Bizim milletimizde bir kültür vardır. Atalarımız, beddua etmeyin, lanet, bela okumayın derler. Çünkü lanet edildiği zaman lanet edilen lanete müstehak değilse geriye döner diye rivayetler malumdur. Eğer lanet edilen müstehak değil, lanet edene de dönmezse beddua gider masumları vurur.
Lanet veya beddua kimi zaman kişinin kendisine de zarar verir. Şöyle ki eğer lanet veya beddua edilen kişi buna layık değilse, hak etmemişse, yapılan lanet sahibine geri döner. Rasulullah (s.a.v) bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Kul, herhangi bir şeye lanet ettiğinde o lanet gökyüzüne çıkar. Semanın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lanet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lanete layık ise onda kalır, değilse lanet edene döner.” (Ebu Davud) Yani lanetçinin laneti, kendisi hakkında geçerlilik kazanır. Bu da kişinin kendi ağzıyla kendi felaketini hazırlaması, felaketine bizzat kendisinin davetiye çıkarması demektir. Acaba son zamanların meşhur bedduası döndü dolaştı Manisa/Soma’daki masumlarıda mı vurdu diye düşünmeden edemiyoruz. Çünkü beddua edilene kabul olmadığına göre beddua geriye döndü hem edeni vurdu hem de masum işcileri mi vurdu! Hiç şüphesiz aklı başında olgun bir mümin böylesi bir duruma düşmek istemez. Bunun yolu ise, başkalarına lanet etmemektir. O bedduanın kimi, nereyi vuracağı belli olmaz. Bizim örfümüzde böyle şeyler yoktur.
İman ehlinden bazıların dinsizlerin safında dahi olabileceğini anlatan Bediüzzaman Hazretleri der ki:
“İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı: Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müdhiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men’etti.” (M: 343)
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN BEDDUADAN KAÇINMASI
Bu asırda iman-küfür birbiriyle çok içiçe olduğundan, hatta omuz omuza geldiğinden hüküm vermek zorlaşmıştır. Şöyle ki:
“Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fâsık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ediyor. Çünki o zalim gaddarın, ya peder ve vâlidesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî zarar gelmemek için, o dört-beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum.” Ş: 373)
“İşte ey heyet-i hâkime; bu hakikata binaen Risale-i Nur’un cerhedilmez kuvvetli hüccetleri elbette mahkemede kalbleri kendine çevirmiş, aleyhimde ne yapsanız ben hakkımı helâl ederim, gücenmem. Bunun içindir ki; eşedd-i zulüm ile bir eşedd-i istibdad tarzında şahsımı hiç ömrümde görmediğim ihanetlerle çürütmekle damarıma dokundurulduğu halde tahammül ettim. Hattâ beddua da etmedim.” (Ş: 393)
Bediüzzaman Hazretleri mahkemede yaptığı müdafaada der: “Kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatıyla fâni şeyleri bırakıp eski kusuratına bir keffaret ve hayat-ı bâkiyesine bir medar arayan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve şiddet-i şefkatinden masumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için kendisine zulüm ve tazib edenlere beddua etmeyen bir adam…” (Ş: 450)
“Aziz, sıddık sebatkâr kardeşlerim ve hakikî vârislerim!
Bugünlerde Risale-i Nur’a sû’-i kasd edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta’ya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Isparta’daki iyilerin yüzünden sû’-i kasdçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua yerine; “Ya Rab! Madem Isparta Risale-i Nur’un bir Medreset-üz Zehrasıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü akibet ver” diye dua eyledim ve ediyorum.” (K: 139)
Bediüzzaman Hazretleri talebelerine verdiği bir derste der ki: “O vaiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevketmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünki daha müdhiş düşman ve yılanlar var.
Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا düsturunu rehber ediniz.” (K: 247)
“Kat’iyyen biliniz ki; duanız, onların ağır ve işkenceli zulümlerini, benim hakkımda inayetkâr, maslahatdar merhametlere çevirmesine sebeb olduğuna kat’iyyen şübhem kalmadı. Ezcümle:
Memurları ve halkları benden ürkütmeleri, beni büyük hatalardan ve tasannu’lardan ve ihlasa münafî haletlerden ve vaktimi zayi’ etmekten kurtarıp, kader-i İlahî’nin hakkımda, zulm-ü beşerî içinde tam adaletini ve inayetini gösterdi. Buna kıyasen, başıma ne gelse, altında bir rahmet var. Yalnız benim ile meşgul olmaları için on dirhem zarar, Risale-i Nur’un onbin lirasını kurtarıyor. Onun için, siz hiç beni merak etmeyiniz. Hattâ bazan damarlarıma dokunduracak tarzdaki ihanetlerine karşı beddua etmek isterken, onların yakında ölüm i’damıyla kabr-i haps-i münferidde azabları ve bu ihanetlerinin neticesinde bana ait maslahatları ve hizmetimize menfaatleri düşündükçe, bedduadan vazgeçiyorum. Said Nursî” (E: 137)
Hilmi Uran 1943 te Bediüzzaman Hazretlerinin ve talebelerinin Denizli hapsine girmesi sırasında CHP döneminin İçişleri Bakanı idi. Onun hakkında der ki:
“Hilmi Bey! Tâliin var. Ben, hapiste ve burada iken hakkımda seni merhametsiz gördüm. Ne vakit hiddet ettim, bedduayı niyet ettim. Hilmi Bey namında benim bir kardeşim ve Nur’un has bir şakirdini her vakit hayırlı duamda ismiyle zikrettiğimden, sana beddua niyet ederken, bu hayırlı duaya mazhar Hilmi Bey ismi âdeta şefaatçi oldu, beni men’etti; ben de, o niyetten vazgeçtim. Senin beni tazib eden memurlarından gelen eziyete tahammül edip o bedduadan vazgeçtim..” (E: 220)
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Benim tarafımdan da emniyet müdürü ve müddeiumumîye selâm edip deyiniz ki: “Ben onlara beddua değil, bilakis dua ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver ve Nurlardan müstefid yap.” (E: 234)
“Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; hattâ beddua edemiyorum.” (E: 279)
ÜSTAD’IN SON DERSİ
Vefatından bir kaç ay önce “Umum Nur Talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.
Seksenbir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararı karşı, beddua dahi etmedim. Çünki asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
…Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamları ile; bizi, yetmiş kişiyi, mahkûm etmek için sû’-i fehmiyle, dikkatsizliği ile Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mana vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde isbat edildiği gibi, en ziyade hücuma maruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müddeiumumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu, dediler: “Bu müddeiumumînin kızıdır.” O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler; o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i maneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılab etti.” (Em: 241)
BEDDUA İSTİSNA OLARAK KİMLERE YAPILIR?
Peygamberimizin hayatında çok az da olsa beddua vardır. Fakat onlar da açıktan ilan edilen Nübüvvete karşı bile bile açıktanihanet edenlere karşı olmuştur. İşte Üstadın nümune olarak zikrettiği beddua hadiseleri:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bedduasına mazhar olmuş birkaç vakıayı beyan ederiz:
Birincisi: Perviz denilen Fars padişahı, name-i Nebeviyeyi yırtmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a haber geldi. Şöyle beddua etti: اَللَّهُمَّ مَزِّقْهُ “Yâ Rab! Nasıl mektubumu paraladı, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et.” İşte şu bedduanın tesiriyledir ki; o Kisra Perviz’in oğlu Şirveyh, hançer ile onu paraladı. Sa’d İbn-i Ebî Vakkas da, saltanatını parça parça etti. Sasaniye Devleti’nin hiçbir yerde şevketi kalmadı. Fakat Kayser ve sair melikler, name-i Nebeviyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadılar.
İkincisi: Tevatüre yakın meşhurdur ve âyât-ı Kur’aniye işaret ediyor ki: Bidayet-i İslâmda Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mescid-ül Haram’da namaz kılarken; rüesa-yı Kureyş toplandılar, O’na karşı gayet bed bir muamele ettiler. O da, o vakit onlara beddua etti. İbn-i Mes’ud der ki: Kasem ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanların, Gazve-i Bedir’de birer birer lâşelerini gördüm.
Üçüncüsü: Mudariye denilen Arabın büyük bir kabilesi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tekzib ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yağmur kesildi, kaht u galâ başgösterdi. Sonra Mudariye kavminden olan Kabile-i Kureyş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a iltimas ettiler. Dua etti; yağmur geldi, kahtlık kalktı. Bu vakıa tevatür derecesinde meşhurdur.
Beşinci Misal: Hususî adamlara bedduasının dehşetli kabulüdür. Bunun çok misalleri var. Kat’î üç misali nümune olarak beyan ederiz:
Birincisi: Utbe İbn-i Ebî Leheb hakkında şöyle beddua etti: اَللَّهُمَّ سَلِّطْ عَلَيْهِ كَلْبًا مِنْ كِلاَبِكَ Yani: “Yâ Rab! Ona bir itini musallat et.” Sonra Utbe sefere giderken, bir arslan gelip, kafile içinde onu arayıp bulmuş, parçalamış. Şu vakıa meşhurdur. Eimme-i hadîs, nakl ve tashih etmişler.
İkincisi: Muhallim İbn-i Cüsame’dir ki, Âmir İbn-i Azbat’ı gadr ile katletmişti. Halbuki Âmir’i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu cihad ve harb için kumandan edip, bir bölük ile göndermişti. Muhallim de beraberdi. Bu gadrin haberi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a yetiştiği vakit hiddet etmiş. اَللَّهُمَّ لاَ تَغْفِرْ لِمُحَلِّم diye beddua buyurmuş. Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dışarıya attı. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taş ortasında muhkemce bir duvar yapılmış, o surette yer altında setredilmiş.
Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm görüyordu bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiş: كُلْ بِيَمِينِكَ “Sağ elinle ye.” demiş. O adam demiş: لاَاَسْتَطِيعُ “Sağ elimle yapamıyorum.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: لاَ اسْتَطَعْتَ diye beddua etmiş. “Kaldıramayacaksın.” İşte ondan sonra o adam sağ elini hiç kaldıramamış.” (M: 147)
BU ASIRDA KİMLERE BEDDUA EDİLEBİLİR?
“Aziz kardeşlerimiz!
“Lehülhamdü velminne” dün, Nur’un manevî bir fütuhatı, bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul’da görüldü. Küfr-ü mutlakı dünyaya, hususan âlem-i İslâm’a yerleştirmek isteyen bir cem’iyet ve onun naşir-i efkârı ve mürevvic-i âmâli olan bir-iki gazete matbaası ve kütübhanesi darmadağın edilerek; dinsiz yaptık, komünist yaptık zannedilen gençlik ve mekteblilerin ağzıyla ve harekâtıyla ve fiilleriyle protesto edildi. “Kahrolsun komünistlik” diye beddualar edildi.” (E: 107)
Hülasa: Bu asrımızda fitne dahilde ve münafıkane olduğu için, dahildeki insanlar zındık da olsalar yine Bediüzzaman Hazretleri o zındığın masum çocukları ve masum hanımı ve anne babası için onlara beddua etmemiştir. Genel ifadeler kullanmıştır. Ey zındıklar! Ey dinsizler! Ey Komünistler! gibi tavsiflerle ifade etmiştir. Kaldı ki ehl-i imandan birisiyle münakaşayı dahi yasaklamıştır.