BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ & M.KEMAL PAŞA (1923)
1922 senesi sonlarında M. Kemal Paşanın ve bazı milletvekillerinin ısrar ve tekrarlı davetleri üzerine Bediüzzaman Hazretleri Ankara’ya geldi.
Ankara’da M. Kemal Paşanın riyaset odasında, şifahen yaptıkları görüşmede Bediüzzaman Hazretleri, hubb-u cah, makam ve mevki sevgisi ve şöhretperestlik damarları ile hareket ederek ecnebilere kendini beğendirmenin ve İslâmiyete zıt inkilap yapmanın bu milleti ve alem-i İslâmı küstürmeye sebep olacağını ihtar eder.
İnkilaplar ve terakki için yapılacak kanunların Kur’ana ve İslâmiyete uygun olması gerektiğini, yoksa milletin ekseriyetinden muhabbet değil nefret kazanılacağını, M. Kemal Paşa’ya ders verir, ikaz ve ihtar eder.
Bediüzzaman Hazretleri, o zaman verdiği şifahî dersi, yıllar sonra Mektubat adlı eserin 29. Mektup 6. Kısım’da neşretmiştir. Bu bahis Mektubat kitabında yayınlanmasıyla daha sonraki zamanlara da bir ders niteliğinde bir düstur olmuştur. Ayrıca bu ders Tarihçe-i Hayatı kitabının 144. sahifesinde de neşredilmiştir.
Şimdi Tarihçe-i Hayatı kitabından bu ikaz ve ihtarı içine alan bölümü bir kez daha sunuyoruz. Şöyle ki:
«Bediüzzaman, küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak
Hürriyetin ilânını müteakip; gazetelerde meşrutiyeti şeriata hâdim yapmakla, Anadolu ve Âlem-i İslâm kıt’asında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkûr niyet ve tasavvurunun neticesi idi. "El-Hutbet-üş-Şamiye", "Sünuhat" ve "Lemeat" gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi, "Şu istikbal zulümatı ve inkılâbları içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur’anın sadâsı olacaktır!" diye beyanatı vardı.
Abbasileri müteakiben, Âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilâfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umumî meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz bulmuş, İslâmın ebedî düşmanları, merkez-i hükûmeti istilâ ederek, müslümanlığın mahvolduğu kanaatına varmışlardı!.
İşte, Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsaniyle, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısiyle, ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankaraya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mu’cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını defeden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’ana istinad eden ve Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyetin hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere meclisde çalışıyordu. Fakat, pek kuvvetli maniler karşısına çıktı.
Âlem-i İslâmı alâkadar
"Meselâ: Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup, camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında, ecnebilerin eğlenceperest seyircileri bulunsa; bir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahil olsa eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’andan bir aşir okusa; o vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner. Hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.
İşte aynen bu misâl gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenk-meşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecileridir.
Her bir müslüman -hususan ehl-i fazl ve kemal ise- bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür; nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve Rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’an-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-ı kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali, manen Âyat-ı Kur’aniyeyi okusa; o vakit -manen- Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebanı olan
اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُوءْمِنِينَ وَالْمُوءْمِنَاتِ
duasında dahil olup hissedar olur; ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur.
Yalnız, hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez.
اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُوءْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّهِ
[1] sırrına göre ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları soğuk görür; manen nefret eder.
İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe mübtelâ adam, ikinci adam hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safiline düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır
اَلْاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ
[2] sırrına göre; dünyada zarar, berzahda azab, Âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.
Birinci suretteki adam; faraza, hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâs ve rıza-yı İlâhiyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek şartiyle bir nevi meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki; o hubb-u cah damarını tamamiyle tatmin eder. Bu adam, az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil çok, hem pek çok kıymetdar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır. Ona bedel, çok mübarek mahlûkları arkadaş bulur; onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki; daima dualariyle âb-ı kevser gibi feyizler, Âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’mâline geçirilir."
M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a; meb’usluk, hem Darülhikmetteki eski vazifesini, hem Şarkda Şeyh Sünûsi’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.
Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.
Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur’an hakkında:
"O zamana yetiştiğiniz zaman, Siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’anın Nurlariyle mukabele edilebilir" tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar…» (Tarihçe-i Hayatı sh: 144)
Not: Bediüzzaman Hazretleri 1925 den sonra Burdur, Isparta ve Barla’ya sürgün edilir. Buralarda yazdığı risalelerde meselelere iman noktasında ağırlık vererek hizmete başlar. Zuhurunu gördüğü zamanın ve dehşeti şahısların vaziyetini 24. Söz’de ilmi zaviyeden ve hadislerin tevilleri noktasından bakar ve izah eder.
Sonra tahakkukunu gördüğü “Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının” bu dünyadan gitmeleri üzerine kanaati kesinleşerek onlar hakkındaki 5.Şua Risalesine son şeklini vererek kapatır ve “mahremdir” diye bir kenara koyar. Evine yapılan baskınlarda o risaleyi ortaya çıkarırlar ve mahkemelerde mevzubahis olur.
Sonra Emirdağ Lahika mektuplarında da bu konu ile ilgili mektuplar neşreder. Zaten yine “mahremdir” diyerek neşrini alenen yapmadığı “sırr-ı inna a’tayna” risalesinde de bu meseleleri dar dairesinde neşreder. Çünkü din bir imtihandır kaidesince böyle istikbale ait meseleleri alenen neşretmekte ve mevzu etmekte fayda görmemekle beraber Nur Talebeleri haricinde ve ihtiyarımız dışında diyerek bu meselenin ve bu şahsiyetlerin bilinmesinede çok ehemmiyeti olduğunu bildirir.