BİD’AT VE ŞEAİR’İN MAHİYETİ VE NETİCELERİ
1- Mukaddeme
Kur’an ve hadisler her asrın ihtiyacına bakan mana camiiyeti bulunduğundan çok kere hayata bakar, düşünce ve yaşayış tarzına istikamet verir.
Risale-i Nur, Kur’anın bu mesleğine ittiba ederek zamanımızın ihtiyacına mutabık manaları gösterir. Bu husus çok ehemmiyetlidir. Kur’anın bu meziyetini Rahmet-i İlâhiye daha çok asrın müceddidlerine ihsan eder. Bu hakikat içindir ki asrın müceddidine kulak verilmesi gerekiyor. Bu nokta-i nazardan Risale-i Nur’a bakıp asrımızı istila eden bid’attan uzak durulması için nelerin bid’at olduğunu bilmek gerektiğinden, asrın müfsid bid’atlarını tanıtan Risale-i Nurdan kısmen tespit etmeğe çalışacağız.
2- Bid’anın tarifi
Bid’a kelimesinin geniş mana muhtevasından kısa bir tarifi olarak deriz ki:
İslam cemiyetinde dinden gelerek yaşanan ve ehl-i sünnet imamlarınca makbul olan anlayışların ve yaşanan adetlerin, diğer bir ifade ile şeairin yerine geçen bâtıl anlayış ve Avrupaî yaşayış ve adetlerdir.
3- Bid’anın vahim neticeleri
Unutturulması istenen bu şeair, İslâm cemiyetinde dinî hayatın temeli olan haya ve manevî mesuliyet duygusu gibi fazilet hislerini, yani hissiyat-ı ulviyeyi yaşatan bu şeairi kaldırıp cemiyeti bid’at istila ederse, millî vicdanın bozulacağını ve anarşiye kapı açılacağını bildiren Bediüzzaman Hazretlerinin nazara verdiği bu manadaki ikazlarını, bütün ehl-i hamiyetin nazara vermeleri, mevcud ictimaî durum karşısında elzemiyet derecesindedir. Çünkü böyle elzem bir meselenin çoklar tarafından ele alınıp telkin edilmesinin tesiri de büyük olur. Biz de bu ikazların az bir kısmını arabaşlıkları ile nazara veriyoruz. Şöyle ki:
“…..ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor.” (Kastamonu Lâhikası sh: 55)
İşte bu yazıda Bediüzzaman Hazretleri, İslâm dünyasının ümid merkezi olan Müslüman ve kahraman milletimizi sinsice dinden uzaklaştırıp ele geçirmek isteyen beyn-el milel gizli cereyanın ifsadatını bilemiyenlerin aldanarak tehlikeye düştüklerini vecizane anlatır.
4- Bid’aların elli sene sonraki tahribatı
Bu millî tereddiyeye sebeb olan zamanın bid’alarını kaldırıp şeaire dayanan İslâmî hayatın iade edilmemesi halinde, giderek anarşiye düşüleceğini ihbar eden Bediüzzaman Hazretleri resmî makamata hitaben 1947 lerde diyor ki:
“Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’anın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.” (Emirdağ Lâhikası-l sh: 21)
Evet, 1946-1947 lerde yazılan bu mektubdan elli sene sonra yani 1996-1997 ve sonrası gelecek tehlikeyi ciddiyetle haber verir.
5- Açık-saçık resimler bid’ası
Yine Üstad Bediüzzaman o sinsi cereyanın küllî tahribatından birini de şöyle ifade eder:
“Sanem-perestliği şiddetle Kur’an men’ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suret-perestliği de men’eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehasininden sayıp Kur’ana muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur’an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder. Tâ hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta’ hükmüne geçmesinler……
Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.” (Sözler sh: 410)
Maalesef asrımızda bu açık-saçık reşimler bütün milletin gözü önüne seriliyor. Bilhassa televizyonlarda bu afet daha külli ve ifsadkârdır. Milletin sağ kesimi bu afeti önlemeye çalışması zaruri iken aynı bid’alara destek verip ortak oluyorlar. Sağ kesime hüsn-ü zanla bakan bir kısım avam daha çabuk aldanır.
6- Kadın-erkek ihtilatı bid’ası
Bediüzzaman Hazretleri, yarı manzum bir ifade ile, mimsiz medeniyetten gelen ve millî ve ictimaî ahlâkı tahrib eden kadın-erkek ihtilatı yani içiçe beraber bulunmaları olan bid’anın zararlarını şöyle beyan eder:
“Kadınlar Yuvalarından Çıkıp Beşeri Yoldan Çıkarmış, Yuvalarına Dönmeli
……
Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları
Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zînetleri.
Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evlâdı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı
Lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!
Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı. Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir tesiri….. Memnu’ heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları.” (Sözler sh: 727)
Bütün bu anlatılan ifsadat, zamanın en dehşetli ve küllî bid’alarıdır. Reklam perdesi altında, küçük bir şekere sarılı kâğıttan tut tâ sokak ve caddeler boyunca açık-saçık kız-kadın resimleri olan bid’alar, millî ahlâkın tahribini netice verdiği 5. ve 6. parağraflarda ikaz makamında anlatıldı.
Hakiki nurcular böyle bid’atlara düşmeleri şöyle dursun. Gereken önleyici tedbirleri almaları Risale-i Nur cereyanının asıl vazifesi arasında yer alır.
7- Ehl-i bid’anın ifsad esasları
Bediüzzaman Hazretleri bu bid’at cereyanının kullandıkları fesad hareketlerinin esaslarını şöyle özetler:
“Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat’iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ü şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misillü şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler.
Fakat وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ sırrıyla, اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ düsturuyla:Onların o muvakkat gelebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennem’i kendilerine ve Cennet’i ehl-i hakka kazandırmalarına sebebdir.” (Lem’alar sh: 85)
8- Bid’aların tamircisi Risale-i Nur
Bu muhrib cereyana karşı manevî tamirci olan Risale-i Nur hakkında manevî bir muhavereyi dinleyen Üstad Bediüzzaman bu müşahadesini şöyle özetler:
“Bugünlerde, Manevî Bir Muhaverede Bir Sual Ve Cevabı Dinledim. Size, Bir Hülâsasını Beyan Edeyim:
Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?
Ona cevaben dediler: "Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır." diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.” (Şualar sh: 179)
Yani Risale-i Nur cereyenının asıl vazifesi, bu ahirzaman fitnesinin ve bid’atlarının tamirciliğidir. Nur dairesinde açık olarak bu vazifeye ters düşmek büyük mesuliyet taşır.
9- Ehl-i bid’anın büyük şeair olan ezana tecavüzü
İslâmiyetin ibadet hayatına da dokunan ehl-i bid’a, mesela ezan gibi kudsî şeaire, dokunmayı, hakiki medeniyet ve insaniyet ve hukuk yasakladığı halde, açıkça kanunları çiğneyerek tecavüz eden bid’atcılara karşı şiddetli mukabele eden Bediüzzaman Hazretlerinin ibretlik müdafaalarından bazıları şöyledir:
“Bu yakınlarda ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından; çok bîçare ehl-i imana ettikleri zalimane ve dinsizcesine tecavüz nev’inden; bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mabedimde, hususî bir-iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. "Ne için Arabca kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?" denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitab olmayan öyle vicdansız alçaklara değil; belki milletin mukadderatıyla, keyfî istibdad ile oynayan firavun-meşreb komitenin başlarına derim ki:
Ey ehl-i bid’a ve ilhad!.. Altı sualime cevab isterim.” (Mektubat sh: 429)
diyerek devam eden yazıda insaniyeti ve hak kanunlarını hiçe sayarak tecavüz eden bbid’at ve nifak cereyanına sorduğu sual ile mütecavizlerin mahiyetlerini açığa çıkartıp millete ikaz etmek için nazara veriyor.
“İslâmiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıd bir surette, firenklik manasında Türkçülük namıyla, tahrifdarane ve bid’akârane bir fetva ile "Türkçe kamet et!" diye benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usûlledir?” (Mektubat sh: 430)
Burda anlatıldığı şekilde dini hayata karışmamak prensibiyle ortaya çıkan ve bir kısım resmi makamları işgal eden ehl-i bid’a, hiçbir şekilde müdahele edemiyeceği mukaddesata, din ve vicdan hürriyetini açıkça çiğneyerek tecavüz edilmesi eş kabul etmez bir zulümdur. Bu zulme karşı Bediüzzaman Hazretleri şöyle mukabele ediyor:
“Nev’-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma "hürriyet-i vicdan" düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev’-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize "lâdinî" ismi vermekle, ne dine ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde; dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak! Sizden sorulacak!.. Ne cevab vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi, hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmağa çalışıyorsunuz.” (Mektubat sh: 430)
Bu ifadeden anlaşılıyor ki bu gizli ve mütecaviz ehl-i bid’a, tecavüzde lâikliğide aşıyor
Yukarıdada anlatıldığı üzere lâiklik din kopuk rejim olmakla beraber ne dine ne dinsizliğe ilişmemek manasında oluyor.
10- Bid’alara tarafdarlık olamaz.
Geçmiş asırlarda emsali bulunmadığı hadisce bildirilen âhirzaman fitnesini kabul etmeyenlerin geçmiş günahlarının afvedileceği ve kabul edenlerin ise, amellerinin ibtal edileceği, (Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları, hadis sıra no:807) de beyan edilir.Bu hükme muvafık olarak Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen, Sözler’e ve envar-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.” (Mektubat sh: 344)
“Bid’a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir.” (Kastamonu Lâhikası: 248)
Yani ki, zamanın bid’aları, Müslümanın dinî hayatını tahrib ediyor. En azından bu bid’aları kalben reddetmek şart koşuluyor. Bu hükmün istinad ettiği şu rivayet de var:
"Sizden kim (sünnetimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı imanın en zayıf mertebesidir."
(Melâhim 17, (4340); Müslim, İman 78 (49); Ebu Dâvud; Salâtu’l-İydeyn 248 (1140); Tirmizî, Fiten 11 (2173); Nesâî, 17 (8, 111); İbnu Mâce, Fiten 20, (4013);)
Bu hadisten sonraki hadisin sonu da şöyle:
“Kim de onlarla kalbiyle mücahede ederse o da mü’mindir. Bunun gerisine, artık zerre miktar iman yoktur denilmektedir.” (Müslim, İman 80, (50).)
Geçmiş asırlardaki bid’alar, yaşayıştaki şeairde olmayıp daha çok ibadetlerin teferruat kısmında idi. İçinde bulunduğumuz bu asırda ise, daha çok yaşayışta ve cemiyet hayatında, hem de haramlar sahasında olduğundan, bu zamandaki bid’at tarafdarlığının felâketini Bediüzzaman yedi kebaire dahil ediyor. Şöyle ki:
"Kebair çoktur, fakat ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: "Katl, zina, şarab, ukuk-u valideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak”tır." (B: 335)
Demek en basit müslümanın dahi bu asrın bid’atlarına en azından kalben kabul etmemesi şart oluyor.
11- Geçmişteki bid’at ile şimdiki bid’at farkı
Evet, “Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mu’tezile, Râfızî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyeti zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında, Buharî, Müslim, İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı A’zam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pekçok eazım-ı İslâmiye imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlub ettiler.” (Şualar sh: 33)
Burada geçen (Şeriat ve itikad noktasında) tabirinden; ve hem şu:
“Sedd-i Zülkarneyn’in tahribiyle, Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur’anînin tezelzülüyle de Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.” (Kastamonu Lâhikası sh:149)
parçasında geçen (ahlâkta ve hayatta) ifasesinden ve buna benzer diğer beyanlardan anlaşılır ki, geçmiş asırlardaki fitne ve bid’at, ahlâk ve ahlâkı bozan ictimaî yaşayışta değil, dinî anlayış ve ibadetlerde iken; bu asırda ise hayatta, cemiyet hayatında oluyor. Bu cihetle de, günün yaşayışını taklid etmek, âhizaman fitnesine ve şer cereyanına yardım manasında oluyor. Hem de fâsık-ı mütecahir vasfını alır. Fâsık-ı mütecahir’in hususiyetleri ve mesuliyetleri, İslâm Prensipleri Ansiklopedisinde izahat var ve zamanımız itibariyle ehemmiyetli bir meseledir.
Evet, asrın fitnesi olan bid’alara yardım, afv edilmez suçlardan olduğunu bilen Bediüzzaman Hazretleri diyor:
"Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu, -fakat garaz ve inad olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile- kabul edip minnetdar oluyoruz." (Emirdağ Lâhikası-l sh: 49)
Yani aksi takdirde yani ehl-i bid’aya fayda verme halinde afvedilmezler.
12- Bid’ata karşı şeairi izhar etmek
Üstad Bediüzzaman, bid’aları medeni yaşayış diyerek aleni işlemek değil, ona müsamaha edilmesini dahi istemiyor.
Evet, “Risale-i Nur’un mesleği, sair tarîkatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu isbat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususî ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet; veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tev’ilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.” (Emirdağ Lahikası-l sh: 63)
Halbuki zamanımızda ehl-i Bid’aya müsamaha garip bir durum almıştır.
13- Hakikî Nurcular, bid’alardan uzak durur
İctimaiyat ilminde biliniyor ki, gözle görünenler, kulakla işitilenden daha müessirdir. Meselâ Hazret-i Bediüzzaman der:
“Buradaki ehl-i dünyanın bizi konuşmaktan ve temastan men’leri zarar vermiyor. Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor.” (Şualar sh:306)
“Ezan-ı Muhammedî’nin (A.S.M.) yasak edildiği ve bid’aların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur Talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid’alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek, bid’alara girmemişlerdir." (Sözler sh: 757)
Nur dairesinde ve ön saflarda görünen bir şahsın ehl-i bid’âya yanaşması sebebiyle kaderden tokat yemesi ibretlik bir manzara olarak nazara veriliyor. Şöyle ki:
“Bu zât, Ağrus’taki Nur talebelerinin başında nâzırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyeye ittiba ve bid’alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid’anın muallimliğini deruhde etti. Tamamıyla mesleğimize zıd bir hata işledi.” (Lem’alar sh: 45)
“Hem şeair-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı ceberut devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsi şeairden fedakârlık yapanların ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmiyete muhalif fetvalara ve bid’alara mecbur edilenlerin çokluğu zamanında Bediüzzaman, ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı kalinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve idamlarla tehdit edildiği halde en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır. Bilâkis, "Ecel birdir, tagayyür etmez… Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya ve âlem-i nura gitmek için bir terhistir." deyip mücadeleye atılmış; bid’aları tanıtan ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve Sünnet-i Seniyeyi ihya eden eserleri perde altında otuz senedenberi neşretmiş ve muhitinde, âdeta Devr-i Saadet’in bir cilvesini yaşatmıştır. Bir Sünnet-i Seniyyeye muhalif hareket etmemek için işkenceli bir inzivayı ihtiyar etmiştir.Otuz senedenberi milyonlara hükmeden dinsiz ve emsalsiz bir istibdad-ı mutlak, Bediüzzamanı hiçbir cihetten hiçbir vakit hükmü altına alamamış, bilâkis zâlim müstebitler O’na mağlûp olmuşlardır.” (Tarihçe-i Hayat sh: 694)
Medenî yaşayışa geçiş diyerek milleti aldatıp bid’aları getirmek ve şeairi unutturmak faaliyetinin hızlandırıldığı ilk devrelerde, bu gizli cereyanın sinsi maksadını anlayan Bediüzzaman Hazretleri bu gelen ifsada karşı mukabele eden ikaz yazıları Nurun İlk Kapısı eserinde yazmıştır. Bu eserden çok az bir kısmını nazara veriyoruz. Şöyle ki:
“Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan silâhsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kal’a içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silâhlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddî sebat etmek lâzımdır. Tâ ki hayat-ı ebediyesini hafî darbelerden kurtarabilsin.
Ey kardeş! Zırh ve silâh, namaz ve takvadır. Kur’an’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni aldatmasın. Şu zamanın gafil sarhoşları içinde, seni terk-i şeaire ve medeniyet-i dünyaya davet edenlere de ki: "Hey sersem gafiller! Benim halim sizi dinlemeye müsaid değil. Zira benim arkamda, tâ kulağımın dibine kadar yakınlaşan ecel arslanı beni tehdid ediyor.” (Nurun İlk Kapısı:143)
“Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen; zevali dahi dünyadan izale edebilirsen ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen ve katı-üt tarîklik yapmak için zîhayatın hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan, dinden istiğna ve dinin şeairini terketmeğe insanları davet edebilirsin.” (Nurun İlk Kapısı sh: 146)
“İşte bu sadâlara karşı vesvese-i medeniyet olan senin medeniyetçi sözlerin, sivrisineğin vızıltısı kadar da olmuyor. Öyle ise ihtiyarıyla Kur’an’ın tılsım ve ilâçlarını terkedip senin ile dalalet yoluna gidecek, ancak senin gibi bir sarhoş lâzım ki; ya heves-i nefsî veya hırs-ı şöhret veya zendeka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya derd-i maişet veya kin ve intikam veya gurur gibi bir müskiratla o derece sarhoş olmalı ki; herşeye kendini muktedir ve mâlik bilsin ve herşey benimdir desin ve kendini lâyemut tahayyül etsin.” (Nurun İlk Kapısı sh: 147)
“Şu dalalet-âlûd ve sefahet-perver medeniyetin şakirdleri ve idlâl edici sakîm felsefenin talebeleri, acib ihtirasat ve pek garib tefer’unlukla sarhoş olmuşlar. Sonra gelip, desiseler ile müslümanları, ecnebilerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Halbuki her şeairde nur-u İslâma bir şuur ve bir iş’ar vardır.” (Nurun İlk Kapısı sh: 23)
Fakat maalesef ki bu sinsi cereyannın büyük tahribatı olmuştur.
Evet, “Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, proğramlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmibeş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına yapılan sû’-i kasdlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.” (Sözler sh: 749)
“Evet, altıyüz sene, belki Abbasiler zamanındanberi yâni bin senedenberi Kur’an-ı Hakîmin bir bayrakdarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk Milletini, bu vatan evlâdlarını, İslâmiyetten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için, müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve bilfiil de muvaffak olunuyordu. Bu vâkıa cüz’î değil, küllî ve umumî idi. Milyonlarca insanın hususan gençlerin ve milyonlar mâsumların, talebelerin iman ve itikadlarına dünyevî ve uhrevî felâketlerine taallûk eden çok geniş ve şümullü bir hadise idi. Ve kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkının ebedî hayatlariyle alâkadardı. O zaman ve o senelerde, bin yıllık parlak mâzinin delâlet ve şehadetiyle, Kur’anın bayraktarı olarak en yüksek bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş bulunan kahraman bir milletin hayatında, İslâmiyet ve Kur’an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahribler yapılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak mâzisi ve o mâzide medfun muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektebli talebelere unutturulmaya çalışılıyor ve mâzi ile irtibatları kesilerek bir takım maskeli ve sûretâ parlak kelâmlarla iğfalâtda bulunularak, komünizm rejimine zemin hazırlanıyordu! İslâmiyetin hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek terakkî ve medeniyet umdeleri yerine; dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edebsiz edib ve feylesofların fikir ve ideolojileri, gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm Âlemini maddeten ve mânen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında Kahraman Türk Milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması; örf âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıt bir duruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar maalesef tatbik sahasına konmuştu!” (Tarihçe-i Hayat sh: 153)
Fakat bu gelen parağrafta tarif edilen hakiki Nurcu, şeairi terk ile bid’alara alıştırılamaz ve alıştırılamadı, aksine şeaire sahib çıkıp bid’aları reddederler.
“Evet bu asra öyle bir Kur’an tefsiri lâzım ve elzemdir ki; Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın; intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı Müstakim olan Kur’an yolunu göstersin. Sünnet-i Seniyeye ve İslâmiyetin şeairine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.” (Sözler sh: 766)
Bid’alar çamuruna bulaşmayan bir nurcunun geleceğe bakan rü’yasının tabiri
Bu rüya hakkında Üstad diyor ki:
“Yalnız bir-iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz. Senin hakikat-ı rü’ya nev’inden olan vakıalar, o hakikatın temessülâtıdır. Şöyle ki:
O vasi’ meydanlık, âlem-i İslâmiyettir. Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atalet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, sür’atle mescide eriştiğin; herkesten evvel envâr-ı Kur’aniyeye sahib çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise; Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re’fet gibi Sözler’in hameleleridir. Ufak kürsü ise, Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise, Sözler’deki kuvvet ve sür’at-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise, Abdurrahman’dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikatı ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfik-i İlahî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler. Ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı küçük genç bir zât ise; Hulusi’ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, naşirler ve talebeler içine girmeye namzeddir. Bazılarını zannederim, fakat kat’î hükmedemem.” (Mektubat sh: 349)
Yukarda geçen “merkezi olurlar.” Tabiri, Risale-i Nurunun sebat ve sadakatlı has daire muhafızlar dairesini anlatır. “Sarıklı küçük genç bir zât” ise, hayli zaman sonra ve bid’adların fazlaca çuğaldığı devrede ve neşriyat sahasındaki faaliyetle meşgul ve sayıca az bir cemaat ki kıyamete kadar devam eder. Bu cemaate, Mektubat sh.58’de şöyle işaret edilir:
“İşte İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılab etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve "El-hükmü lil-ekser" kaidesince, yeryüzünde "Allah Allah" diyecek kalmayacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkiye sahib olacak bir surette "Allah Allah" denilmeyecek demektir. Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlub düşen ehl-i hak, kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.”
Bu kücük heyet, teknik imkânların geliştiği devreye de erişir ve Emirdağ lahikası sh.266 p.1 sonunda denildigi gibi resmiyetten de muavenet görür. O parça da şudur:
“Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi’nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.”
Bu anlatılan hadise rüya hadisesi ikinci devrede bulunacağı bildirilen gelecek zât zamanına hatta kıyamete kadar bu cemaat-ı kalilenin bulunacağı düşünülür.
Re’y-i cumhuru esas almamak bid’attır
Evet, “Müstaid, Müçtehid Olabilir; Müşerri’ Olamaz
İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için, nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayre ilzam edemez.
Ümmeti davetle teşri’ edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri’ olamaz.
İcma’ ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.
Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz…” (Sözler sh: 705)
Yani Müçtehid olmayan kişi, dinî meselelerde mecburiyetle re’y-i cumhurun hükümlerine bakacaktır.
Asrımızda yaygın olan bir cehalet ve gaflettir ki şeri’at kitablarına bakmadan ve kendi meyline göre hareket etmek, dini tağyir etmektir ve büyük mesuliyet taşıyan bid’attır. Üstad Bediüzzaman asrın bu hastalığını, bir suale verdiği cevabda ve Risale-i Nurun muhtelif yerlerinde beyan eder. Sual ve cevabın bir kısmı şöyledir:
“Sual: Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müdhiş ihtilafata ne dersin? Re’yin nedir?
Cevab: Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki; re’y-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki re’y-i ekseriyetin naziresidir. Re’y-i cumhurdan maada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın re’ylerine bırakılır. Tâ herbir istidad terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin. Lâkin burada iki nokta-i mühimme vardır:..
Birincisi: Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve bir derece hakikatı tazammun eden ve ekalliyette kalan kavl, nefs-ül emirde mukayyed ve o istidad ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştılar. …İşte şu noktada hüda hevaya tahavvül ve mezheb dahi mizacdan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.” (Münazarat sh: 79)
“Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul amel olur ki, bir nevi icma’ veya cumhurun tasdikine iktiran eder.” (Sünuhat-Tuluat-İşarat sh: 34)
“Usul-ü imaniyeyi ve esâsât-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde itham etmekledir.” (Mektubat sh: 455)
“İstidatların terbiyesini ve neticesini, cüz-ü ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz-ü ihtiyarînin yuları da, şeriatın, yani delâil-i nakliyenin eline verilmiştir.” (İşarat-ül İ’caz sh: 173)
“Eğer Mâlikin hesabına olursa, istediğin şeyi al ve yap—fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşîetini de şeriatından öğrenirsin.” (Mesnevi-i Nuriye sh: 82)
“Zaruriyât-ı diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “muhkemat” denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor,
يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dahil oluyor.» (Mektubat sh: 435)
14- Bid’at yolunu açmak büyük hatadır
Milletin mukadderatiyle alâkadar makamlarda bulunan ve bid’at yolunu açmak isteyenlere karşı milletin nefret edeceğini bildiren temsilî bir ikaz:
"Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer.” (Mektubat sh: 414)
15- Resmî makamlar bid’ata kapı açmayıp şeaire sahib çıkmaları gerek
Cumhuriyetin kurulduğu ilk senelerinde Ankaraya çağrılan Bediüzzaman Hazretleri mebuslara dağıttığı beyannamesinde bid’alara kapı açmayıp şeairi ihya etmenin elzemiyetini anlatan beyannamesinin bazı kısımları aynen şöyledir:
“Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz. Muhabbet ve teveccühünü kazandınız; lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler…
Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârâne sinesinde yer tutamaz. Demek Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvari bir iş görmek; İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir; başka olamaz, hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş…
Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, manâ-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisâl etmek ve ettirmekle manâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç; fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan, şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye, mânâ-yı hilâfeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lâfza verecek; ve o mânâyı idame etmek için, kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise, وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا Âyetine zıddır.
…Bilirsiniz ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise, düşmanı tevkif etmez, teşçi eder.” (Tarihçe-i Hayat sh:139)
16- Bid’atı terk ile eazım-i İslâmiyeyi takip etmek
Üstad Bediüzzaman derin bir tefekkürde iken gördüğü geniş bir manzara-i maneviyeyi şöyle ifade eder:
“Sonra o halde اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dediğim vakit, baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü esselâm, rehberimiz ferman etmiş ki:
كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar…..” (Mektubat sh: 395)
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Yani اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniye, tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek, dalalettir, ateştir…
Sünnet-i Seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev’inden cem’iyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cem’iyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.” (Lem’alar sh: 53)
Bir İslâm cemiyetini maddi ve manevi olarak ayakta tutan ve hissiyat-ı ulviyeyi devam ettirip arttıran çok büyük bir vesile, şeair oluğu için ve bid’alar ise aksine hissiyat-ı süfliyeyi tahrik edip, haya ve manevi mesuliyet duyguları ve hürmet gibi hissiyat-ı ulviye ve diniyeyi söndürdüğünden şeair, şahsî farzlardan daha çok ehemmiyet kazanıyor. O halde nifak cereyanının tahribatına karşı tamirci cereyan olan Nurcular bu hassas noktaya dikkat edip bu büyük mesuliyet sahasında hassas olmalıdırlar.
17- Gelecek zâtın bid’aları tamir etmesi
“Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem’iyetinin mu’cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak." (Mektubat sh: 441)
Yani diğer bir ifade ile, üç vazifeyi temsil eden mehdiyet hareketinin mühim bir vazifesi, şeairin, yani cemiyette yaşanması gereken İslâmî âdetlerin ihyası ve medenî yaşayış diyerek alıştırılıp yaygınlaşan bid’aların izalesidir.
Bu manayı te’yiden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten işittim ki; o zât, eski velilerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaatı gelmiş ki: "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümatını dağıtacak." Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zâtlara zemin ihzar ediyoruz.” (Mektubat sh: 370)
18- Şeairi yaşayarak izhar etmenin lüzumu
Bu bid’aların izalesi ve şeairin ihyası, yapılan tebliğlerle beraber daha müessir olarak fiilen ve yaşayarak yapılmasının lüzumuna Üstad Bediüzzaman şöyle dikkat çeker:
“Şeair-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok derece daha sevablı olduğunu, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi zâtlar beyan ediyorlar. Sair nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde; şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittiba-ı Sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebair içinde haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya belki ihfasından pek çok derece daha sevablı ve hâlistir.” (Kastamonu Lâhikası sh:184)
19- Bid’aların istilâ ettiği âhirzaman fitnesinin dehşeti
Çılgınca sefahet hayatını ve ahlâk bozucu fitneyi netice veren bid’alar, ahirzaman fitnesinin temelini teşkil ettiğini haber veren bir rivayeti Bediüzzaman Hazretleri şöyle tefsir eder:
“Rivayette var ki: "Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz." Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ اۤخِرِ الزَّمَانِ vird-i ümmet olmuş.
Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.” (Şualar sh: 584)
Bu manadaki bid’aları takbih eden rivayetleri tefsir ettiği sebebiyle cezalandırmak isteyen adliyecilere Bediüzzaman şu cevabı veriyor:
“Hem suçlarından diye: "Tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, latin harflerinin huruf-u Kur’aniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kamet okunması, mekteblerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılab hareketlerini bid’at, dalalet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur." diye yazmışlar.
Ey insafsız heyet! Eğer her asırda üçyüzelli milyonun kudsî ve semavî rehberi ve bütün saadetlerinin proğramı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tesettür ve irsiyet ve taaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeair-i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur’aniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini, umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkün ise ve mürur-u zamanı ve müteaddid mahkemelerin beraetlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem vechini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adalet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.” (Şualar sh: 431)
Netice: Kısaca yapılan bu tesbitlerin ikazı, hüsn-ü niyet sahibleri için yeterli bir derstir.