Avrupa Birliği Yerine İslam Birliği

İttihad İlmî Araştırma Heyetince Hazırlanmıştır

İstanbul-2000

İÇİNDEKİLER

TAKDİM 3

BİR TAVZİH 4

AVRUPA’NIN FİKİR DÜNYASI VE YAŞAYIŞINDAN YAYILAN TESİRLER 8

YENİ ALDATMALARA DİKKAT! 11

AVRUPA’NIN ZENGİNLİĞİ NEYE DAYANIYOR? 17

AVRUPA EDEBİYATININ TAHLİLİ 20

AVRUPA ASLINDA IRKÇIDIR 23

KADERİN HÜKMÜ VE TAKLİTÇİLİK 27

MASKELİ AVRUPA’NIN GERÇEK YÜZÜ 28

HAKİKİ MÜRTECİ KİMDİR? 29

AVRUPA KANUNLARINDAN MEDET UMMAK YANLIŞTIR ! 30

AVRUPA İSLÂM’A KATILMAYA MUHTAÇTIR 34

“MİM”SİZ AVRUPA MEDENİYETİNİN BUGÜNÜ ! 36

AVRUPA MEFTUNLUĞU 39

AVRUPA ÜFLÜYOR BİZ OYNUYORUZ 46

AVRUPA MEDENİYETİ BURADA TUTUNAMAZ 47

AVRUPA’NIN YEDİĞİ SEMAVÎ TOKATLAR 48

RİSALE-İ NUR’UN AVRUPA İLE MÜCADELESİ 51

AVRUPA’NIN YAYDIĞI ŞÜPHELERİ RİSALE-İ NUR DEF’EDİYOR 55

AVRUPA’NIN HÜCUMUNA KARŞI CİHAD EDENLER 57

AVRUPA’YA BOYKOT 60

NUR TALEBELERİ VE AVRUPA 61

AVRUPA’NIN MÜSBET YÖNLERİ 63

AVRUPA FENNE DİNSİZCE BAKMAKTAN VAZGEÇMELİ 65

MÜSLÜMANLAR AVRUPA’YA HÂKİM OLARAK GİRMİŞLERDİR 69

YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA DOSTLUK MESELESİ 71

İSLÂM-İSEVÎ İTTİFAKININ ZAMANI VE ŞARTLARI 74

İSLÂM BİRLİĞİ 77

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VE İSLÂM BİRLİĞİ 77

İSLÂM BİRLİĞİ NEDİR? 79

İTTİHAD-I İSLÂM’IN ŞARTLARI 82

İSLÂM MİLLİYETİ 82

ŞURA VE MEŞVERET 83

ESASLARDA İTTİFAK ETMEK 86

ÜLKENİN KURTULUŞU KUR’ANA SAHİP ÇIKMAKLA OLUR 88

DEMOKRATLAR DEVRİNDE İSLÂM BİRLİĞİ DÜŞÜNCESİ 90

DEMOKRATLIK ŞARTLARI 95

İSTİKBALDE İSLÂM BİRLİĞİ 95

DİNDAR HRİSTİYANLARLA İTTİFAK 97

DİYANET İŞLERİ REİSLİĞİ 98

DOĞU’YA BÜYÜK BİR İSLÂM ÜNİVERSİTESİ 99

İSLÂM BİRLİĞİ’NDE RİSALE-İ NUR’UN ROLÜ 103

EHL-İ BEYT VE SEYYİDLER CEMAATİNİN, İSLÂM BİRLİĞİ’NİN TEŞEKKÜLÜNDEKİ VAZİFESİ 106

SONSÖZ

110

TAKDİM

Avrupa Birliğine girmek hususunda, müslümanlar tarafından muhtelif fikirler ileri sürülmektedir. Bizler şahsi kanatımızı beyan etmek yerine Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatından tesbit edebildiğimiz yerleri nazara vereceğiz. Herkes is­tediği gibi şahsi görüş, kanaat beyan edebilir. Fakat Risale-i Nur adına, Bediüzzaman Hazretleri namına konuşurken dikkat etmek mecburiyeti vardır. Evvelâ samimi olarak inandıktan sonra, bütün Külliyatın nazara alınması gerekmektedir. Bir tek bahsi ele alıp da hüküm çıkarmaya gidenler hem aldanır hem aldatır­lar.

Bu çalışmamızda biz meselenin bütün yönlerini ortaya koymaya çalışacağız. Konumuz olan Avrupa Birliği’ne dahil olmanın mahiyeti nedir? Zararı nedir? Kârı nedir? Bütün bu hususlar, müsbet ve menfî yönleriyle ele alınacaktır.

İkinci kısımda ele alınacak konu ise Müslümanın gönlünde, fik­rinde devamlı olması gereken İslâm Birliği düşüncesidir.Halbuki Risale-i Nur Külliyatında, kuvvet kaynağımız olan İslâm Birliği, çokça nazara verilmiş ve "farz-ı ayn" diye hüküm­lendirilmiştir. Maalesef bu düşünce ve büyük hedef, gerek müslümanların yazdığı kitaplarda, gerekse basın yayın kuruluşlarında, radyo ve tv lerde hiç işlenme­mekte veya nadiren ele alınmaktadır. Bu mesele yani İslâm dünyası­nın istiklâliyet sebebi olan İslâm Birliği mevzuu adeta unutturulmak isteniyor gibi bir manzara görünüyor.

BİR TAVZİH

Eğer denilse ki, Avrupa ve Avrupa Birliği gibi meseleler, siyasî, içtimaî ve dünyevî meselelerdir. Risale-i Nur’un vazifesi ise uhrevî, imanî ve manevîdir. Avrupa Birliği gibi dünyevî meselelerle meşgul olmak, Nurculuk mesleğine aykırıdır. İlh…

Her meselede olduğu gibi, bu sualin cevabını da yine Risale-i Nur’dan bulmalıyız. Evet, Avrupa’dan gelen ve getirilen bid’alardan, dalâletlerden, dünyaperestlik ve sefahetlerden insanları ikaz ve irşad etmek ve def-i mefasid kaidesiyle medeniyet-i sefihenin çirkinliğini ve sefih medeniyet taraftarı olan cereyanların İslâm dünyasına karşı düşmanlıklarını gösterip o câzibedar sefahetlerden nefret verdirip insanları kurtarmak, Risale-i Nur’un ehmmiyetli bir vazifesidir. Çünkü ahirzaman fitnesinin tahribatını tamir etmek asrın müceddidine aittir. Evet, Risale-i Nur külliyatının muhtelif yerlerinde Risale-i Nur’un vazifelerini beyan eden çok ifadeler vardır.

Ezcümle Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Bugünlerde, Manevî Bir Muhaverede Bir Sual Ve Cevabı Dinledim. Size, Bir Hülâsasını Beyan Edeyim:

Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları[1] gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

Ona cevaben dediler: "Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır." diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 30)

Yine bu geniş dairede bid’atların tamiri hakkında bir beyanda şöyledir:

Evet, «Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem’iyetinin mu’cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.» (Mektubat sh: 441)

Keza meşhur Beşinci Şua ve Onikinci Söz’ün 1, 2, 3, esasları ve ve Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadı olan Ene bahsinde Felsefenin mahiyeti, Yirmidokuzuncu Mektub’un Es’ile-i Sitte Risalesi ve İşarat-ı Seb’a, Onyedici Lem’a’nın 5. ve 7. Notaları, Yirmiikinci Lem’a ve Ondördüncü Şua’daki mahkeme müdafaaları gibi daha pek çok bahis ve kısımlar, âhirzaman fitnesi ve ehl-i dünya ve menfî Avrupaya karşı ümmeti ikaz ve irşad eden bahisler büyük bir yekün teşkil eder.

Risale-i Nur’un haslar dairesi bu geniş dairelerle bilfiil meşgul olmaz, fakat ihtiyaca göre bu ders ve ikazları ehline bildirir ve dersler yaparlar ve tebliğde bulunurlar.

