BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ & SULTAN ABDÜLHAMİD HAN (1908) MEKTUP-1

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri (1876-1960) ile Sultan Abdülhamid Han’ın münasebetleri, ilk defa Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’a geldiği tarih olan 1907 senesinin son aylarından itibaren başlamıştır.

Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a Şarkın birçok meseleleri içinde ve bilhassa Medreset-üz Zehra ismini verdiği Büyük İslam Üniversitesinin şarkta tesisi için, İslam Halifesi Padişah ile görüşmeye gelmiş fakat o günün şartları içinde şifahi bir görüşme olmamıştır.

Bediüzzaman Hazretlerinin Mabeyn’e (özel kalem müdürlüğü) verdiği dilekçe ile bu münasebetler başlamıştır. Dilekçe aynen şöyledir:

«“Millet-i Osmaniye meyanında mühim bir unsur * teşkil eden Kürdistan ahalisinin ahvâli hükûmetçe ma’lûm ise de, hizmet-i mukaddese-i ilmiyeye dair bazı metâlibâtı arz etmeye müsaade dilerim.

Şu cihan-ı medeniyette ve şu asr-ı terakki ve müsabakatta sair ihvan gibi, yek-aheng-i terakki olmak için, hizmet-i hükûmetle “Kürdistan”ın kasaba ve kurasında mekâtip te’sis ve inşa buyurulmuş olduğu ayn-ı şükran ile meşhud ise de, bundan yalnız lisan-ı Türkîye âşina etfâl istifade ediyor.

Lisana aşina olmayan evlâd-ı ekrâd, yalnız medâris-i ilmiyeyi ma’den-i kemalât bilmeleri ve mektep muallimlerinin lisan-ı mahallîye adem-i vukûfiyetleri cihetiyle maariften mahrum kalmaktadır. Bu ise; vahşeti, keşmekeşi, doIayısıyla Garb’ın şamatetini davet ediyor.

Hem de ahalînin vahşet ve taklid hal-i ibtidaisinde kalmaları cihetiyle, evham ve şükûkün te’siratına hedef oluyor. Eskidenberi her bir vechiyle Ekradın mâdununda bulunanlar, bugün onların hal-i tevakkufta kalmalarından istifade ediliyor.

Bu ise ehl-i hamiyyeti düşündürüyor… Ve bu üç nokta, Kürtler için müstakbelde bir darbe-i müdhişe hazırlıyor gibi ehl-i basireti dağ-dar etmiştir.

Bunun çaresi: Nümûne-i imtisal ve sebeb-i teşvik ve terğib olmak için, Kürdistan’ın nikat-ı muhtelifesinde; Biri: Ertûşî aşairi merkezi olan Beyt-üş-Şabab cihetinde…

Diğeri: Motkân, Belkân, Sason vasatında…

Biri de: Sipkân ve Hayderân vasatı olan nefs-i -”Van”da medrese nâm-ı me’lufiyle, ulûm-u diniye ve fünûn-u lâzime ile beraber- hiç olmazsa, ellişer talebe bulunmak ve oraca medar-ı maişetleri hükûmet-i seniyece tesvid edilmek üzere, üç dâr’üt-ta’lim te’sis edilmelidir.

Bazı medârisin dahi ihyası, maddî, ma’nevî Kürdistan’ın hayat-ı istikbaliyesini te’min eden esbab-ı mühimmesindendir. Bununla ma’arifin temeli te’essüs eder ve bu mebde-i te’essüsden ittihad takarrur edecek, ihtilaf-ı dâhiliyeden dolayı mahvolan kuvve-i cesimeyi hükûmetin eline vermekle, harice sarf ettirilmek için, hakkıyla müstahakk-ı âdalet ve kabil-i medeniyet oldukları gibi, cevher-i fıtrîlerini göstereceklerdir.» (Asar-ı Bediyye sh: 367)

Yukarıdaki yazıda Bediüzzaman Hazretleri: Çeşitli ırklardan meydana gelen Osmanlı Devleti bünyesinde, mühim bir topluluk olan Kürtlerin en evvel eğitim ve öğretime ihtiyaçları olduğu; fakat bu eğitim ve öğretimin mahalli lisan olan Kürtçe yapılmasını ve din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber okutulmasının şart olduğu, böyle olmazsa sair ırkların yanında Kürdlerin geri kalacağını ve bunun ise istikbalde çok fena neticeler vereceği nazara veriliyor. -Hal-i alem bunu tasdik etmiştir-

Çare olarak da Kürdistan’ın (şimdiki şark vilayetlerinin o zamanki ismi) muhtelif noktalarında mezkür tarzda okullar açılacak ve birlik beraberlik sağlanacak ve fıtraten cesur olan Kürdler İslam’a ve Devlet’e çok hizmet edeceklerdir, diye önemli noktalar nazara verilmiştir. Fakat maalesef Bediüzzaman Hazretlerinin maksat ve düşüncelerini anlayamayan o zamanın idareci kadrosu Padişaha da yanlış bilgiler vererek, Bediüzaman Hazretlerinin akıl hastanesine sevk edilmesine sebep olmuşlardır.

Hastanede Doktor ile aralarında uzun bir konuşma geçen Bediüzzaman Hazretleri Doktora der ki:

«Ben değil, memleket ve millet hastadır. Onların tedavisi için geldim. Şark memleketi yaratıldığı durumda durmaktadır. Halkı cehâlet bataklığında boğulmaktadır. Onları kurtarmak ümidiyle buraya geldim. Burada bu hususda çalışırken cinnet ile ittiham edildim. Hakikaten deliler içine düşen deli olur ki; İstanbul’a geldim, ben de deli oldum” der.

“Doktor Bediüzzaman’ı dinledikten sonra, hayret içinde kalır.. Ve onun nasıl maarifperver, vatanperver, hayırhah, eşsiz bir zekâ sahibi olduğunu anlar. Raporunu şöyle tanzim ederek Mabeyne gönderir: “Şimdiye kadar İstanbul’a gelenlerin içerisinde zekâ ve fetanetçe böyle bir nadire-i cihan bulunmuş değildir.”

“Doktorun bu raporu üzerine Mabeyn’e telaşa düşer. Hemen Bediüzzaman’ı çarçabuk tımarhâneden tevkifhâneye aldırırlar. Bir an evvel onu İstanbul’dan uzaklaştırmak gayesiyle 30 altın lira maaş, bir miktar da para teberru’ hususunda irade-i saniyyeye iktiran ettirilerek Zabtiye Nazırı Şefik Paşa ile Bediüzzaman’a gönderirler.» (Mufassal Tarihçe-i Hayat sh: 191)

O zamanın bazı işgüzar devlet adamları tarafından hapishaneye konulan konulan Said Nursi Hazretleri ile Padişah adına geldiğini söyliyen Zabtiye Nazırı (şimdiki Emniyet Genel Müdürü) Şefik Paşa ile aralarında geçen konuşmada alınacak dersler vardır. Bu konuşmayı Üstad Hazretlerinin kendi kaleminden takip ediyoruz:

«Devr-i İstibdadta tımarhaneden sonra tevkifhânede iken Zabtiye Nâzırı Şefik Paşa([2]) ile muhaveredir.

Zabtiye Nazırı: -Padişah sana selâm etmiş.. Bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi otuz lira yapacak dedi.

Cevaben: Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim. Milletim için geldim. Hem de bana vermek istediğiniz, rüşvet ve hakk-ı sükûttur.

Nazır: -İradeyi reddediyorsun. İrade red olunmaz.

Cevaben dedim: Reddediyorum; Tâ ki Padişah darılsın, beni çağırsın. Ben de doğrusunu söyliyeyim.

Nazır: -Neticesi vahimdir!.

Cevaben: Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İ’dam olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getirmişim. Ne ederseniz ediniz!..

Bunu da ciddi söylüyorum; ben isterim ki ebna-i cinsimi bilfiil ikaz edeyim ki, Devlete intisap, hizmet etmek içindir. Maaşı kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü te’sir iledir. O da hasbîlikledir, bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi-i şahsiye iledir. Binâenaleyh, ben maaşın kabulünde ma’zurum.

Nazır: -Senin Kürdistan’da neşr-i ma’arif olan maksadın Meclis-i Vükela’da derdest-i tezekkürdür.

Cevaben: Acaba ma’arifi te’hir, maaşı ta’cil edersiniz, ne kaide iledir. Menfaat-i şahsiyyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz.

Nazır hiddet etti!..

Ben dedim: Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet faide vermez. Nafile yorulmayınız!.. Beni nefiy edin, Fizan olsun, Yemen olsun râzıyım. Siz de, pineduzluktan ve yamacılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.

Nazır: -Ne demek istiyorsun?

Cevaben dedim: Sigara kâğıdı kadar ince ve nizam namiyle bir perdeyi bu kadar feveran-ı efkâr ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemî idim, altına girmedim. Üstüne düştüm. Suret-i telebbüsüm gibi ahlâkım da sakil idi. Bir kere Mabeyn de yırtıldı. Şişli’de bir Ermeni‘nin evine düştüm. Orada da yırtıldı. Şekerci Hanı’na düştüm, orada da yırtıldı. Tımarhaneye düştüm. Şimdi de tarassuthaneye düşmüşüm.

Hasılı : Siz de o kadar yamacılık yapamazsınız. Ben de incinirim. Hem de Kürdistan’da iken sizi iyi bilirdim. Bu ahvâl sizin serairinizi bana iyi öğretti. Bâhusus tımarhane bu metinleri bana iyi şerhetti.. Hem de bu hallere teşekkür ederim. Zira su-i zan makâmında hûsn-ü zan ederdim.» (Âsâr-ı Bediiye sh: 331)

Sultan Abdülhamid Hazretlerini Hilafet makamında muhafaza etmek için, Bediüzzaman Hazretlerinin matbuat lisaniyle bazı tavsiyeleri olmuştur. Ezcümle, 1909 senesinde verildiği mahkemede ve daha sonra neşredilen bir yazısında aynen şöyle diyor:

«Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırma­mak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbet­miş zannıyla ve “Aslâh tarik musalâhadır” mülâ­hazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla söyledim ki:

Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl‑i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun.

Ve Yıldız’daki milletin sana hediye et­tiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile mil­lete iade et.

Ve milletin mürüvvet ve muhabbe­tine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti dü­şünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömer-i sâni yo­lunda sarf eyle.

Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri ol­malı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edil­miş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Han­gisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.» (Divan-ı Harbi Örfi sh: 30)

Yine aynı mevzuda Sultan Abdülhamid Han zamanında, Bediüzzaman Hazretlerinin gördüğü hilafete dair gayet hakikatlı bir rüya:

«“Hilâfete dair bir rû’yadır. Âlem-i menamda Padişah’ı gördüm dedim: Sen zekât-ül ömrü, Ömer-i sani mesleğinde sarfet! Tâ ki, Meşrûtiyet riyasetine lâzım ve bi’atın mânâsı olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın!

Padişah dedi: “Ben onun yolunda gideyim. Siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz?.. Bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk’…”

Ben dedim: -Bizdeki tenbih-i efkâr-ı umumî ve tekmil-i mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan terakkiyi intac edebiliyoruz. Dü-vel-i ecnebiyenin adaleti bunu ispat eder.

O dedi: -Nasıl yapacağım?

Dedim: -İstibdat, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyyeti göster. Pür- şefkat ile Meşrutiyet’i kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş Yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski Zebanîler yerine, melaike-i rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve Yıldız’ı Dârul-Fünun gibi etmek; Ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı İslâmiye’yi ve hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek.. Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavî etmekle; Yıldız’ı süreyya kadar i’la et!

Ta, hanedan-ı Osmanî ol burc-u Hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisat et, ta alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki imamsın!..

Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş…”(Asar-ı Bediiye sh: 375)

SULTAN ABDÜLHAMİD HAN İDARESİNİ TENKİD MESELESİNİN HAKİKATİ

Sultan Abdülhamid Han idaresini tenkid eden bazı edip ve siyasi şahsiyetlerin, bir hiss-i kablel-vuku iltibasıyla yanlış hedefe taarruzları olmuştur.

Bu iltibasın esas sebebi, aşağıdaki rivayetin te’vili ile anlaşılır. Şöyle ki:

«Rivayetlerde her iki Deccal’ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kısım insanlar, onlara bir nevi uluhiyet isnad eder diye haber verilmiş. Bunun sebebi nedir?

Elcevab: (vel ilmi ındellah) İcraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki; bir rivayette “Bir günleri bir senedir” yani, bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapılmaz, denilmiş. Ve iktidarları pek fevkalâde görünmesi ise, dört cihet ve sebebi var:

Birincisi: İstidrac eseri olarak, müstebidane olan koca hükûmetlerinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeğe sebeb olur. Halbuki hakikaten ve kaideten, bir cemaatin hareketiyle vücuda gelen müsbet mehasin ve şeref ve ganîmet o cemaate taksim edilir ve efradına verilir. Ve seyyiat ve tahribat ve zayiat ise, reisinin tedbirsizliğine ve kusurlarına verilir. Meselâ: Bir tabur bir kal’ayı fethetse, ganîmet ve şeref süngülerine aittir. Ve menfî tedbirler ile zayiatlar olsa, kumandanlarına aittir.

İşte hak ve hakikatın bu düstur-u esasiyesine bütün bütün muhalif olarak müsbet terakkiyat ve hasenat o müdhiş başlara ve menfî icraat ve seyyiat bîçare milletlerine verilmesiyle; nefret-i âmmeye lâyık olan o şahıslar, -istidrac cihetiyle- ehl-i gaflet tarafından bir muhabbet-i umumiyeye mazhar olurlar.

İkinci cihet ve sebeb: Her iki Deccal, a’zamî bir istibdad ve a’zamî bir zulüm ve a’zamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, a’zamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kabl-el vuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cebhede hücum göstermişler…. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.» (Şualar sh: 593)

Yukarıdaki ifadelerde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Sultan Abdülhamid’e yapılan itirazların mahiyetini açıklamaktadır. Namık Kemallerin, Ziya Paşaların hiss-i kabl-el vuku ile çok sonra çıkacak dehşetli hakiki istibdad ve zulmü hissettiklerini fakat yanlış yere ok attıklarını söylemektedir.

Bediüzzaman Hazretleri Sure-i İbrahim’in başındaki ayetin (elazîzil hamîd) kelimelerinin, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devrelerine ima ettiğini müsbet manada ifade etmektedir. (Bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh: 104)

Yine Üstad Hazretleri Sekizinci Şuanın sonlarında, İslam Hilafetinin ne kadar devam edeceğini bildiren bir hadîs-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken … cifri ve ebcedi hesabiyle Hicri 1328 (Miladi 1909) Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek bu tarihte mana-yı hilafetin sona ereceğine işaret etmiştir. (Bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh: 182) Bu tarih Sultan Abdülhamid’in Halifelikten indiriliş tarihi olup Sultan’ın hakiki manada İslâm’ın son halifesi olduğu ifade edilmiştir.



* Osmanlı İmparatorluğu’nda bilhassa son asırlarda, bir çok unsurların yanında üç büyük unsur vardı ki, bunlar sırasıyla Arap, Türk, Kürt unsurları idi. Onun için Bediüzzaman Kürt unsuru için “Mühim bir unsûr” diyor.

[2] Şefik Paşa, 5 Aralık 1896 – 11 Ağustos 1908 arası zaptiye nazırlğı yapan bu zât, Haleplidir. Adliye’den yetişmedir.. Oldukça becerikli ve zeki bir insan. Şahsen kimseye kötülük etmeyen, ama vazifedarlığı itibarıyla bazı zulümlü hallere teması da olmuştur.

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …