Risale-i Nur Külliyatında
ERMENİ MESELESİNE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN BAKIŞI
BİRİNCİ KISIM 1910
Bu hadise ve başımıza örülmeye çalışılan bütün problemlerin Risale-i Nur’da ve Üstad Bediüzzaman Hazretlerinde çaresi vardır. Fakat hall ve çare mevkiinde olanlar Risale-i Nura müracaat etmedikleri ve bu eczahane-i Kur’aniyede hazırlanan ilaçları kullanmadıkları için hastalıklar ve problemler devam etmektedir.
Dileriz en kısa zamanda Risale-i Nurdaki bu manevi ilaçları kullanırlar da hem devlet hem millet rahat eder.
Bazı gazete ve yazarlar, “Ermenilerle Dostluk” başlığıyla, Bediüzzaman Hazretlerine atfen “Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır)” şeklinde ifadeler ve daha başka dostluk ifadeleri kullanmaktadırlar.
Ermenilerin dünyaca büyük devletler üzerinden siyasi baskı yaparak, milletimizi ve tarihimizi itham altında bırakmaya matuf hareketleri gözardı edilmiştir ve edilmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri bu sözleri 1910 yılında söylemiştir. Meşrutiyeti özellikle şarktaki Kürd aşiretlerine anlatmak üzere Doğu’yu dolaşırken ifade etmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin yazdıklarının ve derslerinin her zaman ve zeminde muhatapları olmakla birlikte “Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ (men kale ve limen kale ve lime kale ve fima kale) yani: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı” (S:755) ve buna göre değerlendirilmelidir.
Malum olduğu üzere geçtiğimiz asrın ilk başlarına kadar doğuda Ermeniler ve Kürdler beraberce yaşamakta idiler. Ve bu beraberlik asırlara dayanmaktaydı. Fakat 20. yüzyılda Batının maddeten terakkisi; ve Batıyla aynı dini paylaşan Ermenilerin de bu ilerlemeden pay sahibi yapılmaları; ve onlarla aynı komşu olan Kürdlerin Osmanlı Devletince yeterince sahiplenilmemeleri Bediüzzaman Hazretlerini endişelendirmişti.
1908 yılı başında İstanbula ilk defa gelen Bediüzzaman merhum Sultan Abdülhamid’e verdiği dilekçesinde bu hususları dile getiriyor ve şöyle diyordu:
“Eskiden beri herbir vecihle Ekradın madûnunda bulunanlar, bu gün onların hâl-ı tevakkufta kalmalarından istifade ediliyor. Bu ise ehl-i hamiyyeti düşündürüyor. Ve bu üç nokta Kürtler için müstakbelde bir darbe-i müthişe hazırlıyor gibi ehl-i bâsîreti dağidar etmiştir.” (Asar-ı Bediyye sh: 466)
Burada da görüldüğü gibi aynı bölgede yaşayan ve Kürtlere nispetle o günlerde daha iptidai hayat yaşayan Ermenilerin “şu cihan-ı medeniyette ve şu asr-ı terakki ve müsabakatta” ifadeleriyle Batı medeniyetinden istifade etttikleri; ve Kürtlerden ileriye geçecekleri; ve Kürtlerin bu durumuna tedbir alınmasını istemiştir.
1909 Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesinde yaptığı müdafaada: “İstanbul’da yirmi bine yakın Kürdler, -hamal ve gafil ve safdil olduklarından- müstebidlerin onları iğfal ile Kürd kavmini lekedar etmelerinden korktum. Kürdlerin umum yerlerini ve kahvelerini gezdim; Geçen sene anlayacakları bir tarikle meşrutiyeti onlara telkin ettim” der ve onlara şöyle dediğini anlatır:
“Bizim düşmanımız cehalet ve zarûret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı cihad edeceğiz. San’at, mârifet, ittifak silâhıyla!.. Ama komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevkeden Ermenilerle kemâl-i memnuniyetle dost olup hakikî kardeşlerimiz olan Türklerle el ele vereceğiz. Zîrâ husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur.” (Asar- Bediyye sh: 408)
Burada da görüldüğü gibi Ermenilerle daha yakın olarak Kürdlerin komşu olmalarından o ifadeler Meşrutiyetin neticeleri ve korunması ve gayr-i müslimlerin durumu hakkında izahatlardır.
Üstadın Ermenilerle dostluk ifadesinin bu çerçevede değerlendirilmesi gerekmektedir. “Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır)” sözüyle birinci derecede Osmanlı Devletinin saadet ve selameti değil, orada beraber yaşayan Kürtlerin de, Ermeniler gibi müsbakaya ve terakkiye katılmaları kastedilmiştir.
Yoksa koskoca Osmanlı İmparatorluğunun saadetinin, Ermenilerle dostluğa bağlı olduğuna zannetmek, Bediüzzaman Hazretlerini anlamamaktır ve küçük düşünmektir. Çünki Osmanlı, milletler topluluğudur. Ermeniler ise bir millettir. Millet ancak milletle kıyas edilebilir. Bediüzzaman bu kıyaslamayı bir eserinde şöyle yapar: “İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir.” (Sünuhat sh: 60) diyerek nokta-i istinadını anlayan millet ile, anlamayanları karşılaştırır.
İKİNCİ KISIM 1914-1915
BİRİNCİ DÜNYA HARBİNDE ERMENİLER
Özellikle 1909 dan sonra iktidarda iyice ağırlığını hissettiren İttihad ve Terakki Cemiyetinin bir kısım mensupları Bedüzzamandan ayrıldıktan sonra ll. Meşrutiyet ruhuna uygun hareket etmemişler ve malum hadiseler vukua gelmiştir.
1914 de Birinci Dünya Harbine katılmamızdan itibaren ve sonra 1915 te Ermenilerle yaşanan meseleler çok farklıdır. Vatanımızı istila etmek isteyen Avrupa zalim kafirleri ve Ruslar, Ermenilerle beraber olmuşlar hatta Ermeniler onlara yol göstererek katliamları beraber yapmışlardır. Hernekadar milliyetçilik duygusuyla bazı taşkınlıklar olduysa da Ermenilerin ihaneti ve katliamları karşısında bunlar medar-ı bahis bile olamaz. Risale-i Nur Külliyatında bu meselede bir tek bu bahis var. O yanlış ta mukabele-i bilmisilden çıkmıştır. Şöyleki:
“O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu.
Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı.
Molla Said askerlere:
"- Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti.
Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler.” (T:111)
1948-49 larda Afyon Hapishanesinde geçmiş o zamanki hadiseleri bir vesile ile şöyle anlatır:
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikâye edeceğim. O eski zamanda, Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları, fedailik derecesine geldiğinden,
Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu.
Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup medresesi bir vakit asker kışlası gibi silâhlar, kitablarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü dedi: "Bu medrese değil, kışladır." Bitlis hâdisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: "Onun silâhlarını alınız." Bizden ellerine geçen onbeş mavzerimizi aldılar. Bir-iki ay sonra harb-i umumî patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise…
Bu haller münasebetiyle benden sordular ki: "Dehşetli fedaileri bulunan Ermeni komitesi sizden korkuyorlar ki; siz Van’da Erek Dağı’na çıktığınız zaman, fedailer sizden çekinip dağılıyorlar, başka yere gidiyorlar. Acaba sizde ne kuvvet var ki öyle oluyor?"
Ben de cevaben diyordum: "Madem fâni dünya hayatı, küçücük ve menfî milliyetin muvakkat menfaati ve selâmeti için bu hârika fedakârlığı yapan Ermeni fedaileri karşımızda görünürler. Elbette hayat-ı bâkiyeye ve pek büyük İslâm milliyet-i kudsiyesinin müsbet menfaatlerine çalışan ve "Ecel birdir" itikad eden Talebeler, o fedailerden geri kalmazlar. Lüzum olsa o kat’î ecelini ve zahirî birkaç sene mevhum ömrünü, milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selâmetine ve menfaatine tereddüdsüz, müftehirane feda ederler. Said Nursî” (Ş:521)
“Siz sevgili Üstadımızın Van, Bitlis’te tedriste bulunduğunuz talebelerinizle birlikte, etraflarında bulunan ehl-i imanı titreten Ermeni, Taşnak fedailerine karşı çıkıp o fedaileri durdurup dağıtmağa mecbur eden siz sevgili Üstadımızdaki ve talebelerinizdeki hârika kuvvet; küçücük, fâni dünya hayatı ile menfî milliyetin muvakkat menfaati ve selâmeti için Ermeni fedailerinde görülen hârika fedakârlığa mukabil, hayat-ı bâkiyeye ve İslâm millet-i kudsiyesinin müsbet menfaatlerine çalışan ve ecel birdir itikad eden ve üstadlarına olan şiddet-i rabıtaları fedailik derecesine varan talebelerinizin birkaç sene mevhum ömürlerini milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selâmetine ve menfaatine müftehirane feda etmelerinden mütevellid olduğu, kırk sene evvel siz sevgili üstadımızdan sorulan bir suale cevab olarak bildirilmektedir.” (Ş:528)
Görüldüğü gibi Ermeni zulmü bütün çıplaklığıyla Risale-i Nur Külliyatında vardır ve Üstad ve Fedai Talebeleri bu komitelerle mücadele etmiştir.
Ermenilerin zulümlerini bizzat yaşamış ve görmüş olan Bediüzzaman Hazretleri kendi hayatından kesitler anlattığı bu risalede Ermenilerin Van’ı 1915 te işgal etmelerinden sonra yaptıklarını şöyle anlatır:
“ONÜÇÜNCÜ RİCA: Bu ricada sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasından bahsedeceğimden, herhalde bir derece uzun olacak. Usanmamanızı ve gücenmemenizi arzu ediyorum.
Harb-i Umumî’de, Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da iki üç sene Dar-ül Hikmet’te hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur’an-ı Hakîm’in irşadıyla ve Gavs-ı A’zam’ın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevketti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye;
Van’a gittim. Herşeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki; sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı.
Van’ın meşhur kal’ası ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir. Benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terkettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid diğer bir kısmı da o musibet yüzünden manevî şehid olarak vefat etmişlerdi. Ben ağlamaktan kendimi tutamadım ve kal’anın tâ medresenin üstündeki iki minare yüksekliğinde medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünki yalnız idim.
Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum. Baktım ki benim Medresemin etrafındaki şehir içi Kal’a dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrib edilmiş.
Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip, öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğu ile dost ve ahbab idim. Kısm-ı a’zamı Allah rahmet etsin muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı.
Hem Ermeni mahallesinden başka Van’ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrib edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı.” (L:247)
“O muharebede; yirmi talebe kadar kıymettar ve "İşârât-ül-İ’caz" tefsirinin katibi olan Molla Habib, İran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan’da şehit düşer.
O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu.
Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı.
Molla Said askerlere:
"- Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti.
Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler.” (T:111)
Bediüzzaman Hazretlerinin Bitlis cephesinde esir düşmesini ve Ermenilerin durumunu haber veren bir bahis şöyledir:
“Eğer (ya Kürdî) deki (ya) şeddeli olsa bin üç yüz otuz bir (Miladi 1915 Mart 1916) eder ki, o tarihte Ermeni, Rus komitesinin canavarları her tarafta o “Kürdî” yi sardıkları ve katline çalıştıkları ve fakat muvaffak olamadıkları tarihe tam tamına tevafuk eder. ” (OL: 648)
Bu ifadeler beş sene evvel dostluk için el uzattığı Ermenilerin ne duruma geldiklerini nasıl canavarlaştıklarının ve bu vatana nasıl ihanet ettiklerinin tevil edilemez belgesidir.
1916 Martında Bitlis Cephesinde Ruslarla çatışırken Bitlis şehri Ermeni çeteler ve Rus askerleri tarafından sükût ettirilerek işgal edildiği günde esir alınıp Sibirya’ya doğru götürüldüğü esir düşme hadisesini Molla Münevver isimli talebesi şöyle anlatır:
“Üstâd bir ara Abdulvahhab isimli bir arkadaşımıza: “Sen çeviksin, fırla git ve teslim ol. Ermenilerin eline geçme. Biz de sonra teslim oluruz.” dedi. Arkadaşımız Abdulvahhab öyle yaptı, gitti. Az sonra da Ruslar geldiler, bizi alıp kumandanlarının bulunduğu yere götürdüler. Kumandan Türkçe bilmediğinden, Ermenilerden bir tercüman getirdiler. Arkadaşımız Abdulvahhab da biraz Rusça biliyordu. Ermeni tercümanın, Üstâd’ın sözlerini yanlış aktardığını Üstâd’a bildirdi. Bunun üzerine Üstâd hiddetlendi ve Müslüman bir tercümanın getirilmesini istedi. Az sonra Tatarlardan bir tercüman getirdiler.
Rus Kumandan’ı Üstâd’a: “Siz tanınmış ve nüfuzlu bir kumandansınız. Aşiretlere birer mektup yazarak, gelip silahlarını teslim etmelerini bildirin. Anlaşma yapalım, yine buraları onlara bırakıp gideriz” deyince, Üstâd cevaben:
“Siz evvela Ermenilerin silâhlarını toplayın, onlar bizim himayemize girsinler. O zaman sizinle anlaşırız.” dedi.
Rus kumandanı: “Bitlis ve Muş civarında otuz beş bin silahlı Ermeni var. Bunların hepsinin silâhlarını toplamak imkânsızdır” dedi.
Üstâd bu söze daha çok hiddetlenerek: “Biz bunlara bu kadar hürriyet verdiğimiz halde, başımıza bu felâketi getirdiler. Çoluk çocuk demeden katliamlar yaptılar, geri kalan insanları da çeşitli desiselerle onlara kırdırmak mı istiyorsunuz?.. Dağ‑taş, senin askerinle dolsa da, bundan sonra Delikli Taş’ı geçemiyeceksiniz!” dedi.” Mufassal Tarihçe-i Hayat sh: 386)
Yine aynı hadisenin bir kısmını bir başka talebesi Van’ın Çoravanisli Ali Çavuş da şöyle anlatır:
“Seyda’nın gönüllüleri içinde en genci ben idim. Yaşım henüz 16‑17 idi. Bitlis muhâsârasında sağ kurtulan dört kişiden birisi de benim…
… Rus askerleri… Üstâd’ı gördüler, acele bir sedye getirdiler. Tüfeklerimizi teslim aldılar. Üstâd’ı sedyeye koyup omuzlarına aldılar. Bizler de etrafında yürümeye başladık. Böylece giderken, yolda Ermeniler bizim bulunduğumuzu duymuşlar. Bizi öldürmek için sağdan soldan hücuma geçtiler. Fakat Rus askerleri etrafımızda halka tutarak bizi muhafaza altına aldılar, öyle götürdüler. Eğer Rus askerleri olmasaydı, Ermeniler bizi sağ bırakmazlardı.” (Mufassal Tarihçe-i Hayat sh: 389)
Ermenilerin Üstad Bediüzzamana ne kadar düşman oldukları daha iyi anlaşılıyor. Sibiryaya sürgün yolculuğu safhasında olan bir hadiseyi de Üstadla esarete giden zat anlatıyor. Şöyle ki:
“16 Mart (29 Mart) Van’dan nakliye arabaları ile sevkedildik. Akşamleyin Erçek’e geldik. Burası bütün Ermenilerle meskûn idi. Molla Said’i (Bediüzzaman Hazretleri) tanıdılar. Esna‑i teşhirde nahiye halkı başımıza yığıldı. Tekfir ve tahkir ediyorlardı. Gece hayatımıza sû‑i kastta bulunacakları anlaşıldı. Bu sû‑i kasddan halâsımız hususunda muhafız neferlerden Seyfullah isimli birisinin (Rusya Müslümanlarından) büyük yardımı oldu. Geceyi havf, telaş içinde geçirdik. Sabahleyin kumandan karısı ile beraber ziyaretimize geldi. Yanlarında on oniki yaşlarında bir Müslüman çocuğu vardı.
Mükrim kumandan (ikram etmeyi seven) bize son derece i’zaz ve ikram etti. Haremi en ziyade Ermenilere düşman bir Rus kadını idi. Hatta bize, hükûmetimizin Ermenilerin ifnası ile gayet iyi bir iş yaptığını ve hepsini itlaf edememekle bir kusur yaptığını az bildiği bir Türkçe ile anlattı.” (Mufassal Tarihçe-i Hayat sh: 395)
1918
MÜTAREKE DÖNEMİ ERMENİLER
Bu kısımda da Birinci Dünya Harbi sonrası Ermenilerin bize karşı hareketleri ve Bediüzzaman Hazretlerinin bu husustaki görüşlerinden iki makale neşrediyoruz.
20 Kasım 1919’da imzalanan ve sonra 1920 başlarında konferansa sunulan, yani mütarekenin karanlık günlerinde Paris merkezinde; Kürtlerle Ermenilerin ittifak akdettikleri bir haber şeklinde duyulmuş. Bu haberi bilâhare İstanbul’da münteşir İkdam gazetesi bu mevzu’da efkâr‑ı umumiyeyi yoklamak maksadıyla bir anket tarzında neşretti. Bu haber üzerine ilk protestoyu yazan Bediüzzaman Hazretleri ile iki arkadaşı olmuştur. (Bkz.Mufassal Tarihçe sh: 517)
Makale – 1
“İKDAM GAZETESİ
22 Şubat 1336 (Miladi 7 Mart 1920) Sayı: 8273
KÜRDLER VE OSMANLILIK
İkdam Ceride-i Muteberesine!
Evvelki günkü gazeteler, Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni heyet-i murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir i’tilaf akd edildiğini yazarak, Kürd efkâr-ı umumiyesinden istizahatta bulunuyorlardı.
Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakar ve cesur hâdim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-yi hayat bilmiş olan Kürdler; henüz beşyüzbine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürlerle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilafı akdetmek suretiyle; salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.. Ve yegane emelleri de; vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza olduğundan, keyfiyyatın izahına delalet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ediyoruz.
Sadat-ı Berzenciye’den Dava Vekili
Ahmet Arif
Hizan Sadat-ı Kiramından İhtiyat Binbaşısı
Muhammed Sıddık
Ulema-i Ekrad’dan
Said-i Kürdî