Evet Bediüzzaman Hazretleri bu vazifeye haslar dairesini tevkil etmiştir. Bir mektubunda diyor ki:

«Şiddetli hastalık ve sair sebeblerin tesiriyle ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan benim bedelime sizler ve Risale-i Nur’un Kur’an medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in de Hutbe-i Şamiye ve zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu bîçare kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 109)

Mezkür Hutbe-i Şamiye eseri hakkında da şöyle diyor:

«Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327’ye bedel, 1371’de ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.» (Hutbe-i Şamiye sh: 6)

İşte mezkûr tavsiye mektubu ve Hutbe-i Şamiye. İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi ve Münazarat gibi eserleri ihtiyaca göre nazarlara arz etmek vazifesi ve Nur’un hizmet hayatında devam etmiş olan bu mânâdaki tatbikat, geniş daireye bakan tebliğ vazifesinin meşruiyetini gösteriyor.

Keza Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un, nâşir, hâmi, sahib, vâris, muhafız, bekçi, nöbetçi, Genç Said gibi tavsifatla nazara verdiği has dairesindeki hizmet heyetinin muarızlara karşı Nur’u koruyacakları gibi, ikaz, irşad ve tebliğ hizmetleri de vazifeleridir.

Mezkûr vasıflarla yapılan tavsifler, yayınlarımız arasında bulunan «İman-Hayat-Şeri’at» broşürün 126. Parağrafından 138. Parağrafına kadar kısmen ve «Risale-i Nur’dan Derlemeler Neşriyatı» kitabında ise tafsilatlı şekilde tesbitlidir.

AVRUPA’NIN FİKİR DÜNYASI VE YAŞAYIŞINDAN YAYILAN TESİRLER

Bediüzzaman Hazretleri, bugünkü medeniyetin menşei Avrupa felsefe­si olduğunu ve Kur’anla çatıştığını anlatırken diyor ki:

«Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hik­met-i beşeriyeyi,[2] hikmet-i Kur’anla[3] yirmibeş aded Sözlerde mizan­larla iki hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize[4] ve hikmet-i Kur’aniyenin[5] mu’cize olduğu kat’iyetle isbat edil­miştir.» (Sözler sh: 411)

1919 yılında Osmanlı’nın mağlubiyeti dolayisiyle İslâmın en güçlü koruyucusunun mağ­lup edilmesi üzerine çok çeşitli ızdıraplar yaşanmıştır. Bir manevî mecliste olan konuşmaları ve sorulan sualleri Bediüzzaman Hazretleri nakletmiş ve kitapta yazmıştır. Bu vesile ile Avrupa medeniyeti üzerine görüşlerini beyan etmiş bulunmaktadır. İslâm Dünyasının batı me­deniyetini kendi isteği ile kabul edemeyişinin sebeplerini anlatan Said Nursi Hazretleri der ki:

Evet, «Şu medeniyet-i habise ki,[6] biz ondan yal­nız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud[7] ve seyyiatı hasenatına galebe[8] ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla men­suh[9] ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz,[10] sefih, mütemerrid, gaddar,[11] manen vahşi[12] bir medeniyetin himayesini Asya’da de­ruhde edecek idik.[13]

Meclisten biri dedi:

–Neden Şeriat şu medeniyeti* reddeder?

Dedim:

–Çünki beş menfî esas üzerine teessüs[14] etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir.[15] O ise şe’ni, tecavüzdür.[16] Hedef-i kasdı, menfaattır.[17] O ise şe’ni, tezahümdür.[18] Hayatta düsturu ci­daldir.[19] O ise şe’ni, tenazu’dur.[20] Kitleler mabeynindeki rabı­tası,[21] âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyet­tir.[22] O ise şe’ni, böyle müdhiş tesadümdür.[23] Cazibedar hiz­meti,[24] heva ve hevesi teşci’[25] ve arzularını tatmin ve meta­libini teshildir.[26]

O heva ise şe’ni,[27] insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir,[28] insanın mesh-i manevîsine[29] sebeb olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

İşte onun için bu medeniyet-i hazıra,[30] beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete[31] atmış; onunu mümevveh saadete[32][33] bırakmış. Saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola.[34] Bu ise ekall-i kalilindir.[35]» (Sunühat İşarat Tuluat sh: 39) çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne

«Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda[36] üs­tüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ,[37] rekabet ve tahakküm[38] üzerine bina edildiğinden, şim­diye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe[39] edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir a­ğaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine[40] kuvvetli bir medar, bir delil[41] hük­mün­dedir. Ve az vakitte galebe edecektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 36)

YENİ ALDATMALARA DİKKAT!

Daha asrın başlarında Avrupanın mahiyetini açıklayan Bediüzzaman Hazretlerini, Avrupanın sebep olduğu iki dünya harbi ve her tarafta mazlum milletlere yapılan zulümler tasdik etmiştir. şimdi yine insan-sever (hümanist) gibi görünüp yeni bir asırda bir daha oyalamak iste­mektedir.

Bugün hayatın bütün sahalarında yaşanan Batı medeniyetinin kurallarıdır. (!) Bu cemi­yette kim ne kadar mutlu ki, daha da bu Batı hayatına gi­receğiz? Onların kendi dünyevî ra­hatları ise ken­dilerinedir. Bediüzzaman Hazretleri Avrupa medeniyetinin menfî tesirlerini şöyle ifade eder:

«Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın ta­hak­ümüyle,[42] şerait-i ha­yat-ı dünyeviyenin[43] ağırlaşmasıyla, efkâr[44] ve kulûb[45] dağıl­mış, himmet ve inayet inkısam etmiştir." (Sözler sh: 481) felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla,

Avrupa kendi toplumundaki küçük azınlığa geçici bir mutluluk getirirken bü­tün insanlığa çeşitli zararlar vermiştir. Asrımızın başla­rında Bediüzzaman Hazretleri Avrupaya şöyle hitab eder:

«Ey beşeri ifsad eden müfsid Avrupa! Beşerin ba­şına getirdiğin binler belâlardan birtekini söylüyo­rum, dinle!» (Nur’un İlk Kapısı sh: 85)diyerek insanlığa verdiği za­rarları etraflıca anlatır.

Evet, Avrupalı filozoflar müslümanların inancını hedef almış ve hücum etmişlerdir. İman hakikat­ları nok­tasında Avrupa filozoflarının verdikleri zararlardan ikaz eden bahsin bir kısmında deniliyor ki:

«İmana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâ­hiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakî­nine[46] ve imanına hiç tereddüd vermemek lâzım iken; bu asırda Avrupa feylesoflarının nefy[47] ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına[48] tereddüd verip yakîn­lerini izale[49] ve saadet-i ebediyelerini[50] mahvetmiş.» (Şualar sh: 101) herkes birfleyler söylemektedir.

Nakledilen açıklamalarda görüldüğü üzere Avrupa’dan uzak durmayı telkin eden ikazlara rağmen onlarla hayat birliğine ve onların sosyal ve hukuki prensip ve kanunlarını taklid etmeye cevaz göstermek, Risale-i Nur Külliyatındaki anlatılanlara ters düşmek demektir.

Avrupalılar sadece bu asırda değil, bilhassa İslâmiyetle ve Kur’an hakikatlarıyla asırlardır uğ­raşmış­lardır. 5-6 Asır süresince devam eden Birleşik Haçlı Seferleri, Avrupa’nın İslâma ve müslümanlara düşmanlığı neticesiydi. Fakat geçmiş asırlarda dini itirazları fazla revaç bulmamıştı. Asrımızda ise Kur’anı ko­ruyan kalelerin yı­kılmasıyla Avrupa bütün kinini kusarak İslâm dünyasına materyalist felsefe ile hücum ediyorlar. Fakat Cenab-ı Hak dinini korumak için Risale-i Nur Hizmetini ihsan ederek milletin imdadına göndermiştir.

Bu hakikata Üstad Hazretleri şöyle işarat eder:

«Risale-i Nur’un gayet hârika bir cüz’ü olan “Âyet-ül Kübra” risalesinin beyanı vechiyle: Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden[51] Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor.» (Nur Çeşmesi sh: 176)

İşte Risale-i Nur’da, Avrupa’nın gaddarcasına olan İslâm düşmanlığı bu tarzda nazara verilip, İslâm dün­yasının Avrupa’ya karşı uyanık olması isteniyor.

