- ABDÜLHAMİD HAN
- M. KEMAL PAŞA
- BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
- İSMET İNÖNÜ
- HİLMİ URAN
- ADNAN MENDERES
- CELAL BAYAR
İttihad İlmî Araştırma Heyeti Tarafından Hazırlanmıştır
İstanbul/1997
1. SULTAN ABDÜLHAMiD HAN’A TAVSiYELER (1908)
2. M. KEMAL PAŞA’YA VERİLEN BİR İKAZ DERSİ (1923)
3. BÜYÜK MİLLET MECLİSİNE VERİLEN
BİR BEYANNAME (1923)
4. İSMET İNÖNÜ’YE GÖNDERİLEN MEKTUP (1947)
5. C. H. P. GENEL SEKRETERİ HİLMİ URAN’A
VERİLEN MEKTUP (1947)
6. BAŞBAKAN ADNAN MENDERES’E
GÖNDERİLEN MEKTUP (1952)
7. CELAL BAYAR VE ADNAN MENDERES’E
GÖNDERİLEN MEKTUP (1955)
2. M. KEMAL PAŞA’YA VERİLEN BİR İKAZ DERSİ (1923)
MEKTUP-1
SULTAN ABDÜLHAMiD HAN’A TAVSiYELER (1908)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri (1877-1960) ile Sultan Abdülhamid Han’ın münasebetleri, ilk defa Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’a geldiği tarih olan 1907 senesinin son aylarından itibaren başlamıştır.Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a Şarkın birçok meseleleri içinde ve bilhassa Medreset-üz Zehra ismini verdiği Büyük İslam Üniversitesinin şarkta tesisi için, İslam Halifesi Padişah ile görüşmeye gelmiş fakat o günün şartları içinde şifahi bir görüşme olmamıştır.
Bediüzzaman Hazretlerinin Mabeyn’e (özel kalem müdürlüğü) verdiği dilekçe ile bu münasebetler başlamıştır. Dilekçe aynen şöyledir:
«Millet-i Osmaniye meyanında mühim bir unsur (1) teşkil eden Kürdistan ahalisinin ahvâli hükûmetçe ma’Iûm ise de, hizmet-i mukaddese-i ilmiyeye dair bazı metâlibâtı arz etmeye müsaade dilerim. Şu cihan-ı medeniyette ve şu asr-ı terakki ve müsabakatta sair ihvan gibi, yek-aheng-i terakki olmak için, hizmet-i hükûmetle “Kürdistan”ın kasaba ve kurasında mekâtip te’sis ve inşa buyurulmuş olduğu ayn-ı şükran ile meşhud ise de, bundan yalnız lisan-ı Türkîye âşina etfâl istifade ediyor. Lisana aşina olmayan evlâd-ı ekrâd, yalnız medâris-i ilmiyeyi ma’den-i kemalât bilmeleri ve mektep muallimlerinin lisan-ı mahallîye adem-i vukûfiyetleri cihetiyle maariften mahrum kalmaktadır. Bu ise; vahşeti, keşmekeşi, doIayısıyla Garb’ın şamatetini davet ediyor. Hem de ahalînin vahşet ve taklid hal-i ibtidaisinde kalmaları cihetiyle, evham ve şükûkün te’siratına hedef oluyor. Eskidenberi her bir vechiyle Ekradın mâdununda bulunanlar, bugün onların hal-i tevakkufta kalmalarından istifade ediliyor. Bu ise ehl-i hamiyyeti düşündürüyor… Ve bu üç nokta, Kürtler için müstakbelde bir darbe-i müdhişe hazırlıyor gibi ehl-i basireti dağdar etmiştir.
(1) (Osmanlı İmparatorluğu’nda bilhassa son asırlarda, bir çok unsurların yanında üç büyük unsur vardı ki, bunlar sırasıyla Arap, Türk, Kürt unsurları idi. Onun için Bediüzzaman Kürt unsuru için “Mühim bir unsûr” diyor.)
Bunun çaresi: Nümûne-i imtisal ve sebeb-i teşvik ve terğib olmak için, Kürdistan’ın nikat-ı muhtelifesinde; Biri: Ertûşî aşairi merkezi olan Beyt-üş-Şebab cihetinde…
Diğeri: Motkân, Belkân, Sason vasatında…
Biri de: Sipkân ve Hayderân vasatı olan nefs-i Van’da medrese nâm-ı me’lufiyle, ulûm-u diniye ve fünûn-u lâzime ile beraber- hiç olmazsa, ellişer talebe bulunmak ve oraca medar-ı maişetleri hükûmet-i seniyece tesvid edilmek üzere, üç dâr’üt-ta’lim te’sis edilmelidir. Bazı medârisin dahi ihyası, maddî, ma’nevî Kürdistan’ın hayat-ı istikbaliyesini te’min eden esbab-ı mühimmesindendir. Bununla ma’arifin temeli te’essüs eder ve bu mebde-i te’essüsden ittihad takarrur edecek, ihtilaf-ı dâhiliyeden dolayı mahvolan kuvve-i cesimeyi hükûmetin eline vermekle, harice sarf ettirilmek için, hakkıyla müstahakk-ı âdalet ve kabil-i medeniyet oldukları gibi, cevher-i fıtrîlerini göstereceklerdir.» (Asar-ı Bediyye sh: 367)
Yukarıdaki yazıda Bediüzzaman Hazretleri: Çeşitli ırklardan meydana gelen Osmanlı Devleti bünyesinde, mühim bir topluluk olan Kürtlerin en evvel eğitim ve öğretime ihtiyaçları olduğu; fakat bu eğitim ve öğretimin mahalli lisan olan Kürtçe yapılmasını ve din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber okutulmasının şart olduğu, böyle olmazsa sair ırkların yanında Kürdlerin geri kalacağını ve bunun ise istikbalde çok fena neticeler vereceği nazara veriliyor. -Hal-i alem bunu tasdik etmiştir-
Çare olarak da Kürdistan’ın (şimdiki şark vilayetlerinin o zamanki ismi) muhtelif noktalarında mezkür tarzda okullar açılacak ve birlik beraberlik sağlanacak ve fıtraten cesur olan Kürdler İslam’a ve Devlet’e çok hizmet edeceklerdir, diye önemli noktalar nazara verilmiştir. Fakat maalesef Bediüzzaman Hazretlerinin maksat ve düşüncelerini anlayamayan o zamanın idareci kadrosu Padişaha da yanlış bilgiler vererek, Bediüzaman Hazretlerinin akıl hastanesine sevk edilmesine sebep olmuşlardır.
Hastanede Doktor ile aralarında uzun bir konuşma geçen Bediüzzaman Hazretleri Doktora der ki:
«Ben değil, memleket ve millet hastadır. Onların tedavisi için geldim. Şark memleketi yaratıldığı durumda durmaktadır. Halkı cehâlet bataklığında boğulmaktadır. Onları kurtarmak ümidiyle buraya geldim. Burada bu hususda çalışırken cinnet ile ittiham edildim. Hakikaten deliler içine düşen deli olur ki; İstanbul’a geldim, ben de deli oldum” der.
“Doktor Bediüzzaman’ı dinledikten sonra, hayret içinde kalır.. Ve onun nasıl maarifperver, vatanperver, hayırhah, eşsiz bir zekâ sahibi olduğunu anlar. Raporunu şöyle tanzim ederek Mabeyne gönderir: “Şimdiye kadar İstanbul’a gelenlerin içerisinde zekâ ve fetanetçe böyle bir nadire-i cihan bulunmuş değildir.”
“Doktorun bu raporu üzerine Mabeyn’e telaşa düşer. Hemen Bediüzzaman’ı çarçabuk tımarhâneden tevkifhâneye aldırırlar. Bir an evvel onu İstanbul’dan uzaklaştırmak gayesiyle 30 altın lira maaş, bir miktar da para teberru’ hususunda irade-i saniyyeye iktiran ettirilerek Zabtiye Nazırı Şefik Paşa ile Bediüzzaman’a gönderirler.» (Mufassal Tarihçe-i Hayat sh: 191)
O zamanın bazı işgüzar devlet adamları tarafından hapishaneye konulan konulan Said Nursi Hazretleri ile Padişah adına geldiğini söyliyen Zabtiye Nazırı (şimdiki Emniyet Genel Müdürü) Şefik Paşa ile aralarında geçen konuşmada alınacak dersler vardır. Bu konuşmayı Üstad Hazretlerinin kendi kaleminden takip ediyoruz:
«Devr-i İstibdadta tımarhaneden sonra tevkifhânede iken Zabtiye Nâzırı Şefik Paşa (2) ile muhaveredir.
(2) (Şefik Paşa, 5 Aralık 1896 – 11 Ağustos 1908 arası zaptiye nazırlğı yapan bu zât, Haleplidir. Adliye’den yetişmedir.. Oldukça becerikli ve zeki bir insan. Şahsen kimseye kötülük etmeyen, ama vazifedarlığı itibarıyla bazı zulümlü hallere teması da olmuştur.)
Zabtiye Nazırı: -Padişah sana selâm etmiş.. Bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi otuz lira yapacak dedi.
Cevaben: Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim. Milletim için geldim. Hem de bana vermek istediğiniz, rüşvet ve hakk-ı sükûttur.
Nazır: -İradeyi reddediyorsun. İrade red olunmaz.
Cevaben dedim: Reddediyorum; Tâ ki Padişah darılsın, beni çağırsın. Ben de doğrusunu söyliyeyim.
Nazır: -Neticesi vahimdir!.
Cevaben: Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İ’dam olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getirmişim. Ne ederseniz ediniz!..
Bunu da ciddi söylüyorum; ben isterim ki ebna-i cinsimi bilfiil ikaz edeyim ki, Devlete intisap, hizmet etmek içindir. Maaşı kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü te’sir iledir. O da hasbîlikledir, bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi-i şahsiye iledir. Binâenaleyh, ben maaşın kabulünde ma’zurum.
Nazır: -Senin Kürdistan’da neşr-i ma’arif olan maksadın Meclis-i Vükela’da derdest-i tezekkürdür.
Cevaben: Acaba ma’arifi te’hir, maaşı ta’cil edersiniz, ne kaide iledir. Menfaat-i şahsiyyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz.
Nazır hiddet etti!..
Ben dedim: Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet faide vermez. Nafile yorulmayınız!.. Beni nefiy edin, Fizan olsun, Yemen olsun râzıyım. Siz de, pineduzluktan ve yamacılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.
Nazır: -Ne demek istiyorsun?
Cevaben dedim: Sigara kâğıdı kadar ince ve nizam namiyle bir perdeyi bu kadar feveran-ı efkâr ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemî idim, altına girmedim. Üstüne düştüm. Suret-i telebbüsüm gibi ahlâkım da sakil idi. Bir kere Mabeyn de yırtıldı. Şişli’de bir Ermeni‘nin evine düştüm. Orada da yırtıldı. Şekerci Hanı’na düştüm, orada da yırtıldı. Tımarhaneye düştüm. Şimdi de tarassuthaneye düşmüşüm.
Hasılı : Siz de o kadar yamacılık yapamazsınız. Ben de incinirim. Hem de Kürdistan’da iken sizi iyi bilirdim. Bu ahvâl sizin serairinizi bana iyi öğretti. Bâhusus tımarhane bu metinleri bana iyi şerhetti.. Hem de bu hallere teşekkür ederim. Zira su-i zan makâmında hûsn-ü zan ederdim.» (Âsâr-ı Bediiye sh: 331)
Sultan Abdülhamid Hazretlerini Hilafet makamında muhafaza etmek için, Bediüzzaman Hazretlerinin matbuat lisaniyle bazı tavsiyeleri olmuştur. Ezcümle, 1909 senesinde verildiği mahkemede ve daha sonra neşredilen bir yazısında aynen şöyle diyor:
«Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve “Aslâh tarik musalâhadır” mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla söyledim ki:
Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl‑i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömer-i sâni yolunda sarf eyle.
Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.» (Divan-ı Harbi Örfi sh: 30)
Yine aynı mevzuda sultan Abdülhamid Han zamanında, Bediüzzaman Hazretlerinin gördüğü hilafete dair gayet hakikatlı bir rüya:
«“Hilâfete dair bir rû’yadır. Âlem-i menamda Padişah’ı gördüm (48) dedim: Sen zekât-ül ömrü, Ömer-i sani (49) mesleğinde sarfet! Tâ ki, Meşrûtiyet riyasetine lâzım ve bi’atın mânâsı olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın!
Padişah dedi: “Ben onun yolunda gideyim. Siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz?.. Bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk’…”
Ben dedim: -Bizdeki tenbih-i efkâr-ı umumî ve tekmil-i mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan terakkiyi intac edebiliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adaleti (50) bunu ispat eder.
O dedi: -Nasıl yapacağım?
Dedim: -İstibdat, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyyeti göster. Pür- şefkat ile Meşrutiyet’i kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş Yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski Zebanîler yerine, melaike-i rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve Yıldız’ı Dârul-Fünun gibi etmek; Ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı İslâmiye’yi ve hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek.. Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavî etmekle; Yıldız’ı süreyya kadar i’la et!
Ta, hanedan-ı Osmanî ol burc-u Hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisat et, ta alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki imamsın!..
Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş…”(Asar-ı Bediiye sh: 375)
SULTAN ABDÜLHAMİD HAN İDARESİNİ TENKİD MESELESİNİN HAKİKATİ:
Sultan Abdülhamid Han idaresini tenkid eden bazı edip ve siyasi şahsiyetlerin, bir hiss-i kablel-vuku iltibasıyla yanlış hedefe taarruzları olmuştur. Bu iltibasın esas sebebi, aşağıdaki rivayetin te’vili ile anlaşılır. Şöyle ki:
«Rivayetlerde her iki Deccal’ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kısım insanlar, onlara bir nevi uluhiyet isnad eder diye haber verilmiş. Bunun sebebi nedir?
Elcevab: (vel ilmi ındellah) İcraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki; bir rivayette "Bir günleri bir senedir" yani, bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapılmaz, denilmiş. Ve iktidarları pek fevkalâde görünmesi ise, dört cihet ve sebebi var:
Birincisi: İstidrac eseri olarak, müstebidane olan koca hükûmetlerinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeğe sebeb olur. Halbuki hakikaten ve kaideten, bir cemaatin hareketiyle vücuda gelen müsbet mehasin ve şeref ve ganîmet o cemaate taksim edilir ve efradına verilir. Ve seyyiat ve tahribat ve zayiat ise, reisinin tedbirsizliğine ve kusurlarına verilir. Meselâ: Bir tabur bir kal’ayı fethetse, ganîmet ve şeref süngülerine aittir. Ve menfî tedbirler ile zayiatlar olsa, kumandanlarına aittir.
İşte hak ve hakikatın bu düstur-u esasiyesine bütün bütün muhalif olarak müsbet terakkiyat ve hasenat o müdhiş başlara ve menfî icraat ve seyyiat bîçare milletlerine verilmesiyle; nefret-i âmmeye lâyık olan o şahıslar, -istidrac cihetiyle- ehl-i gaflet tarafından bir muhabbet-i umumiyeye mazhar olurlar.
İkinci cihet ve sebeb: Her iki Deccal, a’zamî bir istibdad ve a’zamî bir zulüm ve a’zamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, a’zamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kabl-el vuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cebhede hücum göstermişler…. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.» (Şualar sh: 593)
Yukarıdaki ifadelerde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Sultan Abdülhamid’e yapılan itirazların mahiyetini açıklamaktadır. Namık Kemallerin, Ziya Paşaların hiss-i kabl-el vuku ile çok sonra çıkacak dehşetli hakiki istibdad ve zulmü hissettiklerini fakat yanlış yere ok attıklarını söylemektedir.
Bediüzzaman Hazretleri Sure-i İbrahim’in başındaki ayetin (el azîzil hamîd) kelimelerinin, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devrelerine ima ettiğini müsbet manada ifade etmektedir. (Bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh: 104)
Yine Üstad Hazretleri Sekizinci Şuanın sonlarında, İslam Hilafetinin ne kadar devam edeceğini bildiren bir hadîs-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken … cifri ve ebcedi hesabiyle Hicri 1328 (Miladi 1909) Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek bu tarihte mana-yı hilafetin sona ereceğine işaret etmiştir. (Bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh: 182) Bu tarih Sultan Abdülhamid’in Halifelikten indiriliş tarihi olup Sultan’ın hakiki manada İslâm’ın son halifesi olduğu ifade edilmiştir.
MEKTUP-2
M. KEMAL PAŞA’YA VERİLEN BİR İKAZ DERSİ (1923)
1922 Senesinde M. Kemal Paşanın ve bazı milletvekillerinin ısrar ve tekrarlı davetleri üzerine Bediüzzaman Hazretleri Ankara’ya geldi.
Ankara’da M. Kemal Paşanın riyaset odasında, şifahen yaptıkları görüşmede Bediüzzaman Hazretleri, hubb-u cah, makam ve mevki sevgisi ve şöhretperestlik damarları ile hareket ederek ecnebilere kendini beğendirmenin ve İslâmiyete zıt inkilap yapmanın bu milleti ve alem-i İslâmı küstürmeye sebep olacağını ihtar eder.
İnkilaplar ve terakki için yapılacak kanunların Kur’ana ve İslâmiyete uygun olması gerektiğini, yoksa milletin ekseriyetinden muhabbet değil nefret kazanılacağını, bir İslâm âlimi olarak M. Kemal Paşa’ya ders verir, ikaz ve ihtar eder.
Bediüzzaman Hazretleri, o zaman verdiği şifahî dersi, yıllar sonra Mektubat adlı eserin 29. Mektup 6. Kısım’da neşretmiştir. Bu bahis Mektubat kitabında yayınlanmasıyla daha sonraki zamanlara da bir ders niteliğinde bilhassa idareye talip olanlara bir düstur olmuştur. Ayrıca bu ders Tarihçe-i Hayatı kitabının 144. sahifesinde de neşredilmiştir.
Şimdi Tarihçe-i Hayatı kitabından bu ikaz ve ihtarı içine alan bölümü bir kez daha sunuyoruz. Şöyle ki:
«Bediüzzaman, küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiği "Âlem-i İslâmda büyük bir intibah ve inkişaf" emeliyle Ankaraya gelmişti. Daha meşrutiyetin ilânından evvel, İstanbul’a gelmeden, Şarkî Anadoluda, yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ı fazilet kimselerle mübaheseleri; ve İstanbul’da birdenbire meydana çıkarak, ulemayı hayrete sevketmesi; ve ehl-i siyaseti telâşa düşürmesi; ruhunda büyük bir İslâmî inkılâbın müessisi halinin mevcud olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi; daha eskiden ruhunda bu vazifenin mes’uliyetini, hem şevk ve sürurunu hissetmişti.
Hürriyetin ilânını müteakip; gazetelerde meşrutiyeti şeriata hâdim yapmakla, Anadolu ve Âlem-i İslâm kıt’asında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkûr niyet ve tasavvurunun neticesi idi. "El-Hutbet-üş-Şamiye", "Sünuhat" ve "Lemeat" gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi, "Şu istikbal zulümatı ve inkılâbları içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur’anın sadâsı olacaktır!" diye beyanatı vardı.
Abbasileri müteakiben, Âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilâfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umumî meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz bulmuş, İslâmın ebedî düşmanları, merkez-i hükûmeti istilâ ederek, müslümanlığın mahvolduğu kanaatına varmışlardı!.
İşte, Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsaniyle, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısiyle, ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankaraya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mu’cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını defeden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’ana istinad eden ve Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyetin hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere meclisde çalışıyordu. Fakat, pek kuvvetli maniler karşısına çıktı.
Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen Kur’anın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders verir. (Mektubat Sahife: 413)
"Meselâ: Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup, camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında, ecnebilerin eğlenceperest seyircileri bulunsa; bir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahil olsa eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’andan bir aşir okusa; o vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner. Hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.
Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit; süflî, edebsizcesine fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek; ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin, istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat, umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safiline sukut derecesinde, nazarlarında alçak görünecektir.
İşte aynen bu misâl gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenk-meşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecileridir.
Her bir müslüman -hususan ehl-i fazl ve kemal ise- bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür; nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve Rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’an-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-ı kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali, manen Âyat-ı Kur’aniyeyi okusa; o vakit -manen- Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebanı olan
اَللَّهُمَّ اغْفِرْلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ
duasında dahil olup hissedar olur; ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur.
Yalnız, hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Salihînin cadde-i nuranîlerini terkedip; heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid’akârane işlerde ve harekâtda bulunsa; manen, bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer.
اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ
(3) sırrına göre ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları soğuk görür; manen nefret eder.
İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe mübtelâ adam, ikinci adam hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safiline düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır
ْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ اَ
(4) sırrına göre; dünyada zarar, berzahda azab, Âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.
Birinci suretteki adam; faraza, hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâs ve rıza-yı İlâhiyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek şartiyle bir nevi meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki; o hubb-u cah damarını tamamiyle tatmin eder. Bu adam, az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil çok, hem pek çok kıymetdar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır. Ona bedel, çok mübarek mahlûkları arkadaş bulur; onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki; daima dualariyle âb-ı kevser gibi feyizler, Âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’mâline geçirilir."
M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a; meb’usluk, hem Darülhikmetteki eski vazifesini, hem Şarkda Şeyh Sünûsi’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.
Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.
Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur’an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, Siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’anın Nurlariyle mukabele edilebilir" tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar…» (Tarihçe-i Hayatı sh: 144)
(3) (Mü’minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuruyla bakar. (Tirmizi, Tefsiru Sure 15:6, Ebu Naîm, Hılyetü’l Evliya 4:94)
(4) ( ‘O gün dostlar biribirine düşman kesilir. -Ancak takva sahipleri müstesna.-‘ Zuhruf Suresi. 43:67)
MEKTUP-3
BÜYÜK MİLLET MECLİSİNE VERİLEN BİR BEYANNAME (1923)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Ankara’da bulundukları kısa süre zarfında (Kasım 1922-Mayıs 1923) bir çok faaliyetlerde bulunmuştur. Bunlardan birisi de, altta tamamını yayınladığımız beyannamedir. Ankara’ya ısrarla çağrılan ve çok büyük alaka ile karşılanan Bediüzzaman Hazretleri bu arada birçok defalar M. Kemal Paşa ile görüşmüş ve çeşitli vesilelerle münasebetleri olmuştur.
Aslında Mecliste yazılmış olmasına rağmen M. Kemal Paşanın öfkesine sebep olan beyannameden sonra aralarında şiddetli münakaşalar olmuş ve Bediüzzaman Hazretlerinin o meşhur sözü olan "Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur" sözü üzerine M. Kemal Paşa özür dilemiş ve etrafına “Hocam haklıdır” diye beyanda bulunmuştur.
Meclis’te okunan ve daha sonra neşledilen bu beyanname her zaman geçerli, hatta o zamandan sonrasına bakan yönüyle daha da ehemmiyet kazanmıştır. Bu ehemmiyetli hakikatler, sahiplenecek gerçek vatanperverleri beklemektedir. Günümüzdeki veya bundan sonra idareye talip olanlar dikkate alırlar… İnşaallah…
«1338 (M.1923) TARİHİNDE, MECLİS-İ MEB’USANA HİTABEN YAZDIĞIM BİR HUTBENİN SURETİDİR.
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
(5) اِنَّ الصّلَوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا
Ey Mücahidîn-i İslâm! Ey Ehl-i hall ü akd! Bu fakirin bir mes’elede on sözünü, birkaç nasihatını dinlemenizi rica ediyorum.
Evvelâ: Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’anın en sarih ve en kat’î emri olan Salât gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.
Sâniyen: Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.
Sâlisen: Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur’an’ın evamir-i kat’iyyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmağa çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki, sizin gibi insanları işba etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzât olsun.
Râbian: Bu millet-i İslâmın cemaatleri -çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine- başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan’da umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: "Acaba namaz kılıyor mu?" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beyt-üş Şebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: "Sebeb nedir?" Dediler ki: "Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?" Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.
Hâmisen: Enbiya’nın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalır…
Sâdisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan Frenkler dindeki lâkaydlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, hasmınız kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’male tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihadcılar o kadar hârika azm ü sebat ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâm’ın şu intibahına da bir sebeb oldukları halde, bir derece dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.
Sâbian: Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, -âlem-i İslâma- dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârane, sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp, sönmüş…
Sâminen: Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa Medeniyet-i Sefihanesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamanda ve Medeniyet-i Kur’anın zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zâten muhtaç değildir.
Tâsian: Sizin bu "İstiklal Harbi"ndeki muzafferiyetinizi ve âlî hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki sağlam müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve, intibaha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu Frenk mukallidleri, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafî olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecek…
Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmidört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksandokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksandokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalalete istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?
Bahusus bu güruh-u mücahidîn ve bu yüksek meclisin ef’ali taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklid veya tenkid edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddî iş görülmez.
Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu Meclis-i âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı Hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı Hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek.
Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise,
وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا (6 âyetine zıddır.
Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur.
Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder…
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * نِعْمَ اْلمُوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ
(5) (Nisa Suresi 4:103)
(6) (Nisa Suresi 4:103)
***
MEKTUP-4
İSMET İNÖNÜ’YE GÖNDERİLEN MEKTUP (1947)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye 1946-1947 yıllarında yazıp gönderdiği mektuptur ki; kendisine yapılan gayr-ı kanunî bütün muamelelerin can damarını ortaya koyan bir mektuptur. Şöyle ki:
«Reisicumhur’a gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki:
Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal’e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyorlar.
Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi- "Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevî ganîmetler orduya, cemaata verilir, tevzi’ edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir" diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum.
Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkıyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim, dünyalarına karışmadım.
Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın "Üçüncü Esas"ında izahı var.
İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde "Tahrib, tamirden çok kolaydır" diye darb-ı mesel olmuştur. Bu kat’î kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise ordunun kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli bir haksızlık olmasıdır.
Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve birtek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.
Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayrakdarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın Ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mes’ul eder.
Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffaret-üz zünub olmaz. İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o Ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.
Emirdağı’nda Said Nursî»
(Emirdağ Lâhikası-I sh:284)
***
MEKTUP-5
C. H. P. GENEL SEKRETERİ HİLMİ URAN’A VERİLEN MEKTUP (1947)
Devrin mühim şahsiyetlerinden, İçişleri Eski Bakanı ve mektubun kendisine verildiği tarihte Parti Genel Sekreteri olan Hilmi Uran’a yazılmakla birlikte her zaman geçerli düsturlar ihtiva eden ve tarihi hakikatleri ortaya koyan ve çözüm yolları gösteren Bediüzzaman Hazretleri der ki:
«Eski Dahiliye Vekili, Şimdi Parti Kâtib-i Umumisi Hilmi Bey
Evvelâ: Yirmi sene zarfında bir tek istida, Dahiliye Vekili iken sana yazdım. Fakat. yirmi senelik kaidemi bozmadım. Hem eski Dahiliye Vekili, hem şimdi Kâtib-i Umumî sıfatlariyle seninle konuşacağım.
Yirmi sene hükûmetle konuşmayan; tek bir def’a hükûmet hesabına hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz, benimle konuşmayı bir iki saat müsaade ediniz.
Sâniyen: Şimdi, partinin kâtib-i umumisi itibariyle size bir hakikatı beyan etmeğe kendimi mecbur biliyorum. Hakikat da şudur:
Senin kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının, millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:
Bin senedenberi Âlem-i İslâmiyet’i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiye’yi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri.
Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ana ve hakaik-ı îmana sahib çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’aniye ve îmaniyeyi tervice çalışmazsanız; size kat’iyyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki: Âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâm’ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûb olup, âlem-i İslâm’ın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet vereceksiniz.
Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak, İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür.
Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri herşeyden evvel; bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’aniyeyi, terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur, inşâallah…
İkinci Cereyan: Eğer siz hamiyetperver, milliyetperver adamlar gibi, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılâb namındaki yaptıkları icraatı esas tutarak, mevcud haseneleri ve inkılâb iyiliklerini onlara verip; ve mevcud dehşetli kusurlar millete verilse; o vakit üç dört adamın üç-dört seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup, bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk Milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri, o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.
Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksa idi, birden sizi mağlub ederdi. Çünki bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfüru’ etse de kalben bağlanmaz.
Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa Anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz. İstibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatın çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip, sizin zekâvetinize havale ediyorum.
Bu asrın, Kur’ana şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlândiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılâb kusurlarını üç-dört adamlara verip, şimdiye kadar umumî harb ve sair inkılâbların icbariyle yapılan tahribatları –hususan an’ane-i dîniye hakkında– tâmire çalışsanız; hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek, milliyetperver, hamiyetperver namına müstahak olursunuz.
Rabian: Mâdem, ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve mâdem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz ve mâdem o kat’î ölüm, ehl-i dalâlet için îdam-ı ebedîdir. Yüzbin cemiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez.
Ve mâdem Kur’an, o îdam-ı ebedîyi, ehl-i îman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi isbat eden Risale-i Nur elinize geçmiş ve yirmi senedenberi hiçbir feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilâkis, dikkat eden feylesofları îmana getiriyor. Ve bu oniki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemadan mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risale-i Nur’u tahsin ve tasdik ve takdir edip, îman hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler. Ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî olduğuna, Türk Milletinden, hususan mekteb görmüş gençlerden yüzbin şahid gösterebilirim.
Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz, dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da, âhiret hesabına konuşan benim gibi kabir kapısında, vatandaşların hâline ağlayan bir bîçâreyi dinlemek lâzımdır.
Bu istida, yirmi senedenberi hiç müracaat etmediğim halde, bir hiddet zamanında, bir def’a olarak, beni tâzib eden Dahiliye Vekili Hilmi’ye hitaben yazılmış; bera-yı malûmat Afyon Emniyet Müdürüne gönderilmiş. Mânasız, lüzumsuz dört-beş def’a bana sıkıntı verdiler; " Senin yazın böyle değil, kim sana böyle yazmış!" diye, resmen beni karakola çağırdılar. Ben de dedim: "Böylelere müracaat edilmez.. yirmi sene sükûtum haklı imiş.» (Emirdağ Lahikası-l sh: 217)
MEKTUP-6
BAŞBAKAN ADNAN MENDERES’E GÖNDERİLEN MEKTUP (1952)
Bediüzzaman Hazretleri her devrede ikaz mektuplarını yazmıştır. “Çok partili devre” denen 1950’li yıllarda siyasi iç mücadelelere karşı dikkati çekmiş ve ikaz ve irşad edici mektuplar yazmıştır. Bu mektuplardan mühim birisinde çok önemli bir kaç maddeyi şöyle sıralamıştır. Şöyle ki:
«[Risale-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyet’e büyük hizmetini kabul ve takdir eden
Başvekil Adnan Menderes’e Üstad’ın yazdığı bir mektub]
Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için; o surî konuşmak yerine bu mektub benim bedelime konuşsun diye yazdım.
Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum:
Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi:
[7]وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى
âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik tarafdarlığı ile, bir câninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bil’misile mecbur ediliyor.
Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.
Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.
Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor:
Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; ta ki masum çıkıncaya kadar.
İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dâhiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur’an-ı Hakîm’in bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.
İslâmiyet’in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir:
[8] سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.
Şimdi Adnan Menderes gibi, "İslâmiyet’in ve dinin îcablarını yerine getireceğiz" diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebilerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.
Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk masumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.
İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp -evvelkisi gibi- bir câni yüzünden yüz masumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatta ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem bîçare Türkler aleyhine, hem Demokrat’ın takib ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor.
O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faideden bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acib tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor. Meselâ: İslâmiyet milliyeti ile dörtyüz milyon hakikî kardeşin her gün
اَللّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ dua-yı umumîsiyle manevî yardım görmek yerine, ırkçılık dörtyüz milyon mübarek kardeşleri, dörtyüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor.
Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türkler’e büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necib Türkler böyle hatadan çekinirler. Bu iki taife herşeyden istifadeye çalışıp, dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsâr ile tahakkuk ediyor.
Bu acib tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı; kırk sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dörtyüz sene zarfında ve her asırda üçyüz-dörtyüz milyon şakirdi bulunan “hakikat-ı Kur’aniyenin sarsılmaz kuvvetine” dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o cazibedar hakikatla beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çare-i yegânedir. Yoksa o insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telafi edilmeyecek bir tehlike olur.
Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikatı kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz….
Üçüncüsü: İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin
[9] اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا
hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir.
Hattâ en bedevi taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def’ oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri Siyaseti terkettim.
Hem şimdi birisi hem Ramazan-ı Şerif’e, hem şeair-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayet yaptığı vakit, muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki küfre rıza küfür olduğu gibi; dalalete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalalettir. Bu acib halin sırrını gördüm ki; kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mazur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir sû’-i kasd hükmündedir.
Daha yazacaktım; fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.
Said Nursî» (Emirdağ Lâhikası-II sh:172)
MEKTUP-7
CELAL BAYAR VE ADNAN MENDERES’E GÖNDERİLEN MEKTUP (1955)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1955 senesinde Türkiye’nin Pakistan ve Irak ile birlikte Bağdat Paktı adlı bir birlik teşekkül ettirmesi üzerine, Demokrat Liderlere çok geniş muhtevalı meseleleri de ders veren bir mektup yayınlamıştır. Bediüzzaman Hazretleri bilhassa İslâm Ülkeleri ile olan münasebetlerin küçücük bir başlangıcına bile çok ehemmiyet vermiş ve buna sebeb olan Devlet Adamlarını tebrik etmiştir. Her zaman ibret ve ders alınması lüzumu bulunan, hususan günümüzde bir başka ehemmiyet arz eden bu mektubu buraya alıyoruz. Şöyle ki:«Reisicumhur’a ve Başvekil’eKabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikatı beyan ediyorum:
Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm’ın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i ammenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.
Otuz-kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’anın bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen mikdarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.
Sâniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında "kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor.
Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.
Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymetdar ittifakınız, inşâallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def’edecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine, dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair Dinler sahiblerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.
Sâlisen: Altmışbeş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’anı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu, İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’anı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."
İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmışbeş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’an-ı Hakîm’den istimdad eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile, altmışbeş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:
Birinci Vesilesi: Risale-i Nur’dur ki; uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde te’lif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekserî yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir. İnşâallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zâtlar, bu mu’cize-i Kur’aniyenin cilvesini âlem-i İslâm’a işittireceksiniz.
İkinci Vesilesi: Altmışbeş sene evvel Câmi-ül Ezher’e gitmek istiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi-ül Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir Dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır.
Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile
[10]اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla tam musalaha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkıyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir Dârülfünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam ellibeş senedir Risale-i Nur’un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım.
En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altun lira verdiği gibi, sonra ben eski harb-i umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcud 200 meb’ustan 163 meb’usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayd ve garblılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki: "Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garblılaşmaya ve medeniyete muhtacız." Ben de cevaben dedim:
"Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garbda gelmelerinin delaletiyle; Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garblılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkıyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikına kat’iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:
Ben Van’da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?" dedim. Dedi: "Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünki tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aks-ül amel ile, o da Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd’ü, sâlih bir Türk’e tercih ediyorum." Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.
Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum!
İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garblılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını afvetsin, şimdi vefat etmişler.
Râbian: Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes’ele yapıp, hattâ hârika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnetdar etmiş.
Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temeltaşı ve birinci kal’ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm faideli hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünki hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir, imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası, ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.
Madem ellibeş sene bu mes’eleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaikı ile ve neticeleri ile tedkik etmiş bir adamın bu mes’elede re’yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken; Amerika’da, Avrupa’da bu mes’eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes’elede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.
Said Nursî
(Emirdağ Lâhikası-II sh: 222)
* * *