BİD’AT’IN MAHİYETİ VE FİTNESİ
Bid’a; İslam cemiyetinde dinden gelen ve aleni olarak yaşanan şeairin yerine geçirilen batıl anlayış ve adetlerdir. Yani bid’a ve şeair birbirine zıttır. Zira Bid’a, milleti dinden koparır; şeair ise dine bağlar ve dini hayatı yaşatır.
Bu dinden koparılma olan menfi netice içindir ki; İslam Deccalı Süfyan; İslamî değerleri tahrip etmeyi en önemli iş saymıştır. Deccalın mecbur ettiği bid’atların başında, kadın ve erkeklerin Avrupaî kıyafetleri ve bilhassa müslüman kadınların tesettürden çıkarılması, İslam harflerinin yasaklanması, din tedrisatının ve neşriyatın kaldırılması, ezanın yasaklanması, ibadet dilinin asliyetinden başka dillere çevrilmesi gibi icraatları olmuştur.
Meselâ bir başka deyişle; giyim ve kıyafetlerde, cemiyet hayatındaki münasebetlerde, terbiye ve ahlâk kaidelerinde, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine sonradan giren ve zıt olan şekiller, tarzlar, âdet ve alışkanlıklardır ki, insanı dalâlete götürür. Meselâ: Nâmahrem kadınlarla erkekler bir arada bulunmak ve karışık yaşamak ve tokalaşmak; kadınlarda saç, kol ve ayakları örtmeyen açık-saçık kıyafetler; televizyon, radyo, gazete, mecmua ve sair neşir organlarıyla neşredilen günah ve haramlar gibi..
Din âlimleri tarafından din namına beğenilen ve dinle zıt olmayan hükümlere bid’a-yı hasene; beğenilmeyip tasvib görmeyenlere de bid’a-yı seyyie denilmektedir.
Sünnet-i Seniyeye aykırı olup medeniyet nâmı altında intişar eden ecnebi âdetleri umumîleştikçe fitne devresi başladı.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri der ki:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş: (*)
كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ Yani (5:3) sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniyye, tamam ve kemâlini bulduktan sonra yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşa ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalâlettir, ateştir...
.....
Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.” (Lem’alar sh: 53)
(*) Sahih-i Müslim. Cilt: 3 sh: 28 hadis: 43 ve İbn-i Mace Mukaddime, 7 bab ve Keş-ül Hafa hadis: 587, 1971
“Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar, bid’attır. Bid’atlar ise, اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ sırrına münafi olduğu için merduddur.” (Lem’alar sh: 56) (Maide Sûresi 5:3)
Bediüzzaman Hazretleri bir müşahedesini şöyle anlatır: “
صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ * اِهْدِنَاالصِّرَاطَالْمُسْتَقِيمِ
dediğim vakit, baktım ki: Mâzi tarafına göçüp giden kâfile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak Enbiya, Sıddikîn, Şüheda, Evliya, Sâlihîn kâfilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübrâ-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kâfileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor..
Birden, “Fesübhanallah” dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemâl-i selâmetle giden bu nuranî kâfile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasâret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kâfile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Rehberimiz ferman etmiş ki:
كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَ لَةٍ وَكُلُّ ضَلاَ لَةٌ فِى النَّارِ
Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs su’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir surette Şeâir-i İslâmiyyenin bedihiyyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar?” (Mektubat sh: 395)
“Allah, (dinde, amel ve inanışta) bid’at ehlinin ne duasını, ne zekatını, ne haccını, ne namazını, ne de sadakasını kabul eder. Yani hiçbir şeyini kabul etmez. Nihayet bunlar, kılın hamurdan çekilişi gibi dinden çıkarlar.” (Deylemi, Huzeyfe (R.A.) Ramuz-ul Ehadis cilt: 2 sh: 91)
Yani Hazreti Bediüzzaman’ın beyaniyle: “Bid’a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir.” (Kastamonu Lahikası sh: 248)
Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
مَنْ وَقَّرَ صَاحِبَ بِدْعَةٍ فَقَدْ اَعَانَ عَلَى هَدْمِ اْلاِسْلاَمِ "
Yani: Bir kimse bir sahib-i bid’atı ağırlarsa, İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Ramuz-ul Ehadis cilt: 2 sh: 446)
Bu ve benzeri hadislerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar.
Hatta cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir. Bilhassa şeair aleyhinde ve bid’at lehinde en müessir fiilî bir propaganda olan Avrupaî hayat tarzını takib edip, moda ve fantaziye yoluna sapmanın vehametini endişe etmemek mümkün değildir. Zira bunun neticesinde fâsık-ı mütecahirler çoğalır.
Bir rivayetin mânâ-yı muhalifinden anlaşılıyor ki; ehl-i sefahet, sefahetleri sebebiyle Deccal’ın ve Deccaliyet’in sefih ve münkirâne icraatının vehametini anlıyamazlar.
Bazı rivayetlerde bu ehl-i sefahet, ecnebi taklitçisi ve mürteci (yani, İslâmı bırakıp cahiliyet hayatına dönmüş) oldukları haber verilir.