Kur’andan aldığı dersle müslümanlara istika­meti gösteren Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın müsbet ve menfi olarak iki sınıf olduğunu nazara vererek müslü­mana hissilikten uzak kalması dersini vermiştir. Şimdi bakalım şu anda Avrupada ha­kim olan zihniyet hangisi­dir? İsevîliğin hakiki dini mi, hükmediyor? Bunun cevabı aşağıda açık şekilde veriliyor. Şöyle ki:

«Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşe­riyeye nâfi[52]felsefe-i tabi­iye­nin zulmetiyle,[53] medeniyetin seyyiâtını me­hâsin zannederek[54] beşeri sefâhete ve dalâlete[55] sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki: san’atları ve adalet ve hakkani­yete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Av­rupa’ya hitap etmiyorum. Belki,

O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i me­deniyet[56] ve fünun-u nâfiadan[57] başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı mânev­îsine karşı demiştim:

Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi[58] ve sol elinle sefih ve muzır bir medeni­yeti[59]başını yesin ve yi­yecek!.. tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin

…Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dinin­den uzaklaşmış Avrupa! Deccal[60] gibi birtek gözü taşıyan kör dehân[61] ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâç­sız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden[62] esfel-i sâfilîne[63] atar, hayvânâtın en bedbaht dere­cesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his[64] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyu­tucu hevesat ve fantaziyele­rindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!» (Lem’alar sh: 115)

Böyle dehşetli ifsat hayatına karışmak için kapı açmak, İslâm milletini nereye doğru iter?

Bediüzzaman Hazretleri iman ve küfür mukayese­sini yaptığı bir eserinin son kısmında Avrupa hakkında şöyle der:

«İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefî­nin[65] ve hüdâ-yı Kur’ânînin[66] verdikleri derslerin de­recelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sa­bıkan beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri müte­favittir,[67] gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm ele­min acı­sını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle[68] ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla[69] o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutla­rıyla[70] ve fünun-u tabiiyeleriyle[71] dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere[72] bin­ler nef­rin ve teessüfler!

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri[73] taklide çalışma­yınız. Âyâ,[74] Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâ­vetten[75] sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkâr­larına ittibâ edip[76] emniyet ediyorsunuz?

Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların sa­fına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz.

Âgâh olunuz ki,[77] siz ahlâksızcasına ittibâ et­tikçe, hamiyet[78] dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaf­tır[79] ve millete bir istihzâdır.[80]» (Lem’alar sh: 120)

AVRUPA’NIN ZENGİNLİĞİ NEYE DAYANIYOR?

Avrupa’nın dünyanın diğer bütün kıtalarında sömürgelerden, o milletlerin mallarını ve servetlerini çalarak ve gasp ederek servet sahibi olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri der ki:

«Âyâ,[81] zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali din­den gelen bir zühd[82] ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et edi­yor? Bu zanda hata ediyor­sun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu[83] altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmü­yor musun ki, zarurî kuttan[84] ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları,[85] desiseleriyle[86] ya çalar veya gasp ediyor.» (Lem’alar sh: 122)

Bediüzzaman Hazretleri, Avrupanın bizim toplumumuzda aşıladığı bazı fikirler sebebiyle bir kısım kimselerin İslâmiyetten soğumasına sebeb ol­duklarını beyan eder. Hatta kendilerinin ilerle­melerini ve müslümanların geri kalmalarını, kendi üstünlüklerini baskı olarak kullanmak istediğini açıklar.

Said Nursi Hazretleri ise bu telkinlere karşı müs­lümanları uyarır ve der:

«Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanı­nın iki sebebinin şu netice-i müthişiyle, o neticenin tesir-i muhar­ribanesine[87] karşı, mevcudi­yetimizin hâmisi[88] olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolur­sun!» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 60)

Avrupanın maddî açıdan ilerlemesinin iki sebebi olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, bunun biri, Avrupa’nın maddi yani coğrafî vaziyeti, diğeri ve en önemlisi ise yardımlaşma sırrına dayanan istinad noktasıdır der:

«İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaş­larının uruk-u hayatına[89] kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit amade ve dessas, medenî engizis­yon taassubu[90] ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur ol­muş[91] bir müsel­lah[92] kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.

Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan,[93] (İ.G.) elini uzatıp arıyor. Nerede Hıristiyan bulsa hayat veri­yor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, Artuşi. İşte Lübnan, Huran. İşte Mal Sur ve Arnavut. İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 60)

AVRUPA EDEBİYATININ TAHLİLİ

Edebiyat sahasında Avrupanın durumu ve yayın sahasında, romancılığın, tiyatronun ve si­nemanın, Avrupanın tesiriyle cemiyet hayatını nasıl bozduğunu Risale-i Nur Külliyatında açık şekilde anlatılır.

Avrupa’nın manevî tahribatının vesilelerinden biri de “güzellik ve aşk, kahramanlık, hakikatı tasvir edip canlandırmak” olarak ifade edilen ve bu üç sahada işleyen edebiyatı, menfi cihette ve neşir organlariyle yaptığı ve yaptırdığı ifsadattan insanları ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Avrupa’dan tereşşuh etmiş[94] şu hazır edebiyat ro­man­vâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet,[95] mezâyâ-yı haş­meti[96] göremez, hem tadamaz.

Kendindeki mihengi[97] ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân;[98] onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.

Ya aşkla hüsündür,[99] ya hamâset ve şehâmet,[100] ya tasvir‑i hakikat.[101] İşte yabanî edepse,[102] hamâset[103] noktasında hakperest­liği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışla­makla kuvvet­perestlik hissini[104] telkin eder. Hüsün ve aşk nokta­sında, aşk-ı ha­kikî bilmez.

Şehvet-engiz[105] bir zevki nefislere de zerk eder.[106] Tas­vir‑i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmânî[107] suretinde göremez. Belki ta­biat nok­tasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur.[108] Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâ­tına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin,[109] hem münevvim,[110] ha­kikî fayda vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit,[111] sinema gibi bir mütehar­rik emvat.[112] Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasuhvâri,[113] mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insa­nın yü­züne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını[114] giy­dirmiş, hüsn-ü mücerred[115] ta­nımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder.[116] Zahiren der: “Sefahet fenadır, insan­lara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı[117] gösterir. Halbuki sefahete öyle mü­şevvikane bir tasviri[118] yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder,[119] his daha söz dinle­mez.

………

Avrupazâde edepse,[120] fakdü’l-ahbaptan,[121] sahipsizlik­ten ne­ş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mül­hemâne[122] aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar[123] tanır; başka çeşit göstermez.» (Sözler sh: 737)

İşte böyle nefsinin isteklerinin taparcasına esiri olmuş Avrupa’nın -şimdiye kadar ki taklidinden doğan münasebetlerden- böyle zararları gözler önünde iken, resmî beraberlik halinde olunca neticenin ne olacağı aşikâr değil mi? Yüz yıldır, milyonlar müslüman evladının imansız ve şüpheler içinde ölmesine sebeb olan Avrupa Felsefesi ve Medeniyeti, 1000 yıllık İslâm Ordusu olan Türk Milletine nasıl önder ve ışık olabilir?

AVRUPA ASLINDA IRKÇIDIR

Avrupanın ırkçılık anlayışı ve bunu İslâm dün­yasına sokmaya çalışması hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

«Ben اْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ [124] ferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfi milliyet[125] ve unsuriyetperver­liğe,[126] Avrupa’nın bir nevi firenk illeti[127] olduğun­dan, bir zehr-i katil[128] nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o fi­renk il­letini İslâm içine atmış,tefrika[129] versin, parça­lasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine(Mektubat sh: 64) karşı eskiden beri tedaviye çalıştı­ğımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyor­lar.»

«Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.» (Mektubat sh: 322)

b) Birinci Cihan Harbinin sebebi Avrupa’nın ırk­çı­lık anlayışıdır:

«Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini[130] çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden[131] başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müt­hişe dahi, menfi milli­yetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gös­terdi.» (Mektubat sh: 323)

c) Irkçılık fikriyle bu millete ve vatana hizmet edeceğine inananlara Risale-i Nur der ki:

«Bü­yük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doy­mak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir za­manda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyet­lerindeki vatandaş­lara[132] veya ce­nup tarafın­daki din­daşlara[133] adâvet besleyip onlara karşı cep­he almak, çok zararları ve mehâli­kiyle[134] beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’­ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.

İşte o dindaşlara adâvet[135] ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a doku­nur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve ha­yat-ı uh­reviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına[136] ha­yat-ı içti­maiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap et­mek, hamiyet değil, ha­mâkattir![137]» (Mektubat sh: 323)

Evet, ırkçılık anlayışı, İslâm dünyasının selamet ve istiklâliyetinin dayanak noktası olan İslâm Birliğini engeller, Müslümanları biribirine düşman eder ve çoğukere de etmiştir.

d) Kur’an’ın İslâm bayraktarlığını yapan Türk Milletine işareti ve mesajı:

«İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş te­hâcümâtı def ettiniz.[138]

يَاْتِى اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُوءْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللَّهِ

[139] âyetine güzel bir mâsadak[140] oldunuz. Şimdi Avru­pa’nın ve frenk-meşrep[141] münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak[142] ol­maktan çe­kinmelisiniz ve korkmalısınız.» (Mektubat sh: 323)

Burada bahsolunan ayetin evveli, irtidadı ifade eder. Yani İslâmiyete girdikten sonra dinden ayrılıp başka bir anlayış ve yaşayış tarzına dönüş yapmaktır ki, en dehşetli bir felâket ve helâkettir.

Evet, «Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl; yoksa mahvolursun.» (Mektubat sh: 471)

KADERİN HÜKMÜ VE TAKLİTÇİLİK

Batılılaşmanın en rahat tatbikata konulduğu devre olan 1930’lu yıllarda, Bediüzzaman Hazretleri, gerekli ikaz ve tesbitleri yapmıştır. Bu tesbitlerini nazara al­mayanlar sonunda maskara olmayı göze almalılar. O yıllarda yazmış olduğu bir risalesinde şöyle der:

«Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mu­kaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti[143] başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar ho­caya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü kö­rüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü,

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mez­raa,[144] bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir ol­maz.

Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru,[145] ağleb-i huke­manın[146] Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin[147] bir remzi,[148] bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha[149] getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir..» (Mektubat sh: 324) Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli

Bu kısımda da Avrupa ile İslâm dünyası, aynı anlayış ve yaşayışta olmadıkları ve olmayacaklarına dikkat çekiliyor.

MASKELİ AVRUPA’NIN GERÇEK YÜZÜ

Avrupa’nın gerçek yüzü ve bizdeki taraftarlarının mahiyeti:

«İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden[150] sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani, “Tuh o asrın gayretsiz adamla­rına!” denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelme­mek için ve­yahut silmek için yazıl­mıştır. Avrupa’nın in­saniyetperver maskesi[151] altında vahşî reislerinin[152] sa­ğır kulakları çınlasın! Ve bu vic­dansız gaddarları bize musallat eden o insafsız za­limlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mim’siz me­deniyetperestlerin[153](Mektubat sh: 429) başlarına vurulmak için yazıl­mış bir arzuhaldir.»

HAKİKİ MÜRTECİ KİMDİR?

Bu memleketin gerçek sahiplerini devre dışı bı­ra­karak âdetâ “el çabukluğu marifet” iyle birde suçlu du­ruma düşürmeye çalışan zındık dinsizleri tesbit eden ve müslümanları ikaz eden Said Nursi Hazretleri şöyle der:

«Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa[154] çalışan ve hamiyet maskesini[155] başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile;[156] ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle[157] değil dini siya­sete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yap­makla;[158] tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz mil­yon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım, zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kur­tulmak için çalışanlara, pek haksız olarak irtica[159] damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri,[160] yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlık­tır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 81)

AVRUPA KANUNLARINDAN MEDET UMMAK YANLIŞTIR !

Evrensel hukuk adı altında Avrupa ve Dünya ile beraber olacağız diye sahte tuzaklara düşen Müslüman­ları, Bediüzzaman Hazretleri şiddetle ikaz eder ve kendi şeriat kanunlarımıza dikkati çekip der ki:

«Onüç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden,[161] ah­kâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen[162] namaz kılmak gi­bidir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 89)

«Kâfirler, hususan Avrupalılar ve bilhassa İngiltere şeytanları ve Firenk iblisleri, müslümanlara ve ehl-i Kur’ana ebedî can düşmanı ve daimî muannid hasım­lardır.»[163] (B. Mesnevi-i Nuriye: 179)

«Bil ey müslüman! Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasında fark budur ki:

Kâfirlerin medeniyeti; dış içe, iç dışa çevrilmiş bir vahşet-i mahzadır. Zâhirîsi süslü püslü, bâtınîsi çirkin ve pistir. Sureti me’nus, sîreti muvahhiştir.[164]

Amma mü’minlerin medeniyeti ise bâtını zâhirinden[165] daha a’lâ ve ahsendir. Manası, suretinden daha tam ve kâmildir. İçinde bir ünsiyet, bir sevgi, bir muavenet saklıdır.

Bunun sırrı budur ki: Mü’min, sırr-ı iman ve tevhid ile bütün kâinatın mevcudatı arasında bir uhuvvet ve eczaları mabeyninde -hususan Benî-Âdem arasında ve bilhassa müslümanlar ortasında- bir ünsiyet ve mütekabil bir sevgi görüyor. Hem asıl mebde’ ve mazi itibariyle yine her şeyde bir uhuvvet ve sonunda bir mülâkat ve kavuşmak ve müstakbelde neticenin varlığını biliyor ve görüyor.

Fakat kâfir ise, küfrün hükmüyle her şeye karşı bir yabanilik ve ayrılık, belki bir nevi düşmanlık görür ki, âdeta hiç bir şeyde hattâ kardeşinde de kendisi için herhangi bir menfaati yok görür. Çünki kâfir; uzanıp giden ezelî bir ayrılış ve sonsuz ebedî bir ayrılık ortasında yalnız nokta kadar bir buluşma anındaki bir uhuvvetten başka bir uhuvveti görmüyor. Yalnız bir nevi hamiyet-i milliye yahut gayret-i cinsiye cihetiyle o az zamandaki kardeşliği şiddet peyda eder. Halbuki o kâfir, zâhiren sevdiği kimseyi de samimî ve kardeşane bir muhabbet ile değil; belki ancak nefsinin ondaki menfaatini sever. Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî güzellikler ve ruhî yücelikler ise, yine İslâm medeniyetinin sızıntılarındandır. Ve Kur’anın sayha ve irşadatının in’ikaslarındandır. Veya semavî dinlerin bâkiye kalan parıltılarındandır.

Eğer bu mezkûr hakikata müşahhas bir misal istersen, hayalin ile "Nurşin" karyesindeki "Seyda" (K.S.) Hazretlerinin meclisine git! Ve o zâtın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak! O Zât-ı Kerim’in irşadiyle fukara elbisesine bürünmüş sultanları veya insan libasını giymiş melaikeleri gör.

Sonra bu hakikatı müvazene etmek üzere Paris‘e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, on­lar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî-Âdem[166] suretine girmiş birer ifrittirler.[167]» (B. Mesnevi-i Nuriye: 195)

İleri devletler seviyesine gelmek hatta onlara yol göstermek için müslümanlığı ve kaidelerini tam yaşama­lıyız.

1934 yılında meydana gelen Akdeniz Meselesi münasebetiyle, Avrupa devletlerinin buradaki hükümeti sıkıştırmasına ve dolayısiyle dindarlara şiddetli baskı uygulayan bura hükümetinin, bu baskısını hafifleteceğine dair sorulan suale Bediüzzaman Hazretlerinin cevabı şöyledir:

«Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı[168] ve kuvve-i mâ­neviyesinin menbaı[169] olan hamiyet-i İslâmiyeyi teh­yiç etmekle[170] şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyâsına[171] ve bid’aların[172] bir derece def’ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin[173] hükûmetleri le­hinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.

Elcevap: Biz ferec ve ferah[174] ve sürur ve fütuhat[175] isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki,[176] münafıkları ehl-i imana musallat[177] ettiler ve zın­dıkları[178] yetiştirdiler.

…..

Her neyse… Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bu­lutlarla dolmuş cevv-i havayı[179] süpürüp temizleye­rek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gös­terdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz[180] bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız[181] verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.» (Lem’alar sh: 104)

AVRUPA İSLÂM’A KATILMAYA MUHTAÇTIR

Risale-i Nur eserlerinde, İslâm dünyasının her ci­hetle ilerlemesi, Avrupa’ya değil dine bağlılıkları dere­cesinde olduğu ifade edilir. Mektubat adlı eserde şu ifade var:

«Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sahip ol­muş­larsa, o zamana nisbeten yüksek terakki et­mişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs devlet-i İslâmiyesidir.

Hem ne vakit ce­maat-i İs­lâmiye dine karşı lâkayt vazi­yeti almışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler.» (Mektubat sh: 324)

Halbuki biz Müslümanların, dinimize bağlılık neticesi olarak Avrupa milletlerinin bizlere katılacakları ifade edilir.

Evet, «Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imani­yenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek,[182] sair din­lerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete gire­cekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.[183]» (Hutbe-i Şamiye sh: 24)

Başka din mensuplarının İslâmiyete çoklukla katı­lacaklarını bildiren Bediüzzaman Hazretleri, bunun da şartları olduğunu bildirir.

«Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman muha­keme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele… Taklit ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesipleri[184] mutlaka fevc fevc,[185]Eğer biz doğru İslâmi­yeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil ola­caklardır.» (Münazarat sh: 45) muhakeme-i ak­liye ile ve burhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar.

Felsefeye bağlı olan Avrupa’nın İslâmiyete katıl­ması gereğini açıklayan çok önemli bir ifede de şöyle­dir:

«Âlem-i insaniyette,[186] zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr,[187] her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet,[188] diğeri silsile-i felsefe ve hik­met,[189] gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve itti­had[190] etmişse, yani silsile-i felsefe sil­sile-i diyanete dehalet edip[191] itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir sa­adet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nü­büvvet ve diyanet[192][193][194]» (Sözler sh: 538) etrafında toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuş­tur.

“MİM”SİZ AVRUPA MEDENİYETİNİN BUGÜNÜ !

ll. Meşrutiyet devrinde Osmanlı’daki hürriyet ha­vasından çok ümitlenen ve bu şer’î hürriyetten İslâm âleminin müsbet yönde etkileneceğine inanan ve bütün müslümanlara bu hususlarda dersler veren Bediüzzaman Hazretleri, 1950 den sonra sorulan soruya verdiği cevap şöyledir:

«İkinci sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit,[195] onları medeniyet ve terakki­yata çok teşvik edi­yordun. Neden kırk seneye ya­kındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokul­dun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye,[196] semavî ka­nun-u esasîlere muhalif[197] olarak hareket ettiği için seyyiatı ha­senatına, hatâları, zararları, fayda­larına râcih[198] geldi.[199] olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dün­yeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve se­fahet; ve sa’y[200] ve hizmet yerine tembellik ve istira­hat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tem­bel eyledi… Medeniyetteki maksud-u hakikî

……

Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştir­meye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muh­taç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i is­timal ve israfatla[201] yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına[202] vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her va­kit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit be­şeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’­ân-ı Hakîmin dört yüz milyon talebesinin intiba­hıyla[203] ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel göster­diği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunla­rıyla[204] be­şerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem sa­adet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıraca­ğını;[205] ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan medeniyetin meha­sini, seyyiatına tam galebe edeceğini;[206] ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüş­vet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’­cizi’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 100)

Demek İslâm milleti, Kur’an (3:110) âyetinde be­lirtildiği üzere, bütün milletlere kemalat dersinde örnek­tir. Böyle şerefli bir milletin İslâm haricindeki milletlere dahil olmaya çalışması ve bizi içlerine alacaklar diye sevinmesi düşünülemez.

Bu kahraman milletin yapısına uygun bir yol takip edilmezse neticesinin ne olacağı vecizevî bir şekilde şöyle ifade edilir:

«Tarîk-ı gayr-ı meşru[207] ile bir maksadı takib eden, gali­ben maksudunun[208] zıddıyla ceza görür, Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru[209] muhabbetin akibetinin mükâ­fatı,[210][211]» (Mektubat sh: 472) mahbubun gaddarane adavetidir.

AVRUPA MEFTUNLUĞU

Kulağını Avrupa’ya dayamış ve her hususta ora­dan geleceklerle hayatını şekillendirenlere Bedüzzaman Hazretleri şöyle der:

«Biri çıksa dese, “Koca Avru­pa’nın bu kadar hüke­ması[212] şu hakikat-i imaniyeyi inkâr ediyorlar. Bizim iki ho­camızın sözü nasıl ter­cih ediliyor?”

Ey biçare nâdân![213] Mesele hiç öyle değil. Bu söze hiç hakkın yok. Belki bu mesele, hiç ehil olmadık­ları mesele­lerde nâ-ehil birkaç fuzulînin[214] hadsiz ehl-i ihtisasa[215] karşı söz söy­lemesidir.

Bir iki hoca dediğin, milyarlar beşerin güneşleri hük­münde olan Şeyh Geylânî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî gibi ehl-i ihtisasın icmâla­rıdır ki,[216]Koca Avrupa hüke­ması dedi­ğin, maddeperest, akılları gözlerine su­kut etmiş, mâneviyat­tan uzaklaşmış şems-i haki­katten[217] ve hilâl-i haktan âmileşmiş,[218][219] san’atkârlardır. o haki­kati gör­müşler, gösteriyorlar. hakkı görme­dikleri için hakkı nefyeden, haddin­den tecavüz etmiş

Yani, bazı gözü hasta olan kimse, güneşin ziya­sını; ve vü­cudu hasta olan kimse de, suyun tadını inkâr ediyorlar.[220]»(Nur’un İlk Kapısı sh: 100)

Bediüzzaman Hazretleri gerek verildiği mahke­me­lerde gerekse bulunduğu yerlerde İslâm sembolü olan kıyafetini değiştirmemiştir, başını açmamıştır. Bu me­seleyle alâkalı bir soruya ver­diği bir cevapta der ki:

«Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi mil­yon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest[221] sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer­’iye[222] ve cebr-i kanunî cihetiyle[223] girmektense; azimet-i şer­’iye ve takva cihetiyle,[224](Şualar sh: 290) yedi milyar zâtların kıyafetlerine gir­meyi tercih ederim.»

«Ehl-i medeniyetin terakki diye zu’mettikleri[225] şey, an­cak bir sukuttur.[226] Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır[227] ve intibah[228] diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaflette bir batmaktır. Ve nezaket dedik­leri mes’ele, nifakî bir riyadır.[229] Ve zekâvet[230] diye gururlan­dıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir.[231] Ve insaniyet[232] diye tahmin ettikleri şey, ancak insaniyetin hayvaniyete bir inkı­labıdır.[233]» (B. Mesnevi Nuriye sh: 210)

Risale-i Nur Külliyatında dikkati çeken bir husus da şudur ki, Bediüzzaman Hazretleri “Medeniyet-i hazıra…, mede­niyet-i meş’ume…, medeniyet-i habise…, medeniyet-i sefi­ha­ne…, mimsiz me­deniyet…” gibi tabirler kullanarak Avrupa medeniyetini, insanlığa hakiki saadet getiren gerçek medeniyet olan İslâm medeniyetinden ayırır ve der ki:

«Medeniyet-i hazıra[234] itibariyle görüyoruz ki; şu mede­niyet-i meş’ume[235] öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. Melaike-i kiramın اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ [236] deki endi­şelerinin sırrını gösteriyor.» (Sünuhat Tuluat İşarat:24)

Avrupa meftunlarının aldatıcı bir kıyas ile müslümanlığı ve müslümanları tezyif etmelerine karşı mü’minleri uyaran Bediüzzaman Hazretleri bu aldatılıcı­lığı şöyle açıklar:

«Yoksa, biri Avrupa’nın mehasinini mesâvimizle[237] ve telâhuk-u efkârın semeratını[238] bizim bir şahsın semere-i sa’yi ile,[239][240] muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal et­mek,[241] ona dost gös­ter­mek, feleğin ters dönmesine delildir. insafsızca, aldatıcı cerbezeyle İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi

Avrupa’ya şedit bir meftuniyet[242] ve milletine karşı amik bir nefret[243] hissiyle, kendini Avrupa’nın ve­led‑i nâ­meşruu[244] ve alda­tıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane, müfte­riyane,[245] na­mus-şikenane[246] ile, kendi firavniyetini ve zımnen medih ve gururiye­tini ve bilmediği halde İslâma düşmanlı­ğını gös­termekle beraber, fir’avniyet, enaniyet, gurur hük­müyle, milletine karşı şer­’an, aklen, hikmeten mükellef ol­duğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir,[247] meyl-i incizab yerine meyl-i nefret,[248] meyelân-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf,[249] te­mayül-ü ihti­ram yerine meyelân-ı teçhil,[250] arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taaz­zum,[251] seciye-i fedakâri yerine temayül-ü infiradı ikame[252] edip, hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdi­ğinden, nazar-ı haki­katte öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ, birisi Paris’te, sefa­het âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsan ettiği[253] bir libası, camide muhterem bir ho­caya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ah­makane ve câniyanede bulunur. Zira hamiyet ise,[254] muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruri­yesidir. Onsuz ol­maz ve illâ ya­landır, sahtekârlık­tır. Nefret, hamiyetin zıddıdır. gösterdiği gibi, fikr-i ihtilâl ve meyl-i tah­rip

Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselis­leri,[255] herbiri yüz mutaassıp kadar meslek-i sakî­minde[256] müta­assıptır. Bunlardan birisi Shakes­peare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi, tekfir olunacaktı.[257]

Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?

Esefâ![258] Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok ukde-i hayatiyelerden,[259] bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat,[260] bahusus şâirâne, müfritâne, edepşikenâne, hodpesendâne[261] olan fikr-i hiciv ve arzu-yu tahkirdir.[262]

[263] وَ لاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا Tedib-i hakikîye karşı e­dep­sizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakat millete ve İslâmiyete karşı olan târi­zat-ı zımniyelerini[264] o kâse­lislerin[265] yüzlerine çarpmakla be­raber, onlar birbi­rine karşı dinsizcesine hiciv ve terzilleri[266] ise, kimbi­lir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmekle iktifa ede­riz.

Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine, fazla cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık[267] olma­yan fazla zekâvet-i betrâ[268] tesir etmiştir. Bence en müthiş maraz asabîliktir. Zira herşeyi haddin­den geçir­mekle aksü­lâmel yaptırır.» (Sünuhat Tuluat İşarat: 61)

Avrupa hayranları Avrupaya laf söyletmezler:

«Bence taassubun[269] en dehşetlisi, bazı Avrupa mu­kallidlerinde[270] ve dinsizlerinde bulunur ki; sathî[271] şübhe­le­rinde muannidane ısrar gösteriyorlar.» (Münazarat sh: 89)

AVRUPA ÜFLÜYOR BİZ OYNUYORUZ

Bilhassa son asırda memleketimizde meydana ge­len hareketlerin çoğu Avrupa’dan idare edildiğini beyan eden Said Nursi Hazretleri, bu durumu şöyle tesbit eder:

«Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder,[272] biz kendimizden hayal edip, asammâne[273] tah­ribimizde eser-i telkini icra ederiz.[274]

“Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müspettir. Menfîye kapılan harf gi­bi:

دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِ غَيْرِهِ yahut لاَ يَدُلُّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ tarif edilir. Demek bütün ha­rekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Ba­husus, menfî iki cihet-i zaafla hariç cereyanın kuv­ve­tine bir âlet-i laya’kıl[275] olur.» (Sünuhat Tuluat İşarat: 46)

Demek Avrupa bize iyi niyetle bakmıyor, istismar ediyor. O halde onların hükmü altına girmek zarardır.

AVRUPA MEDENİYETİ BURADA TUTUNAMAZ

Birinci Dünya Savaşı sonrası ülkemizde mey­dana gelen siyasî ve idarî değişikliklerle getirilmek istenen yeni rejim hakkında tavsiyelerde bulunan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri der ki:

«…Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye[276], birer kem­miye-i kalile-i muzırra[277] suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muha­faza ey­lediği bir zamanda, lâübaliyane,[278] Avrupa medeniyet-i habi­sesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârane[279] sinesinde[280] yer tutamaz…

…Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefiha­nesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın za­man-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez…

…Yoksa İslâmiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milli­yetsiz, Avrupa meftunu, firenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâm’a münafî olduğun­dan; âlem-i İslâm naza­rını başka tarafa çevirecek ve başka­sından istimdad edecektir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 141)

Bediüzzaman Hazretlerinin üstün tarihî değer ta­şıyan bu tavsiyesi açıkça gösteriyor ki, Avrupa’nın pis medeniyetinden uzak durup İslâm medeniyetinin ortaya çıkmasına çalışmak gerekli ve zaruridir.

«Hakikatlı bir latife: Sultan Süleyman-ı Kanunî, kes­retli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilaf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle,(Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 161) İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki; o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse, yüz senede temizleyemez”.»

Bu hadise, medenî cesaret örneği olduğu gibi İs­lâm cemiyetinde yaşanan fikir hürriyetinin de parlak bir tablosudur.

AVRUPA’NIN YEDİĞİ SEMAVÎ TOKATLAR

Avrupa’nın, İslâma ettiği zulümler ve başına gelen belâların bir kaçını Risale-i Nur şöyle beyan eder:

«Sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için hâdisat-ı za­mana baktım; kalbime böyle geldi: Menfî esasata bina edilen ve Karun gibi ([281]) اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ deyip, ihsan-ı Rabbanî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve sey­yiatı hasenatına galib gelen şu medeniyet-i Avrupaiye[282] öyle bir semavî tokat yedi ki; yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrib edip yangına verdi.

Avrupa zâlim hükûmetleri zulümleriyle, Sevr Muahedesiyle[283] âlem-i İslâma ve merkez-i Hilâfete ettikleri ihanete[284] mukabil öyle bir mağlûbiyet to­kadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azapta çır­pınıyorlar.[285]

Evet, bu mağlûbiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin ceza­sıdır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 16)

«Adalet-i İlâhiye, İslâmiyete ihanet eden mimsiz me­deni­yete öyle bir azâb-ı mânevî vermiş ki, be­devîliğin ve vahşîliğin derecesinden çok aşağıya düşürtmüş. Avrupa’nın ve İngilizin yüz sene ez­vâk-ı medeniyesini[286] ve terakkî ve tasal­lut[287] ve hâki­miyetin lezzetlerini hiçe indiren mütemadî[288] korku ve dehşet ve telâş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 22)

«Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle fi­lolar teşkil edip, hattâ kırk milyon bir millet, o fil gibi filo­larla nev-i be­şeri esaret altına almış ve Avrupa medeni­yetçileri medeni­yetin mehasiniyle, iyilikleriyle, menfaatleriyle değil, belki medeniyetin seyyiatıyla ve sefahetiyle ve dinsiz­liğiyleüçyüzelli milyon müs­lümanların her tarafta hâkimiyetle­rini imha edip istibdadına serfüru’ etmiş[289] ve bu musibet-i se­maviyeye sebebiyet ver­miş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 226)

«Harb‑i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem‑i İslâmiyet çok zarar gördüler.

Nev’-i insanın, hususan Avrupa’nın mağrur ve ceb­barları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınaya[290] ve paraya istinad ederek firavunane bir tuğyana gir­diklerinden, o hususî insanlar nev-i beşeri mes’ul ediyor diye insan ism-i umum­îsiyle tabir edilmiş.» (Şualar sh: 693)

İşte mezkür beyanların nazara verdiği Avrupadaki za­lim devletlerin İslâm düşmanlığını gözardı edip onlara dostça yanaşmaya cevaz göstermek Risale-i Nur’un açık beyanlarına muhaliftir ve muhalefettir.

RİSALE-İ NUR’UN AVRUPA İLE MÜCADELESİ

Bütün Avrupa kafirleri İslâma, müslüman­lara böyle saldırmalarına mukabil adeta tek ba­şıyla mücadele eden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle diyor:

«Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa top­lansa, Allah’ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir mes’e­lesinden geri çeviremezler; inşâallah mağlub edemezler!..» (Mektubat sh: 72)

«Ve madem bu asırda Avrupa dinsizleri ve ehl-i dalalet münafıkları, dehşetli bir surette Kur’ana hücumu hengâ­mında[291] Risale-i Nur o seyl-i dalalete[292] karşı mu­kavemet edip, Kur’anın tılsımlarını keşfederek hakikatını mu­hafaza ediyor.» (Şualar sh: 742)

«Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın feyziyle Yeni Said ha­kaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatça bür­hanlar zikredi­yor ki değil müslüman üleması, belki en mu­annid Avrupa fey­lesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 159)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1935 yılında Eskişehir Mahkemesinde yapmış olduğu müda­faanamesinde Avrupa hakkındaki beyanatla­rında der ki:

«Elinize geçen ve nazar-ı teftişinizde bulunan "Fihriste Risalesi"Risale-i Nur’un her bir cüz’ü, bir âyet-i Kur’aniyenin hakikatını tefsir eder ve husu­san er­kân-ı imaniyeye dair âyetleri öyle vuzuhla tefsir eder ki, Avrupa feylesoflarının bin seneden beri Kur’an aleyhinde ha­zırladıkları hücum plânlarını ve esaslarını bo­zuyor… gösteriyor ki;

…Hem bunu biliniz ki, yirmi-otuz sene evvel bir ga­zete gördüm ki, İngilizlerin bir Müstemlekât Nâzırı[293] demiş: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun kaldırılmasına ve çürütülme­sine çalışmalıyız.” İşte, bu kâfir muannidin bu sözü, otuz senedir na­zarımı Avrupa feylesoflarına çevirmişdahildeki ku­suru,[294] Avrupa’nın ha­tâsı, fe­sadıdır derim. Avrupa fey­lesoflarına hiddet ediyorum, on­ları vuruyorum. Felillâhilhamd, Ri­sale-i Nur o muannid[295] kâfirlerin de hülyasını kır­dığı gibi, maddiyun, tabiyun feylesoflarını tam sus­turur bir vaziyete girmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 223) ol­duğundan, nefsimden sonra onlarla uğraşıyorum. Dahile ba­kamıyorum ve

Said Nursi Hazretleri Eskişehir Mahkemesinde, başta mahkemeye ve arkasında zamanın reislerine “dâhilde ecnebî dolabları hesabına çalışan mülhidlere” diyerek din esas­larına yapılan hücumların ve dindarlara yapılan baskıla­rın Avrupa hesabına yapıldığını beyan eder ve hakikat­taki hükümet ile müfsidleri birbirinden ayırır ve der ki:

«Avrupa medeniyet ve felsefesi namına ve belki İngilizlerin ifsad-ı siyaseti hesabına "Tesettür Âyeti"ne et­tikleri itiraza karşı, gayet kuvvetli ve müskit bir cevab-ı ilmîdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 249)

«Ben, son müdafaatımda beyan etmişim ki; otuz se­nedir, Avrupa feylesoflarına ve Avrupa feylesofları he­sabına dâ­hilde ecnebî dolabları hesabına çalışan mülhidlere karşı muaraza ederek cevab vermişim ve veri­yorum.» (Tarihçe-i Hayat sh: 249)

«Acaba bu Hükûmet-i Cumhuriye, Avrupa mede­niyeti­nin kusurlu kısmının dava vekilliğine tenezzül eder mi?» (Tarihçe-i Hayat sh: 250)

Kur’anın örtünme, miras ve taaddüd-ü zevcat gibi kat’i ve kesin hükümlerinin hikmetlerini tefsir eden ve bu gibi hükümlere itirazın Avrupanın eski hastalığı ol­duğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri dahildeki itirazların da gerçekte Avrupa hesabına olduğunu beyan eder.

«Kur’an-ı Hakîm’in âyât-ı kat’iyesiyle, binüçyüz se­neden beri, milyonlar tefsirlerinde ve halen kütübhanelerde dolu tefsir­lerde

لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ [296]* فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ [297]* يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ [298] * فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ [299]

ilââhir gibi âyetlerin hakaik-i kudsiyelerini Avrupa feyle­soflarının itiraz ve tecavüzatına karşı otuz se­neden beri yazdığım müdafaat-ı ilmiyemi "Hükûmetin inkı­labına, prensibine ve rejimine muhalif kasdı var" diye beni itham etmek, öyle bir zâhir garaz ve öyle bir esassız vehim­dir ki; buradaki mahkeme-i âdileye taalluk etmeseydi, müda­faa ve cevab vermeyi lâyık gör­mezdim.

Hem acaba, eskiden beri bu vatan ve millete za­rar ni­yetiyle, Avrupa’nın dinsiz komiteleri hesa­bına ve Rum, Ermeniler cemiyeti vasıtasıyla din­sizlik ve ihtilâl ve fesat to­humlarını saçan mülhid­lere karşı müdafaat-ı ilmi­yem, hangi suretle hü­kûmet aleyhine alınıyor?» (Tarihçe-i Hayat sh: 251)

«Evet Bediüzzaman, devletlere milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa din­sizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor(Tarihçe-i Hayat sh: 693)

«Dalalet-âlûd Avrupa feylesoflarının ve sapkın ta­lebelerinin bazı müteşabih âyât-ı kerime ve ehadîs-i şeri­fenin zâhirî manalarını anlamayarak yaptıkları kasıdlı itiraz­lara, Risale-i Nur’da aklen, mantıkan cevablar verilerek, o âyetlerin ve o hadîs­lerin birer mu’cize oldukları isbat edil­miştir(Tarihçe-i Hayat sh: 696)

«İşte bu zamanda tahribatın manevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci manevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak üniversitenin mebde’ ve çekir­deği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içe­risinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik hücumla­rına bir sed teşkil etmesidir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 186)

«Bunun içindir ki, Avrupa’nın felsefî dalaletlerine galebe ediyor ve cerhedilmez aklî, mantıkî, ilmî hüccetlerle, dünyayı sa­ran Komünizmi ve Masonluğu kökünden yıkı­yor.» (Nur Çeşmesi sh: 169)

«Şimdi ben sizlerden soruyorum: Böyle Avrupa feyle­soflarının(Tarihçe-i Hayat sh: 249) başına ve ecnebî entrikaları hesabına çalı­şan dinsiz her bir mülhidin yüzüne indirdiğim kuvvetli ilmî bir tokat, hangi suretle hükûmet hesabına geçiyor?"

AVRUPA’NIN YAYDIĞI ŞÜPHELERİ RİSALE-İ NUR DEF’EDİYOR

Avrupa dinsizleri, 1950 yılından sonraları mem­le­ketimizde resmen din dersleri okullarda oku­tulmasıyla buraları bozmak fikriyle hareket et­mişlerdir.

«Bundan bir müddet evvel Avrupalı bir feylesof, İstanbul’a gelerek imam-hatib ve hâfız mektebinde okuyan talebe­lerde, Kur’an aleyhinde bir şübhe husule getirmek için bir konfe­rans vermiş. Kur’an aleyhtarı o feylesof, mezkûr konferansında ‘seb’a semavat’ âyet-i kerimesine ilişerek inkâr etmek istemiş. "Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor." demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nur’un "İşarat-ül İ’caz" arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı görünce, devam ettireceği o konferansları terkederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur kalmış.» (Konferans sh: 61)

Hatta Risale-i Nurun mücadele ettiği birinci mu­ha­tap, Avrupadan gelen bilhassa fikrî sapıklık ve yaşan­tıda ortaya çıkan sefahat hayatıdır.

«Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’ân aley­hinde terâküm eden[300] Avrupa itirazları ve evham­ları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şü­be­hatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def eden, başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet[301] bu asra da baktığın­dan, Risalei’n-Nur ve şakirtlerine remzen bakmakla beraber, ulema-i müteahhirînin[302] mezhebine göre اِلاَّ اللَّهُ da vakfedil­mez. O halde makam-ı cifrîsi aynen [303] اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى nın makamı gibi 1344 ederek Re­sâili’n-Nur ve şakirtlerinin meydan-ı müca­hede-i mâneviyeye atılmaları tarihine tam tamına teva­fukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor.» (Şualar sh: 701)

AVRUPA’NIN HÜCUMUNA KARŞI CİHAD EDENLER

Risale-i Nur hizmetine işaret eden bir ayetin mana-yı işarî tabakasını tefsir eden Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın iç yüzünü tahlil edip İslâmiyete karşı bitmeyen bir kinle su-i niyet içinde bulunduğunu or­taya koyan bahiste der ki:

«Sûre-i Tevbe’de

يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِوءُا نُورَ اللَّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللَّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

([304]) âyetindeki نُورَ اللَّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللَّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَه cüm­lesi, kuv­vetli ve letafetli münasebet-i mâneviye­siyle beraber şeddeli lâm’lar, birer lâm ve şeddeli mim asıl kelimeden olduğundan, iki mim sayılmak ci­hetiyle 1324 ederek, Avrupa zâlimleri devlet-i İs­lâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir su­ikast plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hami­yetperver­leri,[305] hürriyeti ’24’te[306] ilânıyla o plânı akîm bırakmaya ça­lıştıkları halde, maatteessüf, altı-yedi sene sonra, harb-i umumî neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr Muahedesinde[307] Kur’ân’ın zararına gayet ağır şera­itle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek[308] olan plânla­rını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mu­ka­beleye çalıştıkları tarihi olan 1324’e, tâ ’34’te, tâ ’54’te tam ta­mına tevâfukla, o herc ü merc içinde Kur’ân’ın nurunu muhafa­zaya çalışanlar içinde Resâili’n-Nur Müellifi ’24’te ve Resâili’n-Nur’un mukaddematı ’34’te[309] ve Resâili’n-Nur’un nuranî cüzleri ve fedakâr şakirtleri ’54’te mukabeleye ça­lışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-i hali bil­meyen bir kısım ehl-i siyaseti te­lâşa sevk ettiler ve bu itfâ suikastine[310] karşı tenvir vazifesini tam îfa et­tiklerinden, bu âyetin mânâ-yı işârîsi[311] cihetinde bir medâr-ı nazarı oldukla­rına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur’ân’a muhalif hâ­letlerin ek­serîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir.

Eğer şeddeli mim dahi şeddeli lâm’lar gibi bir sa­yılsa, o vakit 1284 eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un ’93 muha­rebe-i meş’ume­siyle[312] âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat[313] bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n-Nur şakirtleri yerinde Mev­lâna Halid’in (k.s.) şa­kirtleri o bulut zulümatını da­ğıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başla­rına remzen[314] parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lâm’lar ve mim ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Haz­ret-i Mehdînin şakirdleri[315] olabilir. Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var. [316] اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ sırrıyla kısa kestik.» (Şualar sh: 719)

Mezkûr açıklamalar, ikaz ve müdafaalar gösteriyor ki, Bediüzzaman Hazretleri, Avrupanın siyasî veya aşi­kâr ifsatlarına karşı mukabelelerde bulunmuş ve zarar­larını önlemeye çalışmıştır.

Menfî Avrupanın yukarıda açıklanan İslâm Âlemine muarız niyet ve tavırlarına rağmen onlardan nasıl menfaat beklenebilir?

AVRUPA’YA BOYKOT

Bediüzzaman Hazretleri, 1909 yılındaki meşhur 31 Mart hadisesinde, Sıkıyönetim Mahkemesinde yap­tığı müdafaada, İstanbulda bulunan Doğulu hamalların boykotlarını destek­lerken der ki:

«O hamalların, Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşı* boykotajları ve en müşev­veş[317] ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketle­rinde bu nasihatin tesiri olmuş­tur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’­ya karşı harb-i iktisadî[318] açmaya sebebiyet ver­di­ğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düş­tüm.» (Divan-ı Harb-i Örfi sh: 15)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu “Divan-ı Harb-i Örfî” eserini 1954 yı­lında tekrar neş­rederken baş tarafına “bu müdafaayı, şimdi bu asra daha mu­vafık gördük” ve “hayat-ı içtimaiyeyi alâkadar eden çok hakikatlere temas ettiğinden neşredildi.” diyerek bu müdafa­anın ortaya koyduğu hakikatlerin gelecek zamanlara da baktığına dikkat çekmiştir.

NUR TALEBELERİ VE AVRUPA

Nur’un İlk ve sâdık Talebeleri Avrupaya böyle ba­kıyorlar:

«Kemal-i ulviyet ve kıymet-i bînihayesini[319] arz u ifade­den âciz bulunduğum şu Sözler’deki âlî ve azîm üslûb ve gayeler, bu abd-i pürkusuru[320] ihya ve âdeta "ba’sü ba’del­mevt" haline getirdi ve "Siyah Dut’un Bir Meyvesi" namıyla müsemma, Avrupa meftunlarına endaht edilen[321] altun topun elmas güllelerini gördüm, hayran oldum.» (Barla Lâhikası sh: 43)

«Bu hakaikle Avrupa ehl-i dalaletine de mey­dan okunur, fikrindeyiz.» (Barla Lâhikası sh: 34)

«Risale-i Nur, lisan-ı hal ile Avrupa meftunu bulu­nan tek gözlü Deccal’a[322] "Ya iman et, yahut bütün dün­yanın maskarası olacaksın" diyor.» (Barla Lâhikası sh: 143)

«Öyle de, ondördüncü asrın hâdim-i Kur’an’ı[323] da do­kuz yaşından altmış (seksenaltı) yaşına kadar bilâ-istisna doğru­dan doğruya Kur’an namına hizmet ve hareketi ve za­manın padi­şahından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye[324]Avrupa Devletlerini iskât eden,[325] zemzeme-i Kur’aniyenin şifaha­nesinden nebean ederek, onların semle­rine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i câri[326] nehirlerle i’lâ-yı kelimetullah eden ve onların kal’alarını zîr ü zeber[327](Barla Lâhikası sh: 210) ve zihniyede birinciliği ihraz eden, eden…»

«İnşâallah bu ikinci vuku’da ondördüncü asr-ı Muhammedîde ve Avrupa terakkiyatı ile iftihar ettiği ve yirminci asır namını alan bu günde, ehl-i fetretin[328] putpe­rest­liğinin daha feci’ bir surete giren suretperestli­ğinin[329] kökü kesileceğini, bize ilân ediyordu.» (Barla Lâhikası sh: 291)

Demokratlar devrinde yazılan aşağıdaki mektub, Nurcuların Avrupaya bakışlarını ortaya koyması bakımın­dan fikir verebi­lir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle der:

«Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başla­ması ve inkişaf ve intişarı[330] ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedil­mekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi[331] için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da[332] Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya “Nurcular riyakârlığa mecbur ol­muşlar veyahut böyle me­denîleşmek fikrinde[333] olanlara iliş­miyorlar, za’f gösteriyorlar” diye Nur’un kıymetine bü­yük zarar olduğu için bu te’­hir[334] o evhamları izale eder.[335]» (Emirdağ Lâhikası sh: 107)

Demek Avrupalılaşmak fikri ve meyli, Âlem-i İslâmın bizlere karşı itimatını sarsar.

AVRUPA’NIN MÜSBET YