bu istihsalin tevzii de ticarî faaliyetler ile te’min edilir. Ticaretin esası da, istihsalin ihtiyaç mahallerine nakli ile mübadelesidir. Bu mübadelede sonra­ları kolaylık sağlamak için para, bir ölçü olarak kabul edilmiş ise de, istihsal maddelerinin mübadelesinde tam adalet ve müsavatın tesbit edilebilmesi için muayyen ve sabit hattâ fıtrî ölçüye ihtiyaç vardır. Bu da ancak keylî ve veznî yani ölçekle ölçmek veya tartmak ile olur. Zira eşyada aslen hacim ve ağırlık, iki vasf-ı sabittir. Diğer değerlendirmeler izafillik ifade ederler ve sabitiyetleri yoktur.

Şu halde taraflar arasındaki mübadelatta keylen veya veznen müsavi olan aynı cins meta’ aynı zamanda mübadele edilirse müsavat tesbit edilmiş olur. Aksi halde yani bu üç şart dışında riba meselesi yani, bir tarafta karşılığı ol­mayan fazlalık ortaya girer. Amma ayrı cins meta’ ise, arz ve talebin derece­sine göre ve pazarlık sistemiyle yapılan izafi değerlendirmeler olup (para ile değilse peşin olması şartıyla) mübah olan bey’ u şira sınıfına girer.

“Riba; altın ve gümüş gibi mevzunattan, yani tartılan şeyler ile, buğday, arpa, hurma, kuru üzüm gibi mekîlattan bulunan, yani ölçü ile alınıp verilen şeylerde cereyan eder..

Riba, Malikîlere göre yalnız altın ve gümüş ile maişeti temin edip “kut-erzak” denilen şeylerde caridir. Şafiîlere göre de yalnız altın ve gümüş ile mat’umattan olan şeylerde caridir.

Riba, iki nevidir: Riba-i fazl, riba-i nesie. Riba-i fazl; tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi mukabilinde peşin olarak ziyadesiyle sa­tılması halinde vücuda gelir.

Binaenaleyh altın, gümüş, bakır, buğday, arpa ve tuz gibi bir şey, kendi cinsiyle derhal mübadele edilecek olsa mikdarları müsavi olmak icab eder. Birinin mikdarı biraz fazla olunca bu, bir riba olmuş olur ki, haramdır, indallah cezası çok büyüktür. Velev ki aynı cinsten olan bu iki kısım eşyadan bir kısmı san’at itibariyle daha kıymetli veya bir kısmı a’lâ, diğeri edna bulun­sun.

Altın ile gümüş san’at itibariyle veya sikke halinde bulunmakla veznî ol­maktan çıkmış olmaz. Çünkü bunların veznî = tartılır şeylerden olmaları, nass-ı şer’î ile sabittir. Meselâ on miskal altın, yine on miskal mukabilinde peşin olarak satılabilir. Fakat onbir miskal mukabilinde satılamaz. Bu bir miskal fazla olduğundan riba olmuş olur.

Kezalik on kile buğday, on kile buğday mukabilinde peşin olarak satıla­bilir. Fakat dokuz veya onbir kile buğday mukabilinde satılamaz. Ziyade miktar ribadır.

Riba-i fazldan kurtulmak için, bir cinsten olan ribevî mallardan herbirini ya tamamen veya kısmen kendi cinsinin gayriyle mübadele etmelidir.

Meselâ on miskal altın, yüz dirhem gümüş mukabilinde ve on kile buğ­day onbeş kile arpa mukabilinde peşin olarak mübadele edilebilir. Kezalik on miskal altın dokuz miskal altın ile şu kadar dirhem gümüş mukabilinde ve on kile buğday da beş kile buğday ile şu kadar kile arpa mukabilinde peşin ola­rak değiştirilebilir.

Riba-i nesieye gelince; bu da tartılan veya ölçülen şeyleri birbiri mukabilinde veresiye olarak mübadele etmektir. Velev ki miktarları müsavi olsun, bu da haramdır.

Meselâ; on dirhem gümüş veya bu dirhemdeki gümüş para, yine on dir­hem gümüş veya gümüş sikke mukabilinde veresiye olarak satılamaz. Çünki bunların cinsleri ve miktarları birdir. Biri peşin diğeri veresiyedir. Bu suretle aralarında bir fark vardır. Binaenaleyh bu bir ribadır, bir günahtır.

Kezalik elde edilen bir kile buğday ile bilahare harman zamanında verile­cek bir kile buğday satın alınamaz. Bunlar a’lâ ve edna olmak itibariyle mütefavit bulunsunlar, bulunmasınlar müsavidir. Çünki cinsleri, miktarları müttehiddir. Böyle olmakla beraber biri peşin diğeri veresiyedir. Veresiye ise peşine tekabül edemez. Arada bir fazlalık bulunmuş olur.

Mevzunattan olan şeyler, cinsleri muhtelif olsa da birbirleriyle mübadele edilemez. Meselâ; şu kadar kilo demir mukabilinde o kadar kilo bakır vere­siye satılamaz. Çünkü bunlar veznî olmak itibariyle müttehittirler.

Kezalik şu kadar kile buğday, o kadar kile arpa ile veya tuz mukabilinde veresiye olarak satılamaz. Zira bunlar da keylî olmakta müttehittirler.

Bu esastan yalnız nakitler müstesnadır. Şöyle ki:

Nakit paralar mukabilinde nakit cinsinden olmamak üzere tartılan ve öl­çülen şeyler peşin olarak alınabileceği gibi veresiye olarak da alınabilir. Çünkü alış-veriş hakkında buna ihtiyaç vardır.” (B.İ.İ.422)

Kur’an ve hadislerde ribanın haramiyeti hakkında pek çok beyan­lar vardır. Bu hükümler, çok hikmetler ve maslahatları camidir.

Meselâ:

“(2:275) وَاَقِيمُوا الصَّلوَةَ وَاۤتُوا الزَّكَوةَ * وَاَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَوا

(2:43) Kur’anın bu galebe-i i’cazkâranesini bir mukaddeme ile beyan edece­ğiz. Şöyle ki:

“İşarat-ül İ’caz” da isbat edildiği gibi bütün ihtilâlat-ı beşeriyenin ma­deni, bir kelime olduğu gibi bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi, bir kelime­dir.

Birinci kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.”

İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Evet hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam yani, zenginler ve fa­kirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esası ise: Havas ta­bakasında merhamet ve şefkat; aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime avamı kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi bir kaç asırdır selbettiği gibi, şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi herkesce malum olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte medeni­yet, bütün cem’iyyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid inzibat ve nizamatiyle, beşerin o iki tabakasını müsalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’an birinci kelimeyi, esasından “vücub-u zekat” ile kal’eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i riba” ile kal’edip, tedavi eder. Evet âyet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine “Girmeyiniz” emreder.” (S.408)

Bankalar, mevduat sahiblerinin namına faizcilik yapan müesse­seler gibidir. Yani bankaya parasını yatıran kişi, bu fiili ile sanki bankacıya di­yor ki: “Bu parayı al, faizde çalıştır ve kazan, bana da bir miktarını ver.” Böylece mahdud bir grup olan bankacılar, bankerler, bankaya yatırılan ve çok büyük bir yekûn tutan bu paralardan yüksek faizle aldığı büyük bir para yekûnünü ceblerine koyarlar. Böylece çalışmadan oturduğu yerde vatandaşın paraları ile aşırı zengin olarak kendi ideolojilerine ve aşırı lüks hayatlarına bu paraları vasıta yaparlar. Diğer taraftan da müstahsil (üretici) bankaya ödediği faizi, istihsal (üretim) maddelerine ekliyerek fiyatlar hayli yükselir ve bundan daha çok fakir tabaka ezilir.

İşte bu gibi sebebler iledir ki dar-ül harbde de olsa bankaya para yatır­mak, İslâmın ve fakir halkın aleyhinde netice verir ve mes’uliyeti mucib olur.

Ferd olarak bir müslimin yine bir ferd olarak gayr-ı müslimden faiz al­masının cevazındaki bir hikmet: Normal iktisadî şartlarda parasını faize ve­ren müslimin ana parası ve alacağı muayyen olan faizi te’minat altındadır, kâr ve zarara ortaklık şekli yoktur. Faiz verecek olan taraf ise, kâr ve zarar ihti­mali ile karşı karşıyadır. Buna göre bir müslim gayr-ı müslimden faiz almakla iktisaden kuvvetlenmesi te’minatlı, diğer tarafın ise ihtimalîdir. Bu ise İslâmiyetin kuvvetlenmesine yol açar.

Banka ise, yukarıda anlatıldığı gibi bunun tersidir.

“Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef’i, beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir.

Âlem-i İs­lâm’a zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir.” (M.479)

Gayr-ı müslim memleketlerde, banka yoluyla olmamak şartıyla, bir müslümanın gayr-ı müslime para veya mal verip mukabilinde faiz alabilece­ğine dair bazı fetvalar varsa da, müslümanın gayr-ı müslimden para veya mal alıp mukabilinde faiz verebileceğine dair fetva mevcut değildir.

Hülasa riba, insanlığın ve hususan devrimizin çeşitli dalaletlerinden biri­dir. Bu dalaletin insanlık ve içtimaî hayat bakımından da zararları pek çok olduğu gibi, terkinde sayılamıyacak kadar faydalar vardır.

Hadis kitablarında da ribanın haramiyeti üzerinde durulmuştur. Ezcümle: S.B.M. 972, 973. hadislerinde yapılan geniş izahlar ve İbn-i Mace 12. kitab 49. ve 58. bablar ve T.T. 2. cild 4. kitabın 5. bölümü sh: 371 örnek verilebilir.

Bir rivayette: “Bir zaman gelecek riba yemiyen kalmıyacak, yemese dahi tozu isabet edecek” buyurulur. (R.E.306, 503 ve İ.M.226-78. hadis)

BANKA: (İtalyanca i.) Faizle para alıp, veren, kredi, iskonto, kam­biyo işlerini gören ticarî kuruluş. Bankaların faiz alıp vermesi, dinimizde kat’iyetle haramdır.

“Riba atalet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her dem nef’i ise, beşerin en fena kısmınadır; on­lar da gâvurlar­dır. Gâvurlardaki nef’i en fena kısmınadır; onlar da zalimler. Her dem zalimlerdeki nef’i en fena kısmınadır; onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâm’a bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her dem refahı nazar-ı şer’îde yoktur. Zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir her dem.” (S.730)

FAİZ: (Feyz’den) Lügatta taşan, dolan manasındadır.

Faiz: فائِيض kelimesi aynı şu şekliyle Kur’anda geçmiyor. Ancak kelime­nin masdarı olan (feyz: m[4 den müştak olarak çeşitli şekilleriyle geçer ve ha­ram olan faizden başka manaları ifade ederler.

Kur’anda haram olan faiz, “Riba” kelimesiyle ifade edilmiştir. Lisanı­mızda bu haram olan ribaya (faiz: فائِيض de denir. Nasıl ki, Kur’anda geçen “salât” ve “savm”a, lisanımızda “namaz” ve “oruç” dediğimiz gibi…

Şeriatta faiz, “ödünç verilen mal veya para için alınan ve şer’an haram olan kâr’dır. Faizin iş hayatındaki manası, “sen çalış, ben yiyeyim”dir. Küçük tasarruf sa­hiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka, bu parayı al­dığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak ve­rir. İstihsal edilen (üretilen) malların fiatına masraf olarak bu faiz eklenir. Bu sebeble malların fiatı, faiz nisbetine göre artar. Bu malı satın alanlar ödedik­leri fiatla birlikte, vaktiyle yatırım­cının ödediği faizi kendileri ödemiş olurlar. Böylece tasarruf sahipleri bankadan al­dıkları faizden çok daha fazlasını, bu malı satın almakla geri ödemiş olurlar. Ayrıca fiatların yükselmesiyle dar ge­lirlilerin haklarına tecavüz etmiş olurlar. Çalışmadan para alıp vermekle zen­ginleşen bir zümrenin türemesine de sebeb olurlar. İslâm, faizi haram kıl­makla bu haksızlıkları önler.

İbn-i Mesud rivayet ediyor: “Peygamberimiz (A.S.M.) faiz yiyeni, yedi­reni, şahitlerini ve yazıcısını lanetlemiştir” (Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, İbn-i Mâce ve Tirmizî rivayet etmiştir. Ayrıca İbn-i Hebban ve Hakim in­celeyerek sahih kabul etmişlerdir.)

Bediüzzaman Hazretleri, Yahudilerin gizli komitesi her çeşid fesad komitelerine parmak karıştırdıklarını nazara veren âyetin izahında diyor ki:

وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَوةٍ * وَتَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِم السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ * وَيَسْعَوْنَ فِى اْلاَرْضِ فَسَادًا وَاللَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ * وَقَضَيْنَا اِلَى بَنِى اِسْرَائِيلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ مَرَّتَيْنِ * وَلاَ تَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ

Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’anî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müdhiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzaaf riba yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem’-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiblerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.” (Sözler sh: 402)

“Hem Salahaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz:

"Misyonerler ve Hristiyan Ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki her halde Şimal Cereyanı; İslâm ve İsevî Dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve Misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir." Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.

Said Nursî” (Emirdağ:159)

“Beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşe’i iki kelimedir:

Birisi: "Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?"

İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim."

Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı riba ve terk-i zekattır. (M:273)

“Eğer sahife-i âlemde tarihî bir nazarla dikkat ve cem’iyet-i beşeriyenin mesavîsinin esasları teftiş edilse görülecektir ki; bütün ihtilâlât ve fesadın aslı ve madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin mahrek ve menbaı, tek iki kelimedir. O iki kelimenin imtizacından bomba gibi Küre-i Arz patladı ve izdivacından, medenî insanlardan canavarlar doğdu.

Birinci Kelime: Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!.

İkinci Kelime: İstirahatım için zahmet çek, sen çalış ben yiyeyim!.

Merhametsiz nefisperest olan birinci kelime-i gaddaredir ki; âlem-i insanı zelzeleye getirip, kıyameti kopmak üzeredir. Şu kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki, o da zekattır ve zekatın mükemmili olan sadakattır. Ve onun mütemmimi olan karz-ı hasendir.

Harîs, hodgâm, zalim olan ikinci kelimedir ki, beşerin terakkiyatını öyle sarsıyor ki, herc ü merc ateşine atmak üzeredir.

Şu dâhiye-i dehyanın tek bir devası var; o da hurmet-i ribadır ve fai­zin bütün vesailini hayat-ı içtimaîden ref’ etmektir. Hodgâm ellerde ser­vetin inhisarına vesile olan riba kapları, bankaları seddir. Evet bu kapılar ile servet ve temellük, kalil adamlarda toplanır. Bu iki düstur ile tevzi’ edilmezse, gasbedilecektir.

Evet heyet-i içtimaiyedeki intizâmın şartı, tabakat-ı beşer birbirinden uzaklaşmamak; tabaka-yı havas tabaka-yı avamdan, taife-i ağniya taife-i fukaradan ayrılmasın ki, sıla-i rahm kopmasın. Halbuki ribanın hayatı ve zekatın mevti ile, geniş bir mesafe açılmış, öyle bir uzaklık olmuş ki; hayt-ı vasl kopmuş.

Tabaka-yı süflâdan, tabaka-yı ulyâya karşı ihtiram, itaat, tahabbüb yerine; yalnız ihtilal sadâsı, hased sayhası, kin enîni, nefret velvelesi, in­tikam feryadı yükselip işitilir.

Tabaka-yı ulyâdan, tabaka-yı süflâya merhamet, ihsan ve taltife be­del; yalnız zulmün ateşi, tahakkümün saikası, tahkirin ra’dı iniyor.

İşte bu halet-i ruhiyedendir ki, sebeb-i tevazu ve terahhum olan ha­vastaki meziyet, tekebbür ve gurura sebeb olmuştur. Şefkate, acımaya ve yardıma sebeb olan fukara aczi, avamın fakrı; esaretlerine, sefaletlerine sebeb olmuştur.

Eğer şahid istersen; âlem-i medenînin fesad ve rezaletine bak! zaman çok şahidleri gösterecektir.

Elhasıl: Tabakatın musalahası, birbirine yakınlaştırmasının çare-i ye­gânesi:

Erkân-ı İslâmiyetten olan zekatı, heyet-i içtimaiyenin tedvirine vâsi’, âlî düstur ittihaz etmektir. İslâmiyette en büyük kebire olan ribayı vesailiyle ilga etmektir. Adalet-i Kur’âniye âlem kapısında durup, ribaya yasaktır, girmeye hak­kın yoktur, der.” (Asar-ı Bediyye sh: 88)

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …