İttihad İlmî Araştırma
İstanbul-2000
AVRUPA’NIN FİKİR DÜNYASI VE YAŞAYIŞINDAN YAYILAN TESİRLER
AVRUPA’NIN ZENGİNLİĞİ NEYE DAYANIYOR?
MASKELİ AVRUPA’NIN GERÇEK YÜZÜ
AVRUPA KANUNLARINDAN MEDET UMMAK YANLIŞTIR !
AVRUPA İSLÂM’A KATILMAYA MUHTAÇTIR
“MİM”SİZ AVRUPA MEDENİYETİNİN BUGÜNÜ !
AVRUPA MEDENİYETİ BURADA TUTUNAMAZ
AVRUPA’NIN YEDİĞİ SEMAVÎ TOKATLAR
RİSALE-İ NUR’UN AVRUPA İLE MÜCADELESİ
AVRUPA’NIN YAYDIĞI ŞÜPHELERİ RİSALE-İ NUR DEF’EDİYOR
AVRUPA’NIN HÜCUMUNA KARŞI CİHAD EDENLER
AVRUPA FENNE DİNSİZCE BAKMAKTAN VAZGEÇMELİ
MÜSLÜMANLAR AVRUPA’YA HÂKİM OLARAK GİRMİŞLERDİR
YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA DOSTLUK MESELESİ
İSLÂM-İSEVÎ İTTİFAKININ ZAMANI VE ŞARTLARI
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VE İSLÂM BİRLİĞİ
ÜLKENİN KURTULUŞU KUR’ANA SAHİP ÇIKMAKLA OLUR
DEMOKRATLAR DEVRİNDE İSLÂM BİRLİĞİ DÜŞÜNCESİ
DOĞU’YA BÜYÜK BİR İSLÂM ÜNİVERSİTESİ
İSLÂM BİRLİĞİ’NDE RİSALE-İ NUR’UN ROLÜ
EHL-İ BEYT VE SEYYİDLER CEMAATİNİN, İSLÂM BİRLİĞİ’NİN TEŞEKKÜLÜNDEKİ VAZİFESİ
Avrupa Birliğine girmek hususunda, müslümanlar tarafından muhtelif fikirler ileri sürülmektedir. Bizler şahsi kanatımızı beyan etmek yerine Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatından tesbit edebildiğimiz yerleri nazara vereceğiz. Herkes istediği gibi şahsi görüş, kanaat beyan edebilir. Fakat Risale-i Nur adına, Bediüzzaman Hazretleri namına konuşurken dikkat etmek mecburiyeti vardır. Evvelâ samimi olarak inandıktan sonra, bütün Külliyatın nazara alınması gerekmektedir. Bir tek bahsi ele alıp da hüküm çıkarmaya gidenler hem aldanır hem aldatırlar.
Bu çalışmamızda biz meselenin bütün yönlerini ortaya koymaya çalışacağız. Konumuz olan Avrupa Birliği’ne dahil olmanın mahiyeti nedir? Zararı nedir? Kârı nedir? Bütün bu hususlar, müsbet ve menfî yönleriyle ele alınacaktır.
İkinci kısımda ele alınacak konu ise Müslümanın gönlünde, fikrinde devamlı olması gereken İslâm Birliği düşüncesidir.Halbuki Risale-i Nur Külliyatında, kuvvet kaynağımız olan İslâm Birliği, çokça nazara verilmiş ve "farz-ı ayn" diye hükümlendirilmiştir. Maalesef bu düşünce ve büyük hedef, gerek müslümanların yazdığı kitaplarda, gerekse basın yayın kuruluşlarında, radyo ve tv lerde hiç işlenmemekte veya nadiren ele alınmaktadır. Bu mesele yani İslâm dünyasının istiklâliyet sebebi olan İslâm Birliği mevzuu adeta unutturulmak isteniyor gibi bir manzara görünüyor.
Eğer denilse ki, Avrupa ve Avrupa Birliği gibi meseleler, siyasî, içtimaî ve dünyevî meselelerdir. Risale-i Nur’un vazifesi ise uhrevî, imanî ve manevîdir. Avrupa Birliği gibi dünyevî meselelerle meşgul olmak, Nurculuk mesleğine aykırıdır. İlh…
Her meselede olduğu gibi, bu sualin cevabını da yine Risale-i Nur’dan bulmalıyız. Evet, Avrupa’dan gelen ve getirilen bid’alardan, dalâletlerden, dünyaperestlik ve sefahetlerden insanları ikaz ve irşad etmek ve def-i mefasid kaidesiyle medeniyet-i sefihenin çirkinliğini ve sefih medeniyet taraftarı olan cereyanların İslâm dünyasına karşı düşmanlıklarını gösterip o câzibedar sefahetlerden nefret verdirip insanları kurtarmak, Risale-i Nur’un ehmmiyetli bir vazifesidir. Çünkü ahirzaman fitnesinin tahribatını tamir etmek asrın müceddidine aittir. Evet, Risale-i Nur külliyatının muhtelif yerlerinde Risale-i Nur’un vazifelerini beyan eden çok ifadeler vardır.
Ezcümle Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bugünlerde, Manevî Bir Muhaverede Bir Sual Ve Cevabı Dinledim. Size, Bir Hülâsasını Beyan Edeyim:
Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları[1] gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?
Ona cevaben dediler: "Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır." diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 30)
Yine bu geniş dairede bid’atların tamiri hakkında bir beyanda şöyledir:
Evet, «Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem’iyetinin mu’cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.» (Mektubat sh: 441)
Keza meşhur Beşinci Şua ve Onikinci Söz’ün 1, 2, 3, esasları ve ve Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadı olan Ene bahsinde Felsefenin mahiyeti, Yirmidokuzuncu Mektub’un Es’ile-i Sitte Risalesi ve İşarat-ı Seb’a, Onyedici Lem’a’nın 5. ve 7. Notaları, Yirmiikinci Lem’a ve Ondördüncü Şua’daki mahkeme müdafaaları gibi daha pek çok bahis ve kısımlar, âhirzaman fitnesi ve ehl-i dünya ve menfî Avrupaya karşı ümmeti ikaz ve irşad eden bahisler büyük bir yekün teşkil eder.
Risale-i Nur’un haslar dairesi bu geniş dairelerle bilfiil meşgul olmaz, fakat ihtiyaca göre bu ders ve ikazları ehline bildirir ve dersler yaparlar ve tebliğde bulunurlar.
Evet Bediüzzaman Hazretleri bu vazifeye haslar dairesini tevkil etmiştir. Bir mektubunda diyor ki:
«Şiddetli hastalık ve sair sebeblerin tesiriyle ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan benim bedelime sizler ve Risale-i Nur’un Kur’an medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in de Hutbe-i Şamiye ve zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu bîçare kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 109)
Mezkür Hutbe-i Şamiye eseri hakkında da şöyle diyor:
«Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327’ye bedel, 1371’de ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.» (Hutbe-i Şamiye sh: 6)
İşte mezkûr tavsiye mektubu ve Hutbe-i Şamiye. İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi ve Münazarat gibi eserleri ihtiyaca göre nazarlara arz etmek vazifesi ve Nur’un hizmet hayatında devam etmiş olan bu mânâdaki tatbikat, geniş daireye bakan tebliğ vazifesinin meşruiyetini gösteriyor.
Keza Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un, nâşir, hâmi, sahib, vâris, muhafız, bekçi, nöbetçi, Genç Said gibi tavsifatla nazara verdiği has dairesindeki hizmet heyetinin muarızlara karşı Nur’u koruyacakları gibi, ikaz, irşad ve tebliğ hizmetleri de vazifeleridir.
Mezkûr vasıflarla yapılan tavsifler, yayınlarımız arasında bulunan «İman-Hayat-Şeri’at» broşürün 126. Parağrafından 138. Parağrafına kadar kısmen ve «Risale-i Nur’dan Derlemeler Neşriyatı» kitabında ise tafsilatlı şekilde tesbitlidir.
AVRUPA’NIN FİKİR DÜNYASI VE YAŞAYIŞINDAN YAYILAN TESİRLER
Bediüzzaman Hazretleri, bugünkü medeniyetin menşei Avrupa felsefesi olduğunu ve Kur’anla çatıştığını anlatırken diyor ki:
«Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beşeriyeyi,[2] hikmet-i Kur’anla[3] yirmibeş aded Sözlerde mizanlarla iki hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize[4] ve hikmet-i Kur’aniyenin[5] mu’cize olduğu kat’iyetle isbat edilmiştir.» (Sözler sh: 411)
1919 yılında Osmanlı’nın mağlubiyeti dolayisiyle İslâmın en güçlü koruyucusunun mağlup edilmesi üzerine çok çeşitli ızdıraplar yaşanmıştır. Bir manevî mecliste olan konuşmaları ve sorulan sualleri Bediüzzaman Hazretleri nakletmiş ve kitapta yazmıştır. Bu vesile ile Avrupa medeniyeti üzerine görüşlerini beyan etmiş bulunmaktadır. İslâm Dünyasının batı medeniyetini kendi isteği ile kabul edemeyişinin sebeplerini anlatan Said Nursi Hazretleri der ki:
Evet, «Şu medeniyet-i habise ki,[6] biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud[7] ve seyyiatı hasenatına galebe[8] ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh[9] ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz,[10] sefih, mütemerrid, gaddar,[11] manen vahşi[12] bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhde edecek idik.[13]
Meclisten biri dedi:
–Neden Şeriat şu medeniyeti* reddeder?
Dedim:
–Çünki beş menfî esas üzerine teessüs[14] etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir.[15] O ise şe’ni, tecavüzdür.[16] Hedef-i kasdı, menfaattır.[17] O ise şe’ni, tezahümdür.[18] Hayatta düsturu cidaldir.[19] O ise şe’ni, tenazu’dur.[20] Kitleler mabeynindeki rabıtası,[21] âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir.[22] O ise şe’ni, böyle müdhiş tesadümdür.[23] Cazibedar hizmeti,[24] heva ve hevesi teşci’[25] ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.[26]
O heva ise şe’ni,[27] insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir,[28] insanın mesh-i manevîsine[29] sebeb olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
İşte onun için bu medeniyet-i hazıra,[30] beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete[31] atmış; onunu mümevveh saadete[32][33] bırakmış. Saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola.[34] Bu ise ekall-i kalilindir.[35]» (Sunühat İşarat Tuluat sh: 39) çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne
«Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda[36] üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ,[37] rekabet ve tahakküm[38] üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe[39] edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine[40] kuvvetli bir medar, bir delil[41] hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 36)
Daha asrın başlarında Avrupanın mahiyetini açıklayan Bediüzzaman Hazretlerini, Avrupanın sebep olduğu iki dünya harbi ve her tarafta mazlum milletlere yapılan zulümler tasdik etmiştir. şimdi yine insan-sever (hümanist) gibi görünüp yeni bir asırda bir daha oyalamak istemektedir.
Bugün hayatın bütün sahalarında yaşanan Batı medeniyetinin kurallarıdır. (!) Bu cemiyette kim ne kadar mutlu ki, daha da bu Batı hayatına gireceğiz? Onların kendi dünyevî rahatları ise kendilerinedir. Bediüzzaman Hazretleri Avrupa medeniyetinin menfî tesirlerini şöyle ifade eder:
«Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakümüyle,[42] şerait-i hayat-ı dünyeviyenin[43] ağırlaşmasıyla, efkâr[44] ve kulûb[45] dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir." (Sözler sh: 481) felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla,
Avrupa kendi toplumundaki küçük azınlığa geçici bir mutluluk getirirken bütün insanlığa çeşitli zararlar vermiştir. Asrımızın başlarında Bediüzzaman Hazretleri Avrupaya şöyle hitab eder:
«Ey beşeri ifsad eden müfsid Avrupa! Beşerin başına getirdiğin binler belâlardan birtekini söylüyorum, dinle!» (Nur’un İlk Kapısı sh: 85)diyerek insanlığa verdiği zararları etraflıca anlatır.
Evet, Avrupalı filozoflar müslümanların inancını hedef almış ve hücum etmişlerdir. İman hakikatları noktasında Avrupa filozoflarının verdikleri zararlardan ikaz eden bahsin bir kısmında deniliyor ki:
«İmana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâhiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakînine[46] ve imanına hiç tereddüd vermemek lâzım iken; bu asırda Avrupa feylesoflarının nefy[47] ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına[48] tereddüd verip yakînlerini izale[49] ve saadet-i ebediyelerini[50] mahvetmiş.» (Şualar sh: 101)
Nakledilen açıklamalarda görüldüğü üzere Avrupa’dan uzak durmayı telkin eden ikazlara rağmen onlarla hayat birliğine ve onların sosyal ve hukuki prensip ve kanunlarını taklid etmeye cevaz göstermek, Risale-i Nur Külliyatındaki anlatılanlara ters düşmek demektir.
Avrupalılar sadece bu asırda değil, bilhassa İslâmiyetle ve Kur’an hakikatlarıyla asırlardır uğraşmışlardır. 5-6 Asır süresince devam eden Birleşik Haçlı Seferleri, Avrupa’nın İslâma ve müslümanlara düşmanlığı neticesiydi. Fakat geçmiş asırlarda dini itirazları fazla revaç bulmamıştı. Asrımızda ise Kur’anı koruyan kalelerin yıkılmasıyla Avrupa bütün kinini kusarak İslâm dünyasına materyalist felsefe ile hücum ediyorlar. Fakat Cenab-ı Hak dinini korumak için Risale-i Nur Hizmetini ihsan ederek milletin imdadına göndermiştir.
Bu hakikata Üstad Hazretleri şöyle işarat eder:
«Risale-i Nur’un gayet hârika bir cüz’ü olan “Âyet-ül Kübra” risalesinin beyanı vechiyle: Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden[51] Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor.» (Nur Çeşmesi sh: 176)
İşte Risale-i Nur’da, Avrupa’nın gaddarcasına olan İslâm düşmanlığı bu tarzda nazara verilip, İslâm dünyasının Avrupa’ya karşı uyanık olması isteniyor.
Kur’andan aldığı dersle müslümanlara istikameti gösteren Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın müsbet ve menfi olarak iki sınıf olduğunu nazara vererek müslümana hissilikten uzak kalması dersini vermiştir. Şimdi bakalım şu anda Avrupada hakim olan zihniyet hangisidir? İsevîliğin hakiki dini mi, hükmediyor? Bunun cevabı aşağıda açık şekilde veriliyor. Şöyle ki:
«Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi[52]felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle,[53] medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek[54] beşeri sefâhete ve dalâlete[55] sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki: san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki,
O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet[56] ve fünun-u nâfiadan[57] başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:
Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi[58] ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti[59]başını yesin ve yiyecek!..
…Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal[60] gibi birtek gözü taşıyan kör dehân[61] ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden[62] esfel-i sâfilîne[63] atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his[64] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!» (Lem’alar sh: 115)
Böyle dehşetli ifsat hayatına karışmak için kapı açmak, İslâm milletini nereye doğru iter?
Bediüzzaman Hazretleri iman ve küfür mukayesesini yaptığı bir eserinin son kısmında Avrupa hakkında şöyle der:
«İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefînin[65] ve hüdâ-yı Kur’ânînin[66] verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir,[67] gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle[68] ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla[69] o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutlarıyla[70] ve fünun-u tabiiyeleriyle[71] dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere[72] binler nefrin ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Frenkleri[73] taklide çalışmayınız. Âyâ,[74] Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten[75] sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip[76] emniyet ediyorsunuz?
Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz.
Âgâh olunuz ki,[77] siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet[78] dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır[79] ve millete bir istihzâdır.[80]» (Lem’alar sh: 120)
AVRUPA’NIN ZENGİNLİĞİ NEYE DAYANIYOR?
Avrupa’nın dünyanın diğer bütün kıtalarında sömürgelerden, o milletlerin mallarını ve servetlerini çalarak ve gasp ederek servet sahibi olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri der ki:
«Âyâ,[81] zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd[82] ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu[83] altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan[84] ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları,[85] desiseleriyle[86] ya çalar veya gasp ediyor.» (Lem’alar sh: 122)
Bediüzzaman Hazretleri, Avrupanın bizim toplumumuzda aşıladığı bazı fikirler sebebiyle bir kısım kimselerin İslâmiyetten soğumasına sebeb olduklarını beyan eder. Hatta kendilerinin ilerlemelerini ve müslümanların geri kalmalarını, kendi üstünlüklerini baskı olarak kullanmak istediğini açıklar.
Said Nursi Hazretleri ise bu telkinlere karşı müslümanları uyarır ve der:
«Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanının iki sebebinin şu netice-i müthişiyle, o neticenin tesir-i muharribanesine[87] karşı, mevcudiyetimizin hâmisi[88] olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun!» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 60)
Avrupanın maddî açıdan ilerlemesinin iki sebebi olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, bunun biri, Avrupa’nın maddi yani coğrafî vaziyeti, diğeri ve en önemlisi ise yardımlaşma sırrına dayanan istinad noktasıdır der:
«İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-u hayatına[89] kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit amade ve dessas, medenî engizisyon taassubu[90] ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur olmuş[91] bir müsellah[92] kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.
Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan,[93] (İ.G.) elini uzatıp arıyor. Nerede Hıristiyan bulsa hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, Artuşi. İşte Lübnan, Huran. İşte Mal Sur ve Arnavut. İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 60)
Edebiyat sahasında Avrupanın durumu ve yayın sahasında, romancılığın, tiyatronun ve sinemanın, Avrupanın tesiriyle cemiyet hayatını nasıl bozduğunu Risale-i Nur Külliyatında açık şekilde anlatılır.
Avrupa’nın manevî tahribatının vesilelerinden biri de “güzellik ve aşk, kahramanlık, hakikatı tasvir edip canlandırmak” olarak ifade edilen ve bu üç sahada işleyen edebiyatı, menfi cihette ve neşir organlariyle yaptığı ve yaptırdığı ifsadattan insanları ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Avrupa’dan tereşşuh etmiş[94] şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet,[95] mezâyâ-yı haşmeti[96] göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihengi[97] ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân;[98] onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.
Ya aşkla hüsündür,[99] ya hamâset ve şehâmet,[100] ya tasvir‑i hakikat.[101] İşte yabanî edepse,[102] hamâset[103] noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini[104] telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
Şehvet-engiz[105] bir zevki nefislere de zerk eder.[106] Tasvir‑i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî suretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmânî[107] suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur.[108] Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin,[109] hem münevvim,[110] hakikî fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit,[111] sinema gibi bir müteharrik emvat.[112] Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasuhvâri,[113] mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını[114] giydirmiş, hüsn-ü mücerred[115] tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder.[116] Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”
Netice-i muzırrayı[117] gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri[118] yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder,[119] his daha söz dinlemez.
………
Avrupazâde edepse,[120] fakdü’l-ahbaptan,[121] sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne[122] aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar[123] tanır; başka çeşit göstermez.» (Sözler sh: 737)
İşte böyle nefsinin isteklerinin taparcasına esiri olmuş Avrupa’nın -şimdiye kadar ki taklidinden doğan münasebetlerden- böyle zararları gözler önünde iken, resmî beraberlik halinde olunca neticenin ne olacağı aşikâr değil mi? Yüz yıldır, milyonlar müslüman evladının imansız ve şüpheler içinde ölmesine sebeb olan Avrupa Felsefesi ve Medeniyeti, 1000 yıllık İslâm Ordusu olan Türk Milletine nasıl önder ve ışık olabilir?
Avrupanın ırkçılık anlayışı ve bunu İslâm dünyasına sokmaya çalışması hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:
«Ben اْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ [124] ferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfi milliyet[125] ve unsuriyetperverliğe,[126] Avrupa’nın bir nevi firenk illeti[127] olduğundan, bir zehr-i katil[128] nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika[129] versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine(Mektubat sh: 64) karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.»
«Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.» (Mektubat sh: 322)
b) Birinci Cihan Harbinin sebebi Avrupa’nın ırkçılık anlayışıdır:
«Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini[130] çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden[131] başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.» (Mektubat sh: 323)
c) Irkçılık fikriyle bu millete ve vatana hizmet edeceğine inananlara Risale-i Nur der ki:
«Büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara[132] veya cenup tarafındaki dindaşlara[133] adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle[134] beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.
İşte o dindaşlara adâvet[135] ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına[136] hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir![137]» (Mektubat sh: 323)
Evet, ırkçılık anlayışı, İslâm dünyasının selamet ve istiklâliyetinin dayanak noktası olan İslâm Birliğini engeller, Müslümanları biribirine düşman eder ve çoğukere de etmiştir.
d) Kur’an’ın İslâm bayraktarlığını yapan Türk Milletine işareti ve mesajı:
«İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz.[138]
Tâ
يَاْتِى اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُوءْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللَّهِ
[139] âyetine güzel bir mâsadak[140] oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep[141] münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak[142] olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.» (Mektubat sh: 323)
Burada bahsolunan ayetin evveli, irtidadı ifade eder. Yani İslâmiyete girdikten sonra dinden ayrılıp başka bir anlayış ve yaşayış tarzına dönüş yapmaktır ki, en dehşetli bir felâket ve helâkettir.
Evet, «Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl; yoksa mahvolursun.» (Mektubat sh: 471)
Batılılaşmanın en rahat tatbikata konulduğu devre olan 1930’lu yıllarda, Bediüzzaman Hazretleri, gerekli ikaz ve tesbitleri yapmıştır. Bu tesbitlerini nazara almayanlar sonunda maskara olmayı göze almalılar. O yıllarda yazmış olduğu bir risalesinde şöyle der:
«Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti[143] başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü,
Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa,[144] bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.
Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru,[145] ağleb-i hukemanın[146] Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin[147] bir remzi,[148] bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha[149] getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir..» (Mektubat sh: 324) Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli
Bu kısımda da Avrupa ile İslâm dünyası, aynı anlayış ve yaşayışta olmadıkları ve olmayacaklarına dikkat çekiliyor.
MASKELİ AVRUPA’NIN GERÇEK YÜZÜ
Avrupa’nın gerçek yüzü ve bizdeki taraftarlarının mahiyeti:
«İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden[150] sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani, “Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır. Avrupa’nın insaniyetperver maskesi[151] altında vahşî reislerinin[152] sağır kulakları çınlasın! Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mim’siz medeniyetperestlerin[153](Mektubat sh: 429) başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.»
Bu memleketin gerçek sahiplerini devre dışı bırakarak âdetâ “el çabukluğu marifet” iyle birde suçlu duruma düşürmeye çalışan zındık dinsizleri tesbit eden ve müslümanları ikaz eden Said Nursi Hazretleri şöyle der:
«Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa[154] çalışan ve hamiyet maskesini[155] başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile;[156] ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle[157] değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yapmakla;[158] tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım, zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara, pek haksız olarak irtica[159] damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri,[160] yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 81)
AVRUPA KANUNLARINDAN MEDET UMMAK YANLIŞTIR !
Evrensel hukuk adı altında Avrupa ve Dünya ile beraber olacağız diye sahte tuzaklara düşen Müslümanları, Bediüzzaman Hazretleri şiddetle ikaz eder ve kendi şeriat kanunlarımıza dikkati çekip der ki:
«Onüç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden,[161] ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen[162] namaz kılmak gibidir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 89)
«Kâfirler, hususan Avrupalılar ve bilhassa İngiltere şeytanları ve Firenk iblisleri, müslümanlara ve ehl-i Kur’ana ebedî can düşmanı ve daimî muannid hasımlardır.»[163] (B. Mesnevi-i Nuriye: 179)
«Bil ey müslüman! Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasında fark budur ki:
Kâfirlerin medeniyeti; dış içe, iç dışa çevrilmiş bir vahşet-i mahzadır. Zâhirîsi süslü püslü, bâtınîsi çirkin ve pistir. Sureti me’nus, sîreti muvahhiştir.[164]
Amma mü’minlerin medeniyeti ise bâtını zâhirinden[165] daha a’lâ ve ahsendir. Manası, suretinden daha tam ve kâmildir. İçinde bir ünsiyet, bir sevgi, bir muavenet saklıdır.
Bunun sırrı budur ki: Mü’min, sırr-ı iman ve tevhid ile bütün kâinatın mevcudatı arasında bir uhuvvet ve eczaları mabeyninde -hususan Benî-Âdem arasında ve bilhassa müslümanlar ortasında- bir ünsiyet ve mütekabil bir sevgi görüyor. Hem asıl mebde’ ve mazi itibariyle yine her şeyde bir uhuvvet ve sonunda bir mülâkat ve kavuşmak ve müstakbelde neticenin varlığını biliyor ve görüyor.
Fakat kâfir ise, küfrün hükmüyle her şeye karşı bir yabanilik ve ayrılık, belki bir nevi düşmanlık görür ki, âdeta hiç bir şeyde hattâ kardeşinde de kendisi için herhangi bir menfaati yok görür. Çünki kâfir; uzanıp giden ezelî bir ayrılış ve sonsuz ebedî bir ayrılık ortasında yalnız nokta kadar bir buluşma anındaki bir uhuvvetten başka bir uhuvveti görmüyor. Yalnız bir nevi hamiyet-i milliye yahut gayret-i cinsiye cihetiyle o az zamandaki kardeşliği şiddet peyda eder. Halbuki o kâfir, zâhiren sevdiği kimseyi de samimî ve kardeşane bir muhabbet ile değil; belki ancak nefsinin ondaki menfaatini sever. Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî güzellikler ve ruhî yücelikler ise, yine İslâm medeniyetinin sızıntılarındandır. Ve Kur’anın sayha ve irşadatının in’ikaslarındandır. Veya semavî dinlerin bâkiye kalan parıltılarındandır.
Eğer bu mezkûr hakikata müşahhas bir misal istersen, hayalin ile "Nurşin" karyesindeki "Seyda" (K.S.) Hazretlerinin meclisine git! Ve o zâtın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak! O Zât-ı Kerim’in irşadiyle fukara elbisesine bürünmüş sultanları veya insan libasını giymiş melaikeleri gör.
Sonra bu hakikatı müvazene etmek üzere Paris‘e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, onlar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî-Âdem[166] suretine girmiş birer ifrittirler.[167]» (B. Mesnevi-i Nuriye: 195)
İleri devletler seviyesine gelmek hatta onlara yol göstermek için müslümanlığı ve kaidelerini tam yaşamalıyız.
1934 yılında meydana gelen Akdeniz Meselesi münasebetiyle, Avrupa devletlerinin buradaki hükümeti sıkıştırmasına ve dolayısiyle dindarlara şiddetli baskı uygulayan bura hükümetinin, bu baskısını hafifleteceğine dair sorulan suale Bediüzzaman Hazretlerinin cevabı şöyledir:
«Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı[168] ve kuvve-i mâneviyesinin menbaı[169] olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle[170] şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyâsına[171] ve bid’aların[172] bir derece def’ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin[173] hükûmetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.
Elcevap: Biz ferec ve ferah[174] ve sürur ve fütuhat[175] isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki,[176] münafıkları ehl-i imana musallat[177] ettiler ve zındıkları[178] yetiştirdiler.
…..
Her neyse… Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı[179] süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz[180] bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız[181] verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.» (Lem’alar sh: 104)
AVRUPA İSLÂM’A KATILMAYA MUHTAÇTIR
Risale-i Nur eserlerinde, İslâm dünyasının her cihetle ilerlemesi, Avrupa’ya değil dine bağlılıkları derecesinde olduğu ifade edilir. Mektubat adlı eserde şu ifade var:
«Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs devlet-i İslâmiyesidir.
Hem ne vakit cemaat-i İslâmiye dine karşı lâkayt vaziyeti almışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler.» (Mektubat sh: 324)
Halbuki biz Müslümanların, dinimize bağlılık neticesi olarak Avrupa milletlerinin bizlere katılacakları ifade edilir.
Evet, «Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek,[182] sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.[183]» (Hutbe-i Şamiye sh: 24)
Başka din mensuplarının İslâmiyete çoklukla katılacaklarını bildiren Bediüzzaman Hazretleri, bunun da şartları olduğunu bildirir.
«Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele… Taklit ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesipleri[184] mutlaka fevc fevc,[185]Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.» (Münazarat sh: 45) muhakeme-i akliye ile ve burhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar.
Felsefeye bağlı olan Avrupa’nın İslâmiyete katılması gereğini açıklayan çok önemli bir ifede de şöyledir:
«Âlem-i insaniyette,[186] zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr,[187] her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet,[188] diğeri silsile-i felsefe ve hikmet,[189] gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad[190] etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip[191] itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet[192][193][194]» (Sözler sh: 538)
“MİM”SİZ AVRUPA MEDENİYETİNİN BUGÜNÜ !
ll. Meşrutiyet devrinde Osmanlı’daki hürriyet havasından çok ümitlenen ve bu şer’î hürriyetten İslâm âleminin müsbet yönde etkileneceğine inanan ve bütün müslümanlara bu hususlarda dersler veren Bediüzzaman Hazretleri, 1950 den sonra sorulan soruya verdiği cevap şöyledir:
«İkinci sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit,[195] onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye,[196] semavî kanun-u esasîlere muhalif[197] olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları, faydalarına râcih[198] geldi.[199] olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; ve sa’y[200] ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi… Medeniyetteki maksud-u hakikî
……
Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.
Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal ve israfatla[201] yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına[202] vesile olmuş.
Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı veriyor.
İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin dört yüz milyon talebesinin intibahıyla[203] ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla[204] beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını;[205] ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini;[206] ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 100)
Demek İslâm milleti, Kur’an (3:110) âyetinde belirtildiği üzere, bütün milletlere kemalat dersinde örnektir. Böyle şerefli bir milletin İslâm haricindeki milletlere dahil olmaya çalışması ve bizi içlerine alacaklar diye sevinmesi düşünülemez.
Bu kahraman milletin yapısına uygun bir yol takip edilmezse neticesinin ne olacağı vecizevî bir şekilde şöyle ifade edilir:
«Tarîk-ı gayr-ı meşru[207] ile bir maksadı takib eden, galiben maksudunun[208] zıddıyla ceza görür, Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru[209] muhabbetin akibetinin mükâfatı,[210][211]» (Mektubat sh: 472) mahbubun gaddarane adavetidir.
Kulağını Avrupa’ya dayamış ve her hususta oradan geleceklerle hayatını şekillendirenlere Bedüzzaman Hazretleri şöyle der:
«Biri çıksa dese, “Koca Avrupa’nın bu kadar hükeması[212] şu hakikat-i imaniyeyi inkâr ediyorlar. Bizim iki hocamızın sözü nasıl tercih ediliyor?”
Ey biçare nâdân![213] Mesele hiç öyle değil. Bu söze hiç hakkın yok. Belki bu mesele, hiç ehil olmadıkları meselelerde nâ-ehil birkaç fuzulînin[214] hadsiz ehl-i ihtisasa[215] karşı söz söylemesidir.
Bir iki hoca dediğin, milyarlar beşerin güneşleri hükmünde olan Şeyh Geylânî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî gibi ehl-i ihtisasın icmâlarıdır ki,[216]Koca Avrupa hükeması dediğin, maddeperest, akılları gözlerine sukut etmiş, mâneviyattan uzaklaşmış şems-i hakikatten[217] ve hilâl-i haktan âmileşmiş,[218][219] san’atkârlardır. o hakikati görmüşler, gösteriyorlar. hakkı görmedikleri için hakkı nefyeden, haddinden tecavüz etmiş
Yani, bazı gözü hasta olan kimse, güneşin ziyasını; ve vücudu hasta olan kimse de, suyun tadını inkâr ediyorlar.[220]»(Nur’un İlk Kapısı sh: 100)
Bediüzzaman Hazretleri gerek verildiği mahkemelerde gerekse bulunduğu yerlerde İslâm sembolü olan kıyafetini değiştirmemiştir, başını açmamıştır. Bu meseleyle alâkalı bir soruya verdiği bir cevapta der ki:
«Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest[221] sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye[222] ve cebr-i kanunî cihetiyle[223] girmektense; azimet-i şer’iye ve takva cihetiyle,[224](Şualar sh: 290) yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.»
«Ehl-i medeniyetin terakki diye zu’mettikleri[225] şey, ancak bir sukuttur.[226] Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır[227] ve intibah[228] diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaflette bir batmaktır. Ve nezaket dedikleri mes’ele, nifakî bir riyadır.[229] Ve zekâvet[230] diye gururlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir.[231] Ve insaniyet[232] diye tahmin ettikleri şey, ancak insaniyetin hayvaniyete bir inkılabıdır.[233]» (B. Mesnevi Nuriye sh: 210)
Risale-i Nur Külliyatında dikkati çeken bir husus da şudur ki, Bediüzzaman Hazretleri “Medeniyet-i hazıra…, medeniyet-i meş’ume…, medeniyet-i habise…, medeniyet-i sefihane…, mimsiz medeniyet…” gibi tabirler kullanarak Avrupa medeniyetini, insanlığa hakiki saadet getiren gerçek medeniyet olan İslâm medeniyetinden ayırır ve der ki:
«Medeniyet-i hazıra[234] itibariyle görüyoruz ki; şu medeniyet-i meş’ume[235] öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. Melaike-i kiramın اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ [236] deki endişelerinin sırrını gösteriyor.» (Sünuhat Tuluat İşarat:24)
Avrupa meftunlarının aldatıcı bir kıyas ile müslümanlığı ve müslümanları tezyif etmelerine karşı mü’minleri uyaran Bediüzzaman Hazretleri bu aldatılıcılığı şöyle açıklar:
«Yoksa, biri Avrupa’nın mehasinini mesâvimizle[237] ve telâhuk-u efkârın semeratını[238] bizim bir şahsın semere-i sa’yi ile,[239][240] muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek,[241] ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir. insafsızca, aldatıcı cerbezeyle İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi
Avrupa’ya şedit bir meftuniyet[242] ve milletine karşı amik bir nefret[243] hissiyle, kendini Avrupa’nın veled‑i nâmeşruu[244] ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane, müfteriyane,[245] namus-şikenane[246] ile, kendi firavniyetini ve zımnen medih ve gururiyetini ve bilmediği halde İslâma düşmanlığını göstermekle beraber, fir’avniyet, enaniyet, gurur hükmüyle, milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir,[247] meyl-i incizab yerine meyl-i nefret,[248] meyelân-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf,[249] temayül-ü ihtiram yerine meyelân-ı teçhil,[250] arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum,[251] seciye-i fedakâri yerine temayül-ü infiradı ikame[252] edip, hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdiğinden, nazar-ı hakikatte öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ, birisi Paris’te, sefahet âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsan ettiği[253] bir libası, camide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve câniyanede bulunur. Zira hamiyet ise,[254] muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret, hamiyetin zıddıdır. gösterdiği gibi, fikr-i ihtilâl ve meyl-i tahrip
Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri,[255] herbiri yüz mutaassıp kadar meslek-i sakîminde[256] mütaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi, tekfir olunacaktı.[257]
Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?
Esefâ![258] Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok ukde-i hayatiyelerden,[259] bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat,[260] bahusus şâirâne, müfritâne, edepşikenâne, hodpesendâne[261] olan fikr-i hiciv ve arzu-yu tahkirdir.[262]
[263] وَ لاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا Tedib-i hakikîye karşı edepsizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakat millete ve İslâmiyete karşı olan târizat-ı zımniyelerini[264] o kâselislerin[265] yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv ve terzilleri[266] ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmekle iktifa ederiz.
Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine, fazla cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık[267] olmayan fazla zekâvet-i betrâ[268] tesir etmiştir. Bence en müthiş maraz asabîliktir. Zira herşeyi haddinden geçirmekle aksülâmel yaptırır.» (Sünuhat Tuluat İşarat: 61)
Avrupa hayranları Avrupaya laf söyletmezler:
«Bence taassubun[269] en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde[270] ve dinsizlerinde bulunur ki; sathî[271] şübhelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar.» (Münazarat sh: 89)
Bilhassa son asırda memleketimizde meydana gelen hareketlerin çoğu Avrupa’dan idare edildiğini beyan eden Said Nursi Hazretleri, bu durumu şöyle tesbit eder:
«Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder,[272] biz kendimizden hayal edip, asammâne[273] tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.[274]
“Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müspettir. Menfîye kapılan harf gibi:
دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِ غَيْرِهِ yahut لاَ يَدُلُّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ tarif edilir. Demek bütün harekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Bahusus, menfî iki cihet-i zaafla hariç cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl[275] olur.» (Sünuhat Tuluat İşarat: 46)
Demek Avrupa bize iyi niyetle bakmıyor, istismar ediyor. O halde onların hükmü altına girmek zarardır.
AVRUPA MEDENİYETİ BURADA TUTUNAMAZ
Birinci Dünya Savaşı sonrası ülkemizde meydana gelen siyasî ve idarî değişikliklerle getirilmek istenen yeni rejim hakkında tavsiyelerde bulunan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri der ki:
«…Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye[276], birer kemmiye-i kalile-i muzırra[277] suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane,[278] Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârane[279] sinesinde[280] yer tutamaz…
…Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez…
…Yoksa İslâmiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, firenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâm’a münafî olduğundan; âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 141)
Bediüzzaman Hazretlerinin üstün tarihî değer taşıyan bu tavsiyesi açıkça gösteriyor ki, Avrupa’nın pis medeniyetinden uzak durup İslâm medeniyetinin ortaya çıkmasına çalışmak gerekli ve zaruridir.
«Hakikatlı bir latife: Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilaf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle,(Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 161) İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki; o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse, yüz senede temizleyemez”.»
Bu hadise, medenî cesaret örneği olduğu gibi İslâm cemiyetinde yaşanan fikir hürriyetinin de parlak bir tablosudur.
AVRUPA’NIN YEDİĞİ SEMAVÎ TOKATLAR
Avrupa’nın, İslâma ettiği zulümler ve başına gelen belâların bir kaçını Risale-i Nur şöyle beyan eder:
«Sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için hâdisat-ı zamana baktım; kalbime böyle geldi: Menfî esasata bina edilen ve Karun gibi ([281]) اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ deyip, ihsan-ı Rabbanî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galib gelen şu medeniyet-i Avrupaiye[282] öyle bir semavî tokat yedi ki; yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrib edip yangına verdi.
Avrupa zâlim hükûmetleri zulümleriyle, Sevr Muahedesiyle[283] âlem-i İslâma ve merkez-i Hilâfete ettikleri ihanete[284] mukabil öyle bir mağlûbiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azapta çırpınıyorlar.[285]
Evet, bu mağlûbiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 16)
«Adalet-i İlâhiye, İslâmiyete ihanet eden mimsiz medeniyete öyle bir azâb-ı mânevî vermiş ki, bedevîliğin ve vahşîliğin derecesinden çok aşağıya düşürtmüş. Avrupa’nın ve İngilizin yüz sene ezvâk-ı medeniyesini[286] ve terakkî ve tasallut[287] ve hâkimiyetin lezzetlerini hiçe indiren mütemadî[288] korku ve dehşet ve telâş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 22)
«Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle filolar teşkil edip, hattâ kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla nev-i beşeri esaret altına almış ve Avrupa medeniyetçileri medeniyetin mehasiniyle, iyilikleriyle, menfaatleriyle değil, belki medeniyetin seyyiatıyla ve sefahetiyle ve dinsizliğiyleüçyüzelli milyon müslümanların her tarafta hâkimiyetlerini imha edip istibdadına serfüru’ etmiş[289] ve bu musibet-i semaviyeye sebebiyet vermiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 226)
«Harb‑i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem‑i İslâmiyet çok zarar gördüler.
Nev’-i insanın, hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınaya[290] ve paraya istinad ederek firavunane bir tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev-i beşeri mes’ul ediyor diye insan ism-i umumîsiyle tabir edilmiş.» (Şualar sh: 693)
İşte mezkür beyanların nazara verdiği Avrupadaki zalim devletlerin İslâm düşmanlığını gözardı edip onlara dostça yanaşmaya cevaz göstermek Risale-i Nur’un açık beyanlarına muhaliftir ve muhalefettir.
RİSALE-İ NUR’UN AVRUPA İLE MÜCADELESİ
Bütün Avrupa kafirleri İslâma, müslümanlara böyle saldırmalarına mukabil adeta tek başıyla mücadele eden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle diyor:
«Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah’ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir mes’elesinden geri çeviremezler; inşâallah mağlub edemezler!..» (Mektubat sh: 72)
«Ve madem bu asırda Avrupa dinsizleri ve ehl-i dalalet münafıkları, dehşetli bir surette Kur’ana hücumu hengâmında[291] Risale-i Nur o seyl-i dalalete[292] karşı mukavemet edip, Kur’anın tılsımlarını keşfederek hakikatını muhafaza ediyor.» (Şualar sh: 742)
«Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın feyziyle Yeni Said hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatça bürhanlar zikrediyor ki değil müslüman üleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 159)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1935 yılında Eskişehir Mahkemesinde yapmış olduğu müdafaanamesinde Avrupa hakkındaki beyanatlarında der ki:
«Elinize geçen ve nazar-ı teftişinizde bulunan "Fihriste Risalesi"Risale-i Nur’un her bir cüz’ü, bir âyet-i Kur’aniyenin hakikatını tefsir eder ve hususan erkân-ı imaniyeye dair âyetleri öyle vuzuhla tefsir eder ki, Avrupa feylesoflarının bin seneden beri Kur’an aleyhinde hazırladıkları hücum plânlarını ve esaslarını bozuyor… gösteriyor ki;
…Hem bunu biliniz ki, yirmi-otuz sene evvel bir gazete gördüm ki, İngilizlerin bir Müstemlekât Nâzırı[293] demiş: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız.” İşte, bu kâfir muannidin bu sözü, otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmişdahildeki kusuru,[294] Avrupa’nın hatâsı, fesadıdır derim. Avrupa feylesoflarına hiddet ediyorum, onları vuruyorum. Felillâhilhamd, Risale-i Nur o muannid[295] kâfirlerin de hülyasını kırdığı gibi, maddiyun, tabiyun feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 223) olduğundan, nefsimden sonra onlarla uğraşıyorum. Dahile bakamıyorum ve
Said Nursi Hazretleri Eskişehir Mahkemesinde, başta mahkemeye ve arkasında zamanın reislerine “dâhilde ecnebî dolabları hesabına çalışan mülhidlere” diyerek din esaslarına yapılan hücumların ve dindarlara yapılan baskıların Avrupa hesabına yapıldığını beyan eder ve hakikattaki hükümet ile müfsidleri birbirinden ayırır ve der ki:
«Avrupa medeniyet ve felsefesi namına ve belki İngilizlerin ifsad-ı siyaseti hesabına "Tesettür Âyeti"ne ettikleri itiraza karşı, gayet kuvvetli ve müskit bir cevab-ı ilmîdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 249)
«Ben, son müdafaatımda beyan etmişim ki; otuz senedir, Avrupa feylesoflarına ve Avrupa feylesofları hesabına dâhilde ecnebî dolabları hesabına çalışan mülhidlere karşı muaraza ederek cevab vermişim ve veriyorum.» (Tarihçe-i Hayat sh: 249)
«Acaba bu Hükûmet-i Cumhuriye, Avrupa medeniyetinin kusurlu kısmının dava vekilliğine tenezzül eder mi?» (Tarihçe-i Hayat sh: 250)
Kur’anın örtünme, miras ve taaddüd-ü zevcat gibi kat’i ve kesin hükümlerinin hikmetlerini tefsir eden ve bu gibi hükümlere itirazın Avrupanın eski hastalığı olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri dahildeki itirazların da gerçekte Avrupa hesabına olduğunu beyan eder.
«Kur’an-ı Hakîm’in âyât-ı kat’iyesiyle, binüçyüz seneden beri, milyonlar tefsirlerinde ve halen kütübhanelerde dolu tefsirlerde
لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ [296]* فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ [297]* يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ [298] * فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ [299]
ilââhir gibi âyetlerin hakaik-i kudsiyelerini Avrupa feylesoflarının itiraz ve tecavüzatına karşı otuz seneden beri yazdığım müdafaat-ı ilmiyemi "Hükûmetin inkılabına, prensibine ve rejimine muhalif kasdı var" diye beni itham etmek, öyle bir zâhir garaz ve öyle bir esassız vehimdir ki; buradaki mahkeme-i âdileye taalluk etmeseydi, müdafaa ve cevab vermeyi lâyık görmezdim.
Hem acaba, eskiden beri bu vatan ve millete zarar niyetiyle, Avrupa’nın dinsiz komiteleri hesabına ve Rum, Ermeniler cemiyeti vasıtasıyla dinsizlik ve ihtilâl ve fesat tohumlarını saçan mülhidlere karşı müdafaat-ı ilmiyem, hangi suretle hükûmet aleyhine alınıyor?» (Tarihçe-i Hayat sh: 251)
«Evet Bediüzzaman, devletlere milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor.» (Tarihçe-i Hayat sh: 693)
«Dalalet-âlûd Avrupa feylesoflarının ve sapkın talebelerinin bazı müteşabih âyât-ı kerime ve ehadîs-i şerifenin zâhirî manalarını anlamayarak yaptıkları kasıdlı itirazlara, Risale-i Nur’da aklen, mantıkan cevablar verilerek, o âyetlerin ve o hadîslerin birer mu’cize oldukları isbat edilmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 696)
«İşte bu zamanda tahribatın manevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci manevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak üniversitenin mebde’ ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 186)
«Bunun içindir ki, Avrupa’nın felsefî dalaletlerine galebe ediyor ve cerhedilmez aklî, mantıkî, ilmî hüccetlerle, dünyayı saran Komünizmi ve Masonluğu kökünden yıkıyor.» (Nur Çeşmesi sh: 169)
«Şimdi ben sizlerden soruyorum: Böyle Avrupa feylesoflarının(Tarihçe-i Hayat sh: 249)
AVRUPA’NIN YAYDIĞI ŞÜPHELERİ RİSALE-İ NUR DEF’EDİYOR
Avrupa dinsizleri, 1950 yılından sonraları memleketimizde resmen din dersleri okullarda okutulmasıyla buraları bozmak fikriyle hareket etmişlerdir.
«Bundan bir müddet evvel Avrupalı bir feylesof, İstanbul’a gelerek imam-hatib ve hâfız mektebinde okuyan talebelerde, Kur’an aleyhinde bir şübhe husule getirmek için bir konferans vermiş. Kur’an aleyhtarı o feylesof, mezkûr konferansında ‘seb’a semavat’ âyet-i kerimesine ilişerek inkâr etmek istemiş. "Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor." demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nur’un "İşarat-ül İ’caz" arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı görünce, devam ettireceği o konferansları terkederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur kalmış.» (Konferans sh: 61)
Hatta Risale-i Nurun mücadele ettiği birinci muhatap, Avrupadan gelen bilhassa fikrî sapıklık ve yaşantıda ortaya çıkan sefahat hayatıdır.
«Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’ân aleyhinde terâküm eden[300] Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def eden, başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet[301] bu asra da baktığından, Risalei’n-Nur ve şakirtlerine remzen bakmakla beraber, ulema-i müteahhirînin[302] mezhebine göre اِلاَّ اللَّهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen [303] اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى nın makamı gibi 1344 ederek Resâili’n-Nur ve şakirtlerinin meydan-ı mücahede-i mâneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor.» (Şualar sh: 701)
AVRUPA’NIN HÜCUMUNA KARŞI CİHAD EDENLER
Risale-i Nur hizmetine işaret eden bir ayetin mana-yı işarî tabakasını tefsir eden Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın iç yüzünü tahlil edip İslâmiyete karşı bitmeyen bir kinle su-i niyet içinde bulunduğunu ortaya koyan bahiste der ki:
«Sûre-i Tevbe’de
يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِوءُا نُورَ اللَّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللَّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
([304]) âyetindeki نُورَ اللَّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللَّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَه cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i mâneviyesiyle beraber şeddeli lâm’lar, birer lâm ve şeddeli mim asıl kelimeden olduğundan, iki mim sayılmak cihetiyle 1324 ederek, Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikast plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri,[305] hürriyeti ’24’te[306] ilânıyla o plânı akîm bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf, altı-yedi sene sonra, harb-i umumî neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr Muahedesinde[307] Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek[308] olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan 1324’e, tâ ’34’te, tâ ’54’te tam tamına tevâfukla, o herc ü merc içinde Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resâili’n-Nur Müellifi ’24’te ve Resâili’n-Nur’un mukaddematı ’34’te[309] ve Resâili’n-Nur’un nuranî cüzleri ve fedakâr şakirtleri ’54’te mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-i hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telâşa sevk ettiler ve bu itfâ suikastine[310] karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden, bu âyetin mânâ-yı işârîsi[311] cihetinde bir medâr-ı nazarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur’ân’a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir.
Eğer şeddeli mim dahi şeddeli lâm’lar gibi bir sayılsa, o vakit 1284 eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un ’93 muharebe-i meş’umesiyle[312] âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat[313] bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid’in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen[314] parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lâm’lar ve mim ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirdleri[315] olabilir. Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var. [316] اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ sırrıyla kısa kestik.» (Şualar sh: 719)
Mezkûr açıklamalar, ikaz ve müdafaalar gösteriyor ki, Bediüzzaman Hazretleri, Avrupanın siyasî veya aşikâr ifsatlarına karşı mukabelelerde bulunmuş ve zararlarını önlemeye çalışmıştır.
Menfî Avrupanın yukarıda açıklanan İslâm Âlemine muarız niyet ve tavırlarına rağmen onlardan nasıl menfaat beklenebilir?
Bediüzzaman Hazretleri, 1909 yılındaki meşhur 31 Mart hadisesinde, Sıkıyönetim Mahkemesinde yaptığı müdafaada, İstanbulda bulunan Doğulu hamalların boykotlarını desteklerken der ki:
«O hamalların, Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşı* boykotajları ve en müşevveş[317] ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî[318] açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm.» (Divan-ı Harb-i Örfi sh: 15)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu “Divan-ı Harb-i Örfî” eserini 1954 yılında tekrar neşrederken baş tarafına “bu müdafaayı, şimdi bu asra daha muvafık gördük” ve “hayat-ı içtimaiyeyi alâkadar eden çok hakikatlere temas ettiğinden neşredildi.” diyerek bu müdafaanın ortaya koyduğu hakikatlerin gelecek zamanlara da baktığına dikkat çekmiştir.
Nur’un İlk ve sâdık Talebeleri Avrupaya böyle bakıyorlar:
«Kemal-i ulviyet ve kıymet-i bînihayesini[319] arz u ifadeden âciz bulunduğum şu Sözler’deki âlî ve azîm üslûb ve gayeler, bu abd-i pürkusuru[320] ihya ve âdeta "ba’sü ba’delmevt" haline getirdi ve "Siyah Dut’un Bir Meyvesi" namıyla müsemma, Avrupa meftunlarına endaht edilen[321] altun topun elmas güllelerini gördüm, hayran oldum.» (Barla Lâhikası sh: 43)
«Bu hakaikle Avrupa ehl-i dalaletine de meydan okunur, fikrindeyiz.» (Barla Lâhikası sh: 34)
«Risale-i Nur, lisan-ı hal ile Avrupa meftunu bulunan tek gözlü Deccal’a[322] "Ya iman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın" diyor.» (Barla Lâhikası sh: 143)
«Öyle de, ondördüncü asrın hâdim-i Kur’an’ı[323] da dokuz yaşından altmış (seksenaltı) yaşına kadar bilâ-istisna doğrudan doğruya Kur’an namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişahından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye[324]Avrupa Devletlerini iskât eden,[325] zemzeme-i Kur’aniyenin şifahanesinden nebean ederek, onların semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i câri[326] nehirlerle i’lâ-yı kelimetullah eden ve onların kal’alarını zîr ü zeber[327](Barla Lâhikası sh: 210) ve zihniyede birinciliği ihraz eden, eden…»
«İnşâallah bu ikinci vuku’da ondördüncü asr-ı Muhammedîde ve Avrupa terakkiyatı ile iftihar ettiği ve yirminci asır namını alan bu günde, ehl-i fetretin[328] putperestliğinin daha feci’ bir surete giren suretperestliğinin[329] kökü kesileceğini, bize ilân ediyordu.» (Barla Lâhikası sh: 291)
Demokratlar devrinde yazılan aşağıdaki mektub, Nurcuların Avrupaya bakışlarını ortaya koyması bakımından fikir verebilir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle der:
«Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı[330] ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi[331] için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da[332] Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya “Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde[333] olanlara ilişmiyorlar, za’f gösteriyorlar” diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu için bu te’hir[334] o evhamları izale eder.[335]» (Emirdağ Lâhikası sh: 107)
Demek Avrupalılaşmak fikri ve meyli, Âlem-i İslâmın bizlere karşı itimatını sarsar.
Meselelere tek taraflı bakmamak için Risale-i Nur Külliyatında Avrupa’nın müsbet tarafına bakan ve beraber olmanın şartları ve kayıtları nelerdir diye araştırdık; bir kısmını buraya dercediyoruz. Tâ ki yanlışlara düşülmesin. Kitaba dayanmadan veya yerini göstermeden “Bediüzzamana göre…, Said Nursi’ye göre…” deyip kendi kanaatini Risale-i Nur’danmış gibi gösterip, görüş beyan edenler kimseyi yanıltmasınlar.
Bediüzzaman Hazretlerinin yanında yetişmiş merhum Zübeyir Ağabey’in Risale-i Nur Külliyatında bulunmayan bazı hizmet sahalarında yapılan tekliflere verdiği cevap şudur: «Kardeşim, bu dediğiniz tarzı ben Risale’de okumadım, Hazret-i Üstad’dan duymadım. Kafam ise çalışmaz.» diye verdiği cevap bizler için Risale-i Nurdan alınan aldatmaz ölçüdür.
Risale-i Nur’un heryerde olduğu gibi Avrupada da tesirini göstermesi.
«Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı[336] Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz[337] altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz[338] veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”
İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim.[339] Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru ile,[340] altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden[341] kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki[342] uhuvvetini inkişaf ettirmeye[343] iki vesileyi bulduk.
Birinci Vesilesi: Risale-i Nur’dur ki; uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile[344] hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde te’lif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekserî yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir.[345]" (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 223)
AVRUPA FENNE DİNSİZCE BAKMAKTAN VAZGEÇMELİ
«Felsefe fünunu[346] ile ulûm-u diniye[347] birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla[348] tam musalaha etsin." (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 224)
1908 yılında büyük bir alim olan El-Ezher Üniversitesinin Rektörü Şeyh Bâhid Efendi Bediüzzaman Hazretlerine sorar:
«Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?
…..Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:
…“Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir; o da onu doğuracak.» (Tarihçe-i Hayat sh: 54)
«Nitekim Bediüzzaman’ın dediği gibi; ihbaratın iki kutbu[349] da tahakkuk etmiş, bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde şeair-i İslâmiyeye muhalif[350] çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek[351] ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmek; ve şimdi Avrupa’da Kur’ana ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc[352] İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 54)
Bediüzzaman Hazretleri, aynı mevzuyu 1911 yılında, Şam’da verdiği hutbede de ifade etmiştir. Aslı Arabça olan Hutbe-i Şamiye kitabını daha sonra kendisi bizzat tercüme etmiştir. Fakat burada dikkati çeken, Osmanlı Devleti’nin Avrupa devleti doğurduğunu kesin olarak ifade ederken Avrupa ve Amerika’nın ne zaman İslâm devleti doğuracağını belirtmemiştir. Ancak biz bunun şartlarını diğer bahislerden öğreniyoruz:
«İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri[353] mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki:
Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.» (Hutbe-i Şamiye sh: 32)
Bediüzzaman Hazretleri, bilhassa İkinci Dünya Harbiyle meydana gelen dehşetli devreden sonra, dünyanın bazı devletlerinin Kur’an hakikatlerini arayacağını beyan etmiştir. Bu hareketlerin Batıda, İskandinav ülkelerinde veya Amerikada olabileceğini söylemiştir. Fakat "nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa" diye bir kayıt ve başka kayıtları da koymuştur. Bu güzel bahisleri okurken ve naklederken bu kayıtlarını da nazara vermek lazım gelmektedir. Yoksa kişi hem kendisi aldanır ve hem de başkalarını aldatır.
Hazreti-i Üstad, 1950 den sonra yazdığı bir mektupta, bu mesele hakkında şöyle der:
«Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir meselesi,[354] şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için, şimdiki bu hükûmetimizin[355] hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’âniyeye[356] dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla, ihtiyat kuvveti[357] olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm[358] dairesinde kardeşleri kazanır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 54)
Hak ve hakikatı arayan milletlerin olacağını beyan eden bahis, fakat ”edebilirler ve görebilirlerse“ kaydını nazara almak lazımdır:
«Hem bugünkü dünyadaki ihtilafları halledecek olan; aklen, fikren terakki etmiş yirminci asır insanlarına hak ve hakikatı anlatabilecek yepyeni bir ilmî keşfiyatı ve bir teceddüdü Amerika’da, Avrupa’daAlmanya’da, taharri eden cereyanlar[359] meydana gelmiş; eğer idrak edebilirler ve görebilirlerse, işte Risale-i Nur Külliyatı… Nitekim bu hakikatın idrak edilmeye başlandığını gösteren emareler, bahtiyar Alman Milleti içinde görülmektedir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 696) hususan
Kur’an’ın bu zamanda bir mu’cizesi olan Risale-i Nur Külliyatının okunmasıyla ve kabul edilmesiyle değer kazanabilecek faaliyetlerden bahseden birkaç ifade:
«Risale-i Nur, Âlem-i İslâmda olduğu gibi Avrupa’da da hüsn-ü kabule mazhar olmuştur." (Tarihçe-i Hayat sh: 735)
«Delillerin birisi; Avrupa ve Amerika’nın en meşhur feylesoflarının, Kur’anın emsalsiz ve ayn-ı hakikat bir kitab olduğunu tasdik etmeleridir.» (Nur Çeşmesi sh: 183)
«Risale-i Nur Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü teveccühe mazhar olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere, birçok memleketlerde okunmaya başlanmıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 711)
«O yirmi mahkeme bir suç bulamıyoruz dedikleri halde ve altı yüzbin nüshası dâhilde ve hariçte intişar ettiği halde hiç kimseye zarar vermemesi ve Avrupa’da en yüksek mekteb içinde Nur’un dershanesi diye ayırdıkları yerde Hristiyanlar dahi onları okuması ve âlem-i İslâm’da gayet takdir ile intişar etmesi, hattâ Pakistan’da çıkan Es-Sıddık mecmuasının Risale-i Nur’un bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine göndermesi ve bu kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatlar gösteriyor ki; elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakikî bir vazifesidir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 181)
MÜSLÜMANLAR AVRUPA’YA HÂKİM OLARAK GİRMİŞLERDİR
Bu bahis de çok manidar ve geçmişte müslümanların Avrupayla münasebetlerini ortaya koyması bakımından çok dikkat çekicidir:
«Fenikeliler Avrupa’ya tüccar, Yahudiler Avrupa’ya mülteci veya esir olarak girdikleri halde; Müslümanlar Avrupa’ya hâkim olarak girmişler ve bu Müslümanlar, Kur’an yardımıyla Avrupa’ya irfan meş’alesini[360] taşımışlardır.
Filhakika Müslümanlar garblılara ve şarklılara felsefe, tıp, heyet, şiir öğretmişlerdir. Yunan’ın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları ihata etmişken her tarafa nur ifaza eylemişler ve bu itibarla bu insanlar ulûm-u cedidenin temellerini atmışlardır." (Musevî âlimlerinden Emanoil Düeş, İngilizce "Kuvarterli Revyo" mecmuasının 254’üncü numarasında "İslâmiyet" serlevhasıyla yazdığı makaleden)» (Nur Çeşmesi sh: 188)
Avrupaya mâl edilen, beşerin faydalandığı iyilikler hakkında bir tesbit:
«Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâsin-i kesire.[361]onlar değildir ne Nasrâniyet[362] malı, ne Avrupa icadı,
Ne şu asrın san’atı. Belki umum malıdır. Telâhuk‑u efkârdan,[363] semâvî şerâyiden,[364] hem hâcât-ı fıtrîden,[365] hususî şer-i Ahmedî,[366]
İslâmî inkılâptan neş’et eden[367] bir maldır. Kimse temellük etmez.[368] (Sözler sh: 714)
Avrupanın İslâm dininden istifade ettiğini beyan eden bahis:
«Filhakika[369] bu âlî din; Avrupa’ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir…
İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hâyır.. buna imkân yoktur!
Gaston Care » (İşarat-ül İ’caz sh: 221)
«Kesb-i medeniyette[370] Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti[371] almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası[372] olan âdât-ı milliyelerini[373] muhafaza ettiler.» (Divan-ı Harb-i Örfi sh: 72)
YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA DOSTLUK MESELESİ
Nazar-ı dikkate alınması gereken bir önemli husus da şudur ki, Bediüzzaman Hazretlerinin beyanlarında zaman mefhumu dikkate alınmalıdır. Gerçi Risale-i Nurun meseleleri, Kur’an tefsiri olmak hasebiyle bütün zamanlara bakan yönleri vardır. Fakat mesela devletin dini, Din-i İslâm iken ve devlet İslâm toplumunu harici ve dahili, maddî ve manevî tehlikelerden korurken söylenen sözler ve yapılan tavsiyeler, Kur’anın iktidar yönünden koruyucusu yokken ve İslâm cemiyeti, bütün âlem-i küfrün ve sefahatin hücumuna açıkken uygulanmaya kalkışılırsa ortaya çok acib garabetler çıkar.
Ve hattâ bilerek veya bilmeyerek, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur Külliyatı hakkında su-i zanlara sebebiyet verilebilir.
Bu gelen bahiste ll.Meşrutiyet sonrası, Üstad Hazretleri, 1911 yılında, devletin başka din mensublarıyla münasebet ve dostluk meselesi üzerine der ki:
«S – Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır. [374] لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
C – Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn[375] olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet [376]olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm[377] değildir, mutlaktır.[378] Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa,[379] me’haz-ı iştikakı,[380] illet-i hüküm gösterir.[381] Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle[382] iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin![383]
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi.[384] Bütün ezhânı[385] nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti[386] o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler.[387] Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir.[388] Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.» (Münazarat sh: 31)
Bu bahiste de görülüyor ki, İslâm hakimiyetinde başka din mensupları ile münasebetler kurulabilir. Onlarla Hrıstiyanlık ve Yahudilik yönlerinden etkilenmeden, teknik imkanlar noktasında irtibatlar olabilir. Risale-i Nur Külliyatında çokça bahsedilen, «Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki; bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakînî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor.» şeklindeki beyandan, bir Müslümanın, Avrupa birliğiyle ve içiçe olacak hayattan dolayı Hırıstiyan veya Yahudi olacağı düşünülemez. Fakat esas tehlike, Süfyaniyetin darbeleriyle sarsılmış ve dini bağları iyice zayıflamış ekseriyetin, sefahet ve ibadetsizlik yüzünden hayat-ı ebediyeleri mahvolmasıdır. Ayrıca, Müslümanın dünya hayatı noktasında İttihad-ı İslâm fikri, hayale dahi getirilmemeye çalışılıyor.
İSLÂM-İSEVÎ İTTİFAKININ ZAMANI VE ŞARTLARI
Risale-i Nur Külliyatında çokça bahsedilen “Müslüman İsevîleri.. hakiki İsevîlik dini… İsevî ruhanileri… Nasara mü’minleri… vs” gibi tabirleri dikkatli okumak gerekir. O cemiyetin özelliklerini iyi bilmek ve gelişen bir harekette o vasıflar var mı? yok mu? bakmak lazım.
Bu meselelerden nümune olarak aldığımız bahiste, Bediüzzaman Hazretleri der ki:
«Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle[389] medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden[390] Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini[391] İslâmiyetin hakikatiyle[392] birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.» (Mektubat sh: 441)
1946 veya 47 de yazılmış bir mektubunda Üstad Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Dünya Harbi sonrası şekillenen yeni dünya düzeni hakkında endişe ve ümidi beraber taşıdığını bildirir:
«Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kalbime geliyor ki:
Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden[393] çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı[394] olan Avrupa’da, Deccalâne[395] bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye medar, âlem-i İslâmın tam intibahiyle[396] ve Yeni Dünyanın,[397] Hıristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ân’a ittihad edip tâbi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semâvî bir muavenetle[398] dayanıp inşaallah galebe eder. (Emirdağ Lâhikası-l sh: 58)
Bu beyanda açıkça görüldüğü gibi, Avrupa’dan doğacak insanlık dışı uygulamalara karşı, İslâm-Hırıstiyan beraberliğinin şartları;
Müslümanların tam uyanması,
Yeni Dünya’nın (Amerika’nın) gerçek Hrıstiyanlığı esas alması,
İslâm Birliğiyle beraber hareket etmek için anlaşmalar yapması,
İncil’in de esaslarını içine alan Kur’an’ın hakim olması, gibi şartları gerektiren kaideler nazara alınmazsa meselenin hakikatı anlaşılamaz.
Kısım-2
“Bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslâmdır.”
“Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; İttihad-ı İslâmdır.”
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VE İSLÂM BİRLİĞİ
Orijinal tabiriyle İttihad-ı İslâm yani İslâm Birliği düşüncesi ve fikriyatı, müslüman ilim ve siyaset adamlarının üzerine çok düşündükleri ve gerçekleşmesi için çok gayret ettikleri bir mefkuredir. İslâm mütefekkirleri, maddî ve manevî olarak gerilediğini müşahede ettikleri İslâm Dünyasının kurtuluşu için bir ümit olarak İslâm Birliğinin aktif olarak devreye girmesini görmüşlerdir.
Bilhassa 19. asrın sonlarında ve 20. asrın başlarında bu fikir bazı Müslüman ilim, fikir ve siyaset adamını hareketlendirmiş ve bu hususta bir çok eserler yazmışlar ve faaliyetler yapmışlardır. Fakat zemin ve zaman yaver gitmemiş, Avrupa kökenli ideolojiler ve Avrupa meftunu Liderler İslâm Dünyası’nın daha da dağılmasını sağlamıştır.
İslâm Birliğinin tahakkuku ve aktif olarak uygulanması için Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri çok gayret göstermiştir. Bu düşüncesini İstanbul’a ilk geldiği 1907 yılından sonra, çeşitli vesilelerle gerçekçi olarak ortaya koymuş ve tahakkuku için gerekli şartları sıralamış ve İttihad-ı İslâmın tarifini yapmıştır.
Üç devirde yaşamış olan Bediüzzaman Hazretleri, hep İslâm Birliği fikrini savunmuş ve Müslümanların kurtuluşunun bu Birliğin gerçekleşmesinde olduğunu ifade etmiştir.
Yirmibeş sene süren en dehşetli zulüm devrinin sonlarına doğru, önce iktidarı elinde tutan Halk Partisi idarecilerini ikaz etmiştir. Bu memlekete, İslâm Dünyası’nın eskideki muhabbet ve kardeşliğini kazanmak için yönlerini İslâm Dünyası’na çevirmelerini tavsiye etmiştir. Bu ikazları duymayan o zihniyet, o zamanki anlayışıyla birlikte, tarihin karanlık sayfalarına gömülüp gitmiştir.
Daha sonraları ehven-üşşer olarak telakki olunan Demokratlar devri gelmiş ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri dine ve dindarlara bir derece yakın gördüğü bir kısım Demokrat idarecilerine İslam Birliği fikrini çok daha fazla anlatmıştır. Hattâ, İslâm Birliğinin teşekkülü hususunda detaylı bilgiler vermiştir. Sadece bilgi vermekle kalmamış, canlı misallerle meseleyi pekiştirmiştir.
Buna mukabil bazı Demokrat devlet adamları (Menderes gibi), Hazret-i Üstad’ın bu tavsiyelerini nazara almış ve bazı teşebbüslerde bulunmuşlardır. CENTO gibi bazı kuruluşuları, İslâm ülkeleriyle birlikte kurmuşlar ve Bediüzzaman Hazretleri bu faaliyetleri İslâm Birliğinin büyük bayramının bir başlangıcı olarak kabul etmiştir. Fakat maalesef Demokratların başına gelen malum hallerden dolayı onlar da bu Birliğin tam tahakkukuna muvaffak olamamışlardır.
Beynelmilel şer akımların, dönmelerin ve gizli dinsizlerin en büyük korkusu olan İttihad-ı İslâm fikriyatı, Müslümanlar tarafından devamlı canlı tutulmalı ve basın ve yayın organlarında neşriyat yapılmalıdır. Şu zamandaki menfi gibi olan hal-i âlem nazara alınmamalıdır. Nasıl ki bazı kimseler, kendi ideolojilerinin "ebediyyen var olacağı"nı telkin ediyorlar, Müslümanlar daha kuvvetle hakiki olarak İslâm Birliğinin gerçekleşeceğine ve devam edeceğine bin kat daha fazla inanmalı ve İslâm Kardeşliğine çalışmalıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, İttihad-ı Muhammediye (ASM) hareketini en geniş şekliyle ele alır ve bütün mü’minleri içine aldığını beyan eder:
«Hem de dediler: “İttihad-ı Muhammediyeye (a.s.m.)[399] dahil misin?”
Dedim: Maaliftihar! En küçük efradındanım.[400] Fakat, benim târif ettiğim vecihle… Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir, bana gösterin.» (Divanı-ı Harb-i Örfi sh: 11)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine diyorlar:
”Dâima İttihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif et."
Cevaben:
«Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) tarifi budur ki:
Şarktan garba, cenuptan şimale[401] uzanan bir silsile-i nuranî ile merbut[402] bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan[403] ziyadedir. Bu ittihadın cihetülvahdeti ve irtibatı,[404] tevhid-i İlâhîdir.[405] Peyman ve yemini,[406][407] kàlû belâdan[408] dahil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları[409] da Levh-i Mahfuzdur. Bu ittihadın nâşir‑i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de, i’lâ-i kelimetullahı[410] hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri,[411] câmi ve mescidler ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn‑i Şerifeyndir. Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir…[412] imandır. Müntesipleri,
…Elhasıl: Sultan Selim’e biat[413] etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyat‑ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim,[414] Şeyh Cemaleddîn-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh,Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki, demiş: müfrit âlimlerden
İhtilâf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde[415] hattâ bîkarar[416] eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı[417] def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağ-dar[418] eyler beni.
Yavuz Sultan Selim» (Divanı-ı Harb-i Örfi sh: 19)
İttihad ismini almakla birlikte ittihad etmeye mani olan tutum sergileyen İttihad Terakki Cemiyeti hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin beyanı:
«Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar[419] ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika[420] olan ırkçılık cemiyat-ı akvamiyeyi[421] teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye[422] muhalefet ettim.» (Divanı-ı Harb-i Örfi sh: 32)
İslâm Birliğinin gerçekleşmesi için bazı şartlar vardır. Risale-i Nur Külliyatının bir çok yerlerinde izahları vardır. Daha fazla bilgi için (yayınevimiz tarafından neşredilen İttihad-ı İslâm kitapçığı, İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, “İttifak” ve “İttihad-ı İslâm” maddeleri) gibi yerlere bakılabilir. Risale-i Nur Külliyatından tesbit edebildiğimiz bahisleri buraya dercediyoruz:
a) İslâm Milliyetini esas almak, İslâm Birliğinin birinci şartıdır. Bediüzzaman Hazretleri der ki :
«Hakikî milliyetimizin[423] esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve hilafet-i Osmaniye[424] ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin[425] nöbettarlarıdırlar.
İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla,[426] umum ehl-i İslâm bir tek aşiret[427] hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit[428] ve alâkadar olur. Birbirine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 54)
«31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfî’de[429] dedim ki:
Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı Şeriatla müvazene[430]Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.» (Divan-ı Harbi Örfi sh: 10) ediyorum.
b) İttihad-ı İslâm’ın tahakkuku için gerekli şartlardan ikincisi, hakiki ve faziletli Şûrâ-yı Şer’î’dir.
İslâm âlemindeki hakiki alimler ve mürşidlerin beraberliğinde yapılacak Şeriata uygun meşveret, merci olur. İttihad-ı İslâmın faaliyet ve teşekkülünün kaidelerini tesbit eder. Kur’an kanunları etrafında birleşen İslâm devletleri, İslâm Cumhuriyetler Birliğini meydana getirirler.
Bediüzzaman Said Nursi Hezretleri Şûrâ’nın lüzumunu belirtirken şöyle der:
«Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki[431] saadetlerinin anahtarı, meşveret‑i şer’iyedir.[432]
وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ 433] âyet-i kerimesi, şûrâyı[434] esas olarak emrediyor.
Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr[435] ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi[436] yapmamasıdır.
Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı[437] ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların[438] kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet[439][440] tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet‑i sefihanesindeki seyyiatı[441] atmaktır.
İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder:
اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلَّهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمَنِ
Yani,
• İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat[442] ile başkasını tezlil etmemek[443] ve zillete düşürmemek,[444] ve zâlimlere tezellül etmemek…[445]
• Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz.
• Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan, herşeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder,[446] başına musallat eder.
• Evet, hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 60)
c) İttihad-ı İslâm’ın tahakkuku için gerekli şartlardan üçüncüsü ise şudur ki; dinî cemaatler ve din hizmeti yapan meslekler dinde zaruret ve esasat denilen Kur’an ve Sünnetteki açık hükümlerde bağlayıcı davranmalı teferruat meselelerde münakaşa çıkarmamalıdır.
Üstad Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:
«S – Âlem-i İslâmdaki ihtilâfı tâdil[447] edecek çare nedir?
C – Evvelâ: Müttefekun aleyh[448] olan makasıd-ı âliyeye[449] nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik… Zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa—ki zaman dahi pek çok yardım ediyor—o ihtilâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.
Esefâ, gaye-i hayalden tenâsi veya nisyan olmakla, ezhan ene’lere dönüp etrafında gezerler. İşte gaye-i hayal, maksad-ı âli bütün vuzuhuyla meydana atılmıştır.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 83)
Bir başka ifadede de şöyle der:
«Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i diniye ile şakku’l-âsâdır[450]. Rekabet ve münaferatı intaç eder.
Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve müzahemet ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.
Saniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak; birinde hatâ bulunsa, müfti‑i ümmet olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir.
Salisen: İ’lâ-yı kelimetullahı hedef-i maksat eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlidir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikate “püf, üf” eden, divaneliğini ilân eder.
Ey dinî cemiyetler! Maksadımız, dinî cemaatlar maksatta ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözünü de söylettirir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 98)
ÜLKENİN KURTULUŞU KUR’ANA SAHİP ÇIKMAKLA OLUR
Türk milletinin durumunu beyan eden ve çıkış yollarını gösteren Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, idarecileri ikaz eder ve der ki:
«Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi[451] muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti,[452] küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri!
Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi tervice[453] çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle[454] ispat ederim ki, âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâmın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet verecek.
Evet, hariçte iki dehşetli cereyana[455] karşı bu kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibâha etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş, bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik‑ı Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşaallah.
İkinci cereyan: Âlem-i İslâmdaki müstemlekâtlarını[456] kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle itham etmekle bozmak ve âlem-i İslâmın irtibatını mânen kesmek ve uhuvvetlerini[457] bu millete adavete[458] çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 218)
DEMOKRATLAR DEVRİNDE İSLÂM BİRLİĞİ DÜŞÜNCESİ
Demokrat hükümetlerin dine ve İslâm dünyasına yaklaşması gerektiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri der ki:
«Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir meselesi,[459] şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için, şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’âniyeye[460] dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla, ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon[461] uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâm’a taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 54)
İslâm Birliğine mukaddeme teşkil eden CENTO’nun kuruluşunu sevinçle karşılayan Bediüzzaman Hazretleri, İslâm Birliğinin ehemmiyetin şöyle ifade eder:
«Reis-i Cumhura ve Başvekile,
Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki:
Size iki hakikati beyan ediyorum:
Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını,[462] bu millete kemâl‑i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh‑u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâmın sulh-u umumiyesine[463] ve selâmet‑i âmmenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.
Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar‑ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu zamanda bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur’unArabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda[464] kabir kapısında bu netice-i azîmeyi[465] görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.
Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle[466] mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye[467] karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor.[468] olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş,[469] kabil-i tefrik değil.[470] Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi
Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan[471] ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 222)
Dine hürmetkar Demokratların desteklenmesi ve buna mukabil Demokratların da dindarlaşması ve İslâm dünyasına yönelmesi gerektiğini beyan eden mektub, dikkatle ve samimi olarak okunsa çok meseleler halledilmiş olacaktır.
Yıllarca Müslümanların arasında ihtilaf konusu olan siyasi meseleler, kimsenin yorumuna gerek kalmadan bu mektubda açıklanmıştır. Bediüzzaman Hazretleri, bu mektubunda, hem demokratları niye desteklediğini beyan etmiş, hem de demokrat olmanın şartlarını sıralamıştır. Bu şartları taşımayan parti veya şahıslar desteklenme ve muhafaza edilme haklarını kaybetmişler demektir.
«Demokratları[472] iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden îkaz edip “Aman, çabuk hakikat-i İslâmiyeye[473] yapışınız!” ihtar ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’âniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile 400 milyon kardeşi[474] bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyetle olabilir. Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyete hizmete muvaffakiyetlerine dua ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki, bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek büyük faydası ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u müsaderelerden[475] kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler. Ve selâmeti bulsunlar.
Said Nursî» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 209)
- Yukarıda beyan edilen Demokratlık şartları;
- Komünistlik ve Masonluğa karşı olmak,
- Laubaliliği bırakıp İslâmiyete yapışmak,
- Kur’an hakikatlerine dayanmak,
- İslâm Dünyasını arkasına almak,
- Amerika’yı din lehinde çalışması nisbetinde kendine dost yapmak,
- Risale-i Nur’ların resmi neşrine hizmet etmek,
- Dindar kesimi taraftar yapmak.
İşte Demokrat diye destekleyebileceği siyasilerde aranan şartlar ve vasıflar bunlardır.
a) Bediüzzaman Hazretleri İslam Dünyasının geleceği için Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye yani İslâm Cumhuriyetler Birliği yani İttihad-ı İslâm müjdesi vermektedir.
«Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: Umum Nurcuların mübarek bayramlarını ve haccü’l-ekberde[476] bulunan Nur şakirtleriyle ve hacdaki Nur taraftarlarının bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklâliyetini[477] kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde Hind’de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye,[478]Cava’da[479] elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye ve Arabistan’da dört beş hükûmet bir Cemahir-i Müttefika[480] gibi Arap Birliği ile İslâm Birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın bu büyük bayramının mukaddemesini[481] tebrik ile bu bayram bize müjde veriyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 268)
Yine aynı mânâda diğer bir mektup:
«Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşaallah, âlem-i İslâmın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i Müttefika-i İslâmiyenin[482] kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı[483] olan Kur’ân-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup(Emirdağ Lâhikası-ll sh: 76)
b) İstikbalde hakiki dindar Hristiyanlarla ittifak edileceğini bildiren Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin verdiği bir müjde:
«Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kalbime geliyor ki:
Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı[484][485] bir vahşet[486] doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye medar, âlem-i İslâmın tam intibahiyle[487] ve Yeni Dünyanın,[488] Hıristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz[489] etmesiyle ve âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ân’a ittihad edip tâbi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semâvî bir muavenetle[490] dayanıp inşaallah galebe eder. (Emirdağ Lâhikası-l sh: 58) olan Avrupa’da, Deccalâne
c) Hakiki vazifesinde Diyanet İşleri Reisliği’nin umum âlem-i İslâm’ın dairesi olduğunu veya olacağını bildiren mektup:
«Pakistan’da çıkan es-Sıddık mecmuasının Risale-i Nur’un bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine[491] göndermesi ve bu kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatler gösteriyor ki, elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakikî bir vazifesidir.
Diyanet dairesi, Meşihat-ı İslâmiye[492] gibi, yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum âlem‑i İslâma Meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm o Diyanet dairesine karşı tam hüsn-ü zan etmek, su-i tevehhüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade lüzumu var. Hem de Türkiye ile ittifak etmeyen İslâmî hükûmetlerde o mübarek daireye karşı su-i tevehhüm[493] gelmemesine büyük bir vesilesi olan ve âlem-i İslâmın her tarafında, belki Avrupa’da takdire mazhar olmuş Risale-i Nur, o Diyanet dairesini hem şerefini muhafaza ediyor. Hem âlem-i İslâma karşı o dairenin bir eseri olarak intişarı gayet lâzım ve zarurî olduğunu bu noktayı ehl-i vukuf[494] tam nazara alsınlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:181)
DOĞU’YA BÜYÜK BİR İSLÂM ÜNİVERSİTESİ
d) İslâm dünyası’nın merkezinin coğrafi olarak Türkiye’nin doğusu olduğunu bildiren Bediüzzaman Hazretlerinin bir mektubu:
«Heyet-i Vekileye[495] ve Tevfik İleri’ye[496] arz ediyoruz ki:
Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi:
Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem 55 seneden beri, Medresetü’z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbakır’da, biri de Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için, Hürriyetten[497] evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.
Sonra İttihatçılar zamanında[498] Sultan Reşad’ın[499] Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî darülfünun[500] tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: “Şark böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir.”
………
Bazı mebuslar dediler: “Yalnız sen medrese usulüyle sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara[501] benzemek lâzım.”
Dedim: “O vilâyat-ı şarkiye âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide[502] yanında ulûm-u diniye[503] de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi[504] gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir.[505] HAŞİYE Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde[506] mecburuz.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:183)
Mısırda bulunan İslâm dünyasının en büyük üniversitesinin (Câmiü’l Ezher) bir örneğinin İslâm dünyasının coğrafî merkezi hükmünde olan Türkiye’nin doğusunda inşa edilmesi zaruretini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri yine aynı mânâda der ki:
«Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere[507] gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:
Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık[508] ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile اِنَّمَا الْمُوءْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına[509] mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye[510] birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin.[511] Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında,[512]Câmiü’l-Ezher üslûbunda[513] bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım….
…Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki:
“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden[514] ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”
Ben de cevaben dedim:
Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî[515] bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede[516] millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 223)
İSLÂM BİRLİĞİ’NDE RİSALE-İ NUR’UN ROLÜ
Risale-i Nur’un bu memlekete kazandırdığı en ehemmiyetli iki fayda:
«Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı[517][518] başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim. olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def etmek için matbuat âlemiyle tezahüre
O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risalei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’da istilâkârâne hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi, âlem-i İslâmın ve Asya kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini[519] iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kur’âniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab ederek resmî[520] neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 102)
Bediüzzaman Hazretleri, Risalelerinin tab edilip neşredilmesinin, memleketin umumi menfaati için gerekli olduğunu beyan ederken der ki:
«Afyon Emniyet Müdürlüğüne!
…Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır. Maddî cihette elimden hiçbir şey gelmiyor. Yalnız Kur’ân’dan anladığım ve kaleme aldığım Meyve Risalesi ile Hüccetü’l-Bâliğa’yı yeni hurufla tab etmek için bazı kardeşlerime izin verdim. O iki risaleyi iki seneye yakın alâkadar Ankara makamatı ve ehl-i vukufu, hem Denizli Mahkemesi tetkikten sonra mucib-i mes’uliyet hiçbir şey bulamayarak bize resmen teslim ettiler.
Hem cevap gönderdim ki, sansüre ve büyük muharrirlere göstersinler, sonra tab’ etsinler. Hem tab’dan sonra resmen hükûmetin on iki makamatına vermek bir usuldür. Sonra da İhlâs Risalesi ile İktisat Risalesi’ni de o iki risalenin âhirine ilhak edip yeni hurufla tab’ edilsin.
Kat’iyen size beyan ediyorum ki benim maksadım, bunun tab’ında, bu mübarek milleti ve vatanı mânevî ve maddî anarşilikten muhafaza etmek ve âsâyiş ve inzibata mânevî yardım etmek ve anarşiliği uyandıran hâricî bir cereyanın istilâsına mânevî sed çekmek ve âlem-i İslâmın bize karşı itiraz ve ithamını izaleye[521] ve eski muhabbet ve uhuvvetini celb[522] etmeye çalışmaktır. Fakat maatteessüf ben dünya ile alâkadar olmadığımdan ve ehl-i idare ile de görüşmediğimden ve dünya halini bilmediğimden ve kanunsuz ilişmek belâsına mâruz kaldığımdan, eskiden beri perde altında bana husumet eden bazı insanlar, fırsat bulup zâbıtayı, ya adliyeyi evhamlandırıyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 105)
Memleketimizde zuhur eden Risale-i Nur hizmetinin, Âlem-i İslâm’ı alâkadar ettiğini beyan eden bir mektup:
«Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâmın teveccühünü ve hamiyetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için, siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirmek isteyenler, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: “Risale-i Nur şakirdleri, dini siyasete âlet eder; emniyete zarar vermek ihtimali var.”
Halbuki, bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti ve umum âlem-i İslâma taallûk[523] edecek hakaiki cami olduğu, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzamın kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur’un siyasetle alâkası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve âsâyişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 126)
EHL-İ BEYT VE SEYYİDLER CEMAATİNİN, İSLÂM BİRLİĞİ’NİN TEŞEKKÜLÜNDEKİ VAZİFESİ
«Mehdi-i Âl-i Resul‘ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem’iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi’nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.
Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta’tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh:266)
Peygamberimiz (A.S.M.) buyurur ki:
«"Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim." Çünki Sünnet-i Seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.
İşte bu sırra binaendir ki; Kitab ve Sünnete ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz» (Lem’alar sh: 21)
«Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a’sarın mecma’larında o nuranî zâtlar kumandanlık ediyorlar. (Haşiye) Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmu’u, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır ve Hazret-i Mehdi’nin en has ordusudur.
Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senedlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt’ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemmiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-ı azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarîk-ı hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.» (Mektubat sh: 441)
İslâm Birliği ile alâkalı Risale-i Nur Külliyatında daha bir çok bahisler vardır. Biz burada sadece birkaç misaller verdik. Bunlarda gösteriyor ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine ve Nurlardan istifade eden herkese İttihad-ı İslâmı gösteriyor. Müslümanların İslâm Birliği için çalışmalarını ve gayret göstermelerini istiyor. Burada bir defa daha tekrar ediyoruz “Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.” (Hutbe-i Şamiye sh: 90)
Biz müslümanlar, dağınık İslâm Dünyasının birliğine gayret edelim, inşaallah İslâm Birliği hakiki olarak teşekkül etsin, Ondan sonra İslâm Birliğinin merkezi, ister Avrupa Birliğiyle, ister Amerika ile, ister Rusya Birliğiyle İslâm cemiyetinin menfaatleri istikametinde istediği anlaşmaları yapsın. Hiç bir Müslümanın buna birşey diyeceği olamaz. Ama böyle hâkim değil mahkum bir vaziyette ve İslâm Birliği kurulmadan müslümanın yönünü Avrupa’ya çevirmek, geçen asırdaki helaket ve felaketimizin daha da artmasına sebep olur kanaatindeyiz.
[1] büyük yığınak ve çok cihazları
[2] Avrupa ve etkilediği bütün toplumlarda geçerli olan, dine dayanmayan filozofların düşünceleri ve içtimaî ve idarî sistemleri
[3] Allah’dan gelen Kur’anda bulunan şahsî, içtimaî ve idarî düsturlar
[4] beşer düşüncesi güçsüz ve zayıf
[5] Kur’an’ın meseleleri insanların düşüncesiyle ulaşılamıyacak yükseklikte
[6] dünya görüşü, insan anlayışı, siyaseti ve ahlakî yaşayış şekliyle kendini göstermiş olan olan pis Batı Medeniyeti
[7] şeriatça reddedilmiştir
[8] zararları iyiliklerinden fazla
[9] insanlığa faydalılık yönünden geçersiz
[10] insanların uyanmasıyla yıkılıp gidecek
[11] ahlâksız, inatçı ve acımasız
[12] iç dünyaları korkunç, bir canavardan farksız
[13] batı medeniyetinin İslâm ülkelerinde yayılmasını üzerimize alacaktık
* Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip, malımızı harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumi ile iki dehşetli tokat yeyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek. (Hz. Bedüzzaman r.a.)
[14] olumsuz esaslar üzerine bina edilmiştir
[15] dayanak noktası güç ve kuvvettir
[16] kuvveti esas almanın gereği haddi aşma, zayıfların hakkını çiğnemektir
[17] ulaşmak istediği hedef manfaatidir
[18] menfaatini esas almanın gereği başkalarına zahmet vermek ve engeller çıkarmaktır
[19] yaşamak için çatışma ve savaş esastır. Hayat anlayışının temeli Darwin’ciliktir
[20] çatışmanın, çarpışmanın gereği ise devamlı kavgalı yaşantıdır, çekişmedir
[21] insan gurupları arasındaki bağları
[22] başkasının varlığını kabul edemeyen ırkçılıktır
[23] ırkçılığın esas alınması ise çarpışmaktır
[24] insanların ilgisini çeken hizmeti
[25] bedenî, geçici şehevî ve istekleri elde etmek için cesaretlendirmek
[26] gayr-ı meşru arzuları tatmin ve kolayca elde etmesini sağlamaktır
[27] gayr-ı meşru isteklerin elde edilmesinin gereği
[28] insanı melek gibi üstün dereceden bir hayvan olan köpek derecesine düşürmektir
[29] insanın manevî yapısının bozulması ve alçalmasına
[30] şimdi yaygın olan medeniyet
[31] zorlu ve meşakkatli ve ızdıraplı hayata
[32] sahte ve görünüşte bir mutluluğa
[33] ne iyi ne kötü, ikisi arasında
[34] mutluluk odur ki insanların bütününe veya çoğunluğuna mutluluk versin
[35] bu medeniyetten ise insanların azının azı istifade etmektedir
[36] üstün manevî değerler ilim, hidayet ve doğruluk
[37] gelip geçici istek ve nefsin zararlı arzuları
[38] ne pahasına olursa olsun maddî kazanç için yarışmak ve rakibini zorbalıkla engellemek
[39] kötülükleri iyiliklerine üstün
[40] İslâm medeniyetinin üstün geleceğine
[41] sebep ve kılavuz
[42] tabiat kanunlarına yaratma etkisini veren inkârcı felsefenin içimize girip musallat olmasıyla
[43] dünya hayatının şartları ve ihtiyaçları
[44] düşünceler
[45] kalblerdeki müsbet duygular
[46] imanın kesinliğine
[47] dinin esaslarını kabul etmeyiş
[48] kötü talihli, kısmetsiz hayranlarına
[49] kuvvetli inançlarını ortadan kaldırmış
[50] mü’minin gerçek mutluluk yeri olan ahiret hayatlarını
[51] biriken
[52] insanların toplum hayatına faydalı
[53] dinden kopuk ve Allah (cc) inancını bir tarafa bırakan tabiatçı felsefenin karanlıklı düşünceleriyle
[54] medeniyetin kötülüklerini iyilik sanarak
[55] ahlâksızlığa ve sapık düşüncelere
[56] medeniyetin iyilikleri
[57] faydalı fen ve ilimlerden
[58] hastalıklı ve insanları hak dinden saptıran düşünce ve görüşleri
[59] nefsin günah isteklerine düşkün ve zararlı medeniyet
[60] peygamberimizin (asm) haber verdiği, dini bozan bir lider ve başlattığı bozguncu hareket
[61] din gerçeklerini ve ahiret hayatını görmeyen aşırı derecedeki zekan
[62] en yüksek dereceden
[63] aşağıların en aşağısına
[64] manevî ve vicdanî duyguları köreltmek ve uyuşturmak
[65] dinden kopuk ileri derecede bilgiçliğin
[66] Kur’anın gösterdiği doğru yolun
[67] birbirinden farklıdır
[68] doğruya ulaşma istek ve düşüncesindeki duyarlılığın artışıyla
[69] ölümün ikazlarıyla
[70] yabancıların, din düşmanı olan azgın liderleriyle
[71] Allah’ı (cc) unutturan ve tabiatçılığa dayanan bilgi ve fenleriyle
[72] uyan ve bağlanan ülkemizdeki hayranlarına
[73] Avrupalıları
[74] acaba
[75] düşmanlıklardan
[76] ahlaksız yaşayışları ve hakka zıt düşüncelerine tabi olup
[77] haberiniz olsun ki
[78] dînî, milleti, koruma gayreti
[79] hafife alıp aşağılamaktır
[80] alay etmektir
[81] acaba
[82] dünyanın menfaat ve lezzetlerini terketmek
[83] hükmü ve baskısı
[84] ölmeyecek kadar gıda
[85] zahiren müslüman gibi görünen, hakikatte İslâm düşmanı olanlar
[86] gizli hile ve oyunlarıyla
[87] bozucu etkisi
[88] koruyucusu
[89] yaşamak için gerekli damarlarına, can damarına
[90] Avrupa‘da hırıstiyan papazların baskısına benzer bir yobazlıkla
[91] kendine aşırı güven duygusundan dolayı kendinden geçmiş
[92] silahlanmış
[93] hürriyeti sever görünen
[94] sızıp yayılmış
[95] manevi yüceliğe sahip olan hoşlanılır güzellik
[96] yüce ve üstün meziyetler (vasıflar, özellikler)
[97] değer ölçüsünü
[98] dolaşıp etkilediği saha, ele alınan konular
[99] sevmekle güzelliktir
[100] kahramanlık ve cesaret
[101] gerçekleri canlandırma ve anlatma
[102] yabancılara ait olan edebiyat, İslâmî olmayan edebiyat
[103] yaratılıştan gelen kahramanlık
[104] güçlüyü sevme ve güçlüye hayranlık duygusunu
[105] nefsin kötü hislerini ve cinsî duygularını uyandırıcı
[106] aşılar
[107] Allahın güzelleştirici boyası yani güzel sanat eseri
[108] tabiatçılık sevgisin aşılar
[109]uyuşturucu, yani manevî acıları geçici olarak unutturucu olur
[110] uyutucu, yani gaflet verici olur
[111] ölü olan canlı, geçici hayal zevkiyle oyalayıcı
[112] hareketli ölüler, cansız resimler
[113] ruhların başka bir cesede girip tekrar dünyaya geleceğine inananların batıl inançlarına benzer şekilde
[114] utanmak duygusu bulunmayan kadın kılığını
[115] varlığı asliyetiyle olup bozulup değişmeyen gerçek güzellik
[116] kadın oyuncuyu ,okuyucuya hatırlatır
[117] ahlâksızlığın zararlı neticelerini
[118] teşvik edici şekilde canlandırma
[119] heyecanlandırır ve harekete geçirir
[120] Avrupa’dan doğan edebiyat ise
[121] dostların yokluğundan, gerçek dostlardan yoksun kalmaktan
[122] duygusal etkilenmekle
[123] korkunç yalnızlık ve sahipsizlik yeri
[124]Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda bir çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud,Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403. Sünnet: 5;
[125] milliyetçiliği ırkçılık olarak anlama ve davranma
[126] ırkçılıkla hareket etme ve kendi ırkını herşeyiyle taparcasına sevmeyi
[127] Avrupa hastalığı
[128] öldürücü zehir
[129] ayrılık fikriyatı
[130] ırkçılık düşüncesi
[131] bitmeyen uğursuz düşmanlıklarından
[132] doğu illerinde yaşayanlara
[133] güney tarafımızdaki İslâm ülkelerinde yaşayan müslümanlara
[134] tehlikeleriyle
[135] İslâm ülkelerindeki mü’minlere düşmanlık
[136] dini ve milleti koruyacağım diyerek
[137] ahmaklıktır
[138] dehşetli hücumları püskürttünüz
[139] Mâide Sûresi, 5:54.
[140] ayetteki mânâya uygun, âyeti doğrulayıcı örnek
[141] Avrupalıların anlayışını ve yaşayışını benimseyen
[142] Allah’ın dininden ve Kur’an’ın hükümlerinden dönenler ile ilgili hükme uygun ve doğrular şekilde
[143] boy-bos durumu (başka bir deyimle inanç ve yaşayış şekli ve manevi değer derecesi. Yani sahip olduğu özellikleri)
[144] tarla, çiftlik, köy
[145] ortaya çıkması
[146] filozofların çoğunluğunun
[147] Allah’ın ezelden verdiği hükmün
[148] gizli ve kapalı ifade şekli
[149] milletlerini uyanıklığa
[150] hakarat etmekten
[151] insanları sever gibi görünen halleri
[152] azgın idarecilerin
[153] ahlâksız ve günahkâr Avrupa medeniyeti hayranlarının
[154] İslâmiyetten evvelki ilkel insanların bozuk hayatında geçerli olan kanunlarına geri döndürmeye
[155] sahte vatanperver
[156] acımasız bir suçlamayla
[157] müslümanların dini koruma gayretleri ve iman kuvvetiyle
[158] siyaseti dinin hizmetine vermekle
[159] gericilik, geri kafalılık
[160] sanıp kuruntulara düşmeleri
[161] parlak İslâm şeriatı meydana geldiğinden
[162] kuzeye yönelerek
[163] bu cümle, İslâm’a, Kur’an’a düşman olan kafir Avrupalılara bakar, İslâm’a dost ve hatta hidayete gelen Avrupalılara değil
[164] içyüzü korkunçtur
[165] içyüzü, görünüşünden
[166] insanoğlu
[167] cin taifesinden çok korkunç ve zaralı bir mahluk
[168] gerçek dayanak noktası
[169] manevî olarak güç kaynağı
[170] din için gayretlilik göstermeyi heyecanlandırmakla
[171] toplumda yaşanan İslâm âdetlerinin canlanmasına
[172] dine aykırı düşen yeni adet ve yaşayış tarzlarının
[173] bid’at sahibleri, dinde yeni şeyler çıkaranların
[174] sıkıntıdan kurtuluş ve rahatlık
[175] sevinç ve galibiyetler
[176] İslâma kinleri hiç bitmeyen, din düşmanı yabancılar
[177] inanaların başına münafıkları görevlendirdiler
[178] İslâm ülkelerindeki din düşmanlarını
[179] hava boşluğunu
[180] manevî havayı karartan yağmursuz bulutlar (mecaz)
[181] gürültüsüz
[182] fiilimizle, yaptıklarımız ve yaşayışımızla göstersek
[183] dahil olacaklar
[184] başka din mensupları
[185] bölük bölük, gruplar halinde
[186] insanlık dünyasında
[187] iki büyük akım ve biribirini takip eden iki düşünce sistemi
[188] din ve peygamberlerin yolu, onların getirdiği inanç ve yaşayış sistemi
[189] dinden kopuk felsefe ve beşerî düşünce sistemi
[190] biribirine zıtlaşmayıp uyum içinde olup destek olmuşsa
[191] felsefî düşünce dindarlaşmışsa
[192] iyilikler ve hayırlar, peygamberlerin gösterdiği yol ve din
[193] kötülükler, sapıklıklar dine dayanmayan beşerî düşünce sisteminin
[194] toplanmıştır
[195] doğudaki göçebe aşiretlere 1910’larda yaptığı seyahatlerdeki günlerde
[196] şimdi yaşanan Batı medeniyeti
[197] Allah tarafından gönderilen kitapların esaslarına aykırı
[198] üstün
[199] insanca yaşamada güdülmesi gereken doğru gaye
[200] çalışma
[201] kötü ve aşırı tüketimle
[202] başkalarına bulaşmasına ve yayılmasına
[203] şimdi bir milyarı bulan İslâm dünyasının tam uyanıklığıyla
[204] müslümanların kendi kudsî anayasalarıyla (yani Kur’an ve Sünnet prensipleriyle)
[205] İslâmiyet insanların hem dünya hem ahiret mutluklarını temin edeceğini
[206] İslâm medeniyetinin iyilikleri üstün geleceğini
[207] meşru yolun dışında
[208] çoğunlukla arzusunun zıddıyla
[209] dine aykırı düşen
[210] karşılığı
[211] düşmanlığıdır
[212] dinden kopuk bilginleri, filozofları
[213] bilgisiz, cahil
[214] ölçüsüz ve mantıksız konuşan boşboğazların
[215] bilgide üstün dereceli olup söz sahibi olan bilginlere
[216] büyük din bilginlerinin bir mesele hakkında fikir birliğinde olmalarıdır ki
[217] etrafa gerçekleri yayan manevî güneşten
[218] ay gibi parlak, gerçekten habersiz kalmış
[219] haddini aşmış
[220] Kaside-i Bürde’den alınmış bir cümle bu.
[221] Avrupalıların anlayış ve yaşayışlarına taparcasına bağlı, avrupa hayranı
[222] dinimizin, yasak olan birşeye zorlanma halinde, kişiyi sorumlu tutmaması yoluna
[223] kanun yoluyla yapılan baskı yönünden
[224] dinin yasağını işlemeye zorlanmayı dinlemeyip, dine uygun olan günahlardan uzak kalarak yaşama yönünden
[225] batıl düşünce, sapıklıklar
[226] gerileme, düşme
[227] çokluğundan israf etmektir ve kıymetini bilmemektir
[228] uyanıklık
[229] iki yüzlü yapmacık ve gösterişten ibaret hareketlerdir
[230] akıllılık
[231] insanları kandırmaya yönelik şeytanca gizli hilelerdir
[232] insan hakları, hümanizma
[233] insanî hayatı hayvanî hayata çevirmektir
[234] çağımızdaki Avrupa medeniyeti
[235] uğursuz medeniyet
[236] Bakara Sûresi, 2:30.
[237] Avrupalılarda görülen iyilikler ve bizdeki kötülüklerle
[238] geniş insan dünyasının düşünce ve yardımlaşmasının meyvelerini
[239] bir kişinin çalışmasından meydana gelen neticeyle
[240] aldatıcı sözlerle, söz cambazlığıyla
[241] alçalış ve gerilemeyi
[242] aşırı bağlılık ve hayranlık
[243] derin, şiddetli bir nefret ve beğenmemezlik
[244] devrimcilik düşüncesi ve yıkma isteği
[245] isyan edercesine kötüleme ve iftira etme
[246] şeref kırıcı tarz
[247] acıma duygusu yerine hakaret ve küçümseme isteğini öne geçirme
[248] sevgiyle kendine çekme yerine nefret duygusu
[249] sevgi isteği yerine hafife alıp aşağılama isteği
[250] saygı duyma yerine cahillikle suçlama isteği
[251] acıma ve hürmet yerine büyüklük taslama isteği
[252] fedakârlık ahlâkı yerine ferdiyetçilik ve kendini kurtarma meyli
[253] hayasız bir Avrupa kadının üstüne giymesini güzel bulduğu, beğendiği
[254] manevî değerleri koruma isteği ise
[255] çanak yalayıcılar
[256] manevî hastalıklı mesleğinde ve sakat düşünce ve yaşayış yolunda
[257] kafirlikle suçlanacaktı
[258] ne yazık ki
[259] canlandıran hayat düğümü, çekirdeklerde saklı canlılığın ve gelişmenin özlerinden
[260] parlak konuşma isteği, edebiyat yapma düşüncesi
[261] aşırı giden, ahlak ve terbiye kuralı tanımaz şekilde ve kendini beğenircesine
[262] tenkid düşüncesi ve küçümseyip hakaret etme isteği
[263] Hucurât Sûresi, 49:12.
[264] tenkitle gizlice iliştirmelerini
[265] çanak yalayıcıların
[266] aşağılamaları
[267] beraber
[268] neticesiz ve faydasız zekilik ve akıllılık
[269] körükörüne bağlılığın
[270] taklitçilerinde
[271] üstünkörü ve düşünce yönü ile derinliği olmayan
[272] uyutarak aşılar
[273] duymazcasına (işin hakikatını araştırmadan)
[274] Avrupanın aşıladığı fikriyatı yerine getiririz
[275] şuursuz ve akılsız vasıta
[276] müslümanlar içinde yaşayan sapık guruplar
[277] zararlı azınlık
[278] dinle ilgisiz kalarak veya ciddiye almayarak
[279]dine aykırı adetler getirerek
[280] İslâm toplumunun içinde
[281] “Bu servet, bilgim sayesinde bana verilmiştir.” Kasas Sûresi, 28:78.
[282] alçak ve ahlaksız Avrupa medeniyetine
[283] Paris’in bir banliyösü (uzak mahallesi) olan Sevr’de Avrupa itilaf devletleri ile mağlup Osmanlı devleti arasında 1920 yılında yapılan antlaşmayla
[284] İslâm Dünyasını esaret altına almaları ve Hilafet merkezi olan Osmanlı İmparatorluğunu parçalamalarına
[285] İkinci Dünya Harbinde Avrupa’nın başına gelen bela ve milyonlarca insanın katledilmesi ve mühim merkezî başkentlerinin yerlebir edilmesiyle
[286] medeniyetin zevklerini
[287] baskı altında tutma
[288] sürekli
[289] baskı yönetimine baş eğdirmekmiş
[290] zenginliğe
[291] zamanında
[292] sapıklık seline yani hücumuna
[293] sömürgeler bakanı (Gladstone)
[294] memleketimizdeki dina aykırı yapılan hareketleri
[295] dinsizlikte inatçı
[296] Nisâ Sûresi, 4:176.
[297] Nisâ Sûresi, 4:11.
[298] Ahzâb Sûresi, 33:28
[299] Nisâ Sûresi, 4:3.
[300] biriken
[301] Al-i İmran Sûresi, 3:7
[302] son asırlardaki din büyüklerinin
[303] Alâk Sûresi, 96:6.
[304] Tevbe Sûresi, 9:32.
[305] dini ve milleti üstün derecede koruma gayretinde olanlar
[306] miladi 1908 yılında
[307] Paris’in bir banliyösü (uzak mahallesi) olan Sevr’de Avrupa itilaf devletleri ile mağlup Osmanlı devleti arasında 1920 yılında yapılan antlaşmada
[308] islâm aleyhindeki düşüncelerini uygulamaya koymak
[309] Risale-i Nur Külliyatının başlangıcı olan İşarat-ül İ’caz eseri 1918 de neşredildi
[310] planlı şekilde söndürmeye
[311] ayetin sarih manası değil işaret yoluyla manası
[312] 1877 miladi yılında Rusların İslâm dünyasına hücumu olan Osmanlı Rus uğursuz harbi
[313] geçici
[314] işaretle
[315] Âhirzaman fitnesini önlemekle Allah tarafından görevli olan çok büyük din bilgini
[316] Bir damla su denizin varlığına işaret eder.
* Bediüzzaman’a zurafâdan biri, birgün, irfanıyla mütenasip bir esvap giymesi lüzumundan bahseder. Müşarün ileyh de: “Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz; hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve mânevî mamulâtını giyiyorum” buyurmuştur. (Divan-ı Harb-i Örfi sh: 15)
[317] karışık
[318] ekonomik savaş
[319] nihayetsiz değerini
[320] çok kusurlu kulu
[321] atılan
[322] burada belirtilen Deccal, İslâm deccalidir
[323] Kur’an hizmetkarı Bediüzzaman Hazretleri
[324] teknik ilerlemede
[325] cevap veremeyecek hale getiren
[326] akar su
[327] yerle bir
[328] Peygamberimizin (asm) gelmesinden evvelki cahiliye devrinde yaşayanların
[329] resim ve heykellere tapıcılığın
[330] meydana çıkması ve neşredilmesi
[331] tam serbest neşredilmesi
[332] Türkiye dışındaki İslâm dünyasında
[333] Avrupaî hayatı yaygınlaştırma düşüncesinde
[334] 1950 öncesi başlayan ve Demokratlar devrinde de devam eden mahkemeden beraat beklenirken ileri bir tarihe bırakılması
[335] yanlış düşünceleri giderir
[336] İngiliz sömurgeler bakanı
[337] hükmümüz, kontrolümüz
[338] gözden düşürmeliyiz
[339] yardım diledim
[340] din ve fen ilimlerinin berabar okutulduğu İslâm Üniversitesi düşüncesiyle
[341] sınırsız baskı ve sapık düşüncelerin neticesi olan yıkılıştan
[342] İslâm milletlerinin arasındaki
[343] kardeşliği geliştirmeye
[344] iman kardeşliğine kuvvetli imanla
[345] çürütememesidir
[346] müsbet ilimler (fen ilimleri)
[347] din ilimleri
[348] iman esasları ve İslâmın şartlarıyla
[349] verilen haberin iki tarafı
[350] İslâm gelenek ve ananelerine aykırı
[351] yabancıların geleneklerini ve kültürlerini almak
[352] dalga dalga
[353] gerçeği araştırarak bulan üstün zeka sahipleri
[354] 13. Söz’ün ikinci makamının zeyli’deki bahis
[355] Demokrat hükümetlerin
[356] Kur’an esaslarına
[357] arkasındaki büyük destek kuvveti
[358] İslâm Birliği
[359] araştırıcı akımlar, guruplar
[360] ilim ve tecrübe ışığını
[361] çok güzellikler
[362] Hırıstiyanlığın
[363] fikirlerin birbirine eklenmesi,bilgi birikiminden
[364] Allah’dan gelen bütün şeriat kitaplarından
[365] yaratılıştan gelen ihtiyaçlardan
[366] özellikle İslâm, Hz. Muhammed’in (a.s.m) getirdiği dinden
[367] İslâmın gelmesiyle dünyanın şeklinin değişmesinden kaynaklanan
[368] kimse sahiplenemez
[369] gerçekten
[370] medeniyetin imkanlarını elde etmeye çalışmada
[371] medeniyetin insanlığa faydalı teknik ve ilimleri
[372] devamlılığın mayası
[373] milli değerlerini, tarihi geleneklerini
[374] Mâide Sûresi, 5:51.
[375] metnin sağlam olması şart
[376] metnin manası, belli bir hükme delaleti de kesin
[377] Kur’an’daki yasaklama umuma ait
[378] zaman, mekân ve şartlar itibariyle tasarruf kaldırır. Yani mânâ ve hükümce kat’î ve belirli veya sınırlı değildir.
[379] bir gramer kaidesi ki, (tettehızü) (ahaze) kökünden türemiştir
[380] böyle türeme kelimelerin hükme kaynak olması halinde
[381] hükmün illetini, yani esas sebebini, yani Yahudilik ve Nasranilik, yani şahıs değil sıfat murad ediliyor. Yani Yahudi ve Nasrani (Hırıstiyan) mesleğini dost veya reis edinmeyiniz demektir
[382] güzel görmekle
[383] yani zevciyet yönünden seveceksin, gayr-ı müslimliği sıfatiyle değil
[384] asr-ı saadette büyük bir dinî değişim oldu, İslamiyet meydana çıktı
[385] zihinleri, düşünceleri
[386] sevgi ve düşmanlık
[387] Hırıstiyanlar ve Yahudiler dinlerine çok bağlı değiller
[388] sahib oldukları ileri teknik imkanları, güzel bularak almaktır
[389] Allah’ı inkar isteğiyle
[390] insanî ve kudsî değerleri yerlebir eden
[391] Hırıstiyanlığın ilk orjinal şeklini
[392] altı imanın esası ve İslâmın beş şartının bütünüyle, Allah’ın (c.c.) birliği ve benzeri olmadığı gerçeğiyle
[393] Birinci Dünya Harbinden
[394] dayanağı ve kaynağı
[395] deccalin yaptığı işlere uygun
[396] tam uyanmasıyla
[397] yeni dünya Amerika kıt’ası demektir
[398] Allah’ın yardımıyla
[399] 1909 da bu isimle kurulan bir cemiyet münasebetiyle soruluyor
[400] en küçük ferdiyim
[401] doğudan batıya, güneyden kuzeye
[402] nurani bağ ile bağlı, İman ve İslâm bağı ile bağlı
[403] 1909 da dünyadaki İslâm nüfusu
[404] birleşme ve karşılıklı olan bağı
[405] bir tek Allah‘ a inanmaktır
[406] kuvvetli yemin
[407] intisab edenler, girenler
[408] Cenab-ı Hakkın ruhları yarattığında "Rabbiniz değil miyim" mealinde buyurduğunda, ruhlar "evet Rabbimizsin" dedikleri zaman
[409] isim kayıt defteri
[410] Allah kelamının, İslâmiyetin hakikatlarının yayılmasına çalışmak
[411] meclis ve komisyonları
[412] Peygamberimizdir (asm)
[413] bağlılığını bildirmek
[414] evvelce bu meselede fikir sahibi olanlar
[415] kabrimin köşesinde
[416] kararsız, rahatsız
[417] düşmanların saldırısını
[418] kızgın demirle yüreği dağlanmak
[419] şahsi garazlar
[420] ayrılık sebebi
[421] farklı farklı ırktan olanlara ait dernekler
[422] İttihad ve Terakki Cemiyetinin merkezi Selanik’te idi. İstanbulda ise şubesi vardı
[423] aralarında maddî manevî birlik ve beraberlik bağları bulunan topluluktaki vasıf
[424] Osmanlı devletinin hilafeti temsil etmesi
[425] Kur’an ve İslâm dini etrafındaki kalenin
[426] İslâmın verdiği bağlar ile
[427] aynı değerleri yaşayan, paylaşan akraba, topluluk
[428] islâm kardeşliğiyle bağlı
[429] sıkıyönetim mahkemesinde
[430] şeriat ölçüsüyle tartarım
[431] müslümanların teşkil ettikleri ve hükümran oldukları cemiyet hayatında
[432] işlerini şeriat ölçüleri içinde birbirleriyle danışarak yapmak
[433] “Onların aralarındaki işleri, istişare iledir.” Şûrâ Sûresi, 42: 38.
[434] meşveret etmeyi
[435] fikirlerin birbirine katılarak gelişmesi, bilgi birikimi
[436] gerçek meşvereti
[437] geleceğini, önünü açacak
[438] çeşitli baskıların, baskıcı idarelerin
[439] dinden gelen kahramanlık
[440] inançlı olmaktan kaynaklanan merhamet, acıyıp koruma duygusu
[441] Batı’nın ahlaksız medeniyetinin günahlarını
[442] zorla baskı uygulayarak hükmü altına almak
[443] aşağılamamak, ezmemek
[444] hor duruma getirmemek, baş eğdirmemek
[445] zalimler karşısında eğilmemek
[446] her şey rab, yani kendi başına buyruk, kendi kendinin sahibi diye düşünür
[447] anlaşmazlık olan meseleleri düzeltmek
[448] herkesin üzerine anlaştığı meseleler
[449] yüksek maksadlara
[450] ayrılığa sebepdir
[451] İslâm birliğni
[452] bütün insanlık âlemini
[453] Kur’an ve iman hakikatlarının bütün herkese ulaşmasına, yayılmasına
[454] kesin delillerle
[455] masonluk ve komünistlik
[456] başka devletin emri ve sömürge idaresi altında olanlar
[457] kardeşliklerini
[458] düşmanlığa
[459] bakınız 13. Söz’ün zeyli
[460] Kur’an’daki hakikatlere
[461] şimdi 1.5 milyar mü’min kardeşleri
[462] beraber hareket etmek için başarılı şekilde sözleşme imzalamanızı
[463] bütün İslâm dünyasının barışına
[464] hayatımın sonlarında
[465] büyük neticeyi
[466] kullanımıyla
[467] islam kardeşliğine
[468] karakterinin gereği, hareketinin temel özelliği
[469] kaynaşmış
[470] ayrılması mümkün değil
[471] sulh ve barış içinde yaşamaya muhtaç İslâm ve Hrıstiyanlar
[472] demokrasinin esaslarını temel almış siyasi hareketler
[473] İman’ın esasları ve İslâm’ın şartlarının bütününe
[474] İslâm kardeşliğiyle bütün müslümanları
[475] mahkeme tarafından el konmasından
[476] farz olan hac, arafe günü cuma’ya denk gelen haccada hacc-ı ekber denir
[477] egemenliğini, bağımsızlığını
[478] yani Pakistan veBangladeş
[479] Endonazya’da
[480] cumhuriyetler birliği
[481] başlangıcı
[482] İslâm Cumhuriyetler Birliğinin
[483] İslâm Cumhuriyetler Birliğinin anayasasını ve kanunlarının kaynağını teşkil eden
[484] şimdiki medeniyetin kaynağı ve dayandığı yer
[485] deccale ait bütün özellikleri taşıyan
[486] insanlığa yakışmayan ürküntü veren davranışlar
[487] tam uyanmasıyla, hareketlerinde temel kural yapmasıyla
[488] yani Amerika’nın
[489] Hristiyanlığın ilk orjinal şeklini seçerek hareket
[490] Allah’ın yardımıyla
[491] Diyanet İşleri Başkanlığı
[492] Osmanlı Devletinin din işleri dairesi
[493] kötü düşüncede bulunmak
[494] Risale-i Nur’u tetkik eden bilirkişi heyeti
[495] Bakanlar Kuruluna
[496] Demokrat Partisi Milli Eğitim Bakanı
[497] ll. Meşrutiyet (1908)
[498] İttihad ve Terakki Partisi devri (1912)
[499] Osmanlı padişahı
[500] İslâm Üniversitesinin
[501] batılılara yani Avrupalılara
[502] fizik, kimya, biyoloji vs. fen ilimleri
[503] hakaik-i imaniye, tefsir, hadis, fıkıh vs. gibi din ilimleri
[504] çoğunlukla peygamberlerin doğu’da, filozofların batı’da gelmesi
[505] Asya’nın ilerlemesi din’in ayakta durmasıyla olur
HAŞİYE Hattâ o zamandan evvel Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.” Sonra aynı talebe talihsizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Râfizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!” dedim. “Sen ne kadar bozulmuşsun.” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski hakikatli hamiyetine çevirdim. Sonra Meclis-i Meb’usandaki bana muhalefet eden meb’uslara dedim: O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var. Ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vilâyetlerinde din tedrisatına âzamî ehemmiyet vermek lâzım. O vakit bana muhalif meb’uslar da çıkıp o lâyihamı 163 meb’us imza ettiler. Bu kadar imzayı taşıyan bir istidayı elbette yirmi yedi sene istibdad-ı mutlak onu bozamamış. (Hz. Bediüzzaman r.a.)
[506] yardımlaşma ve dayanışmaya
[507] Mısır’da bulunan İslâm Üniversitesi
[508] milliyetini olumsuz olarak kullanmak
[509] islâm kardeşliği tam görünsün
[510] fen ilimleri ile din ilimleri
[511] batı kültürü İslâma ters düşen yönlerini bıraksın
[512] Risale-i Nur anlamında
[513] tarzında, biçiminde
[514] devam edip gelen örfi ve dini bilgilerden
[515] din dışı
[516] doğu illerinde
[517] kurtuluş vesilesi
[518] yayın dünyasında meydana çıkma
[519] sevgilerini ve kardeşliğini
[520] devlete ait bir daire tarafından
[521] dine uymayan yaşantımızdan gelen suçlamaları gidermeye
[522] müslümanların sevgi ve kardeşliğini kendi tarafına çekmeye
[523] alakadar edecek
(Haşiye) Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünusî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zât, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebulhasen-i Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevi gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış. (Mektubat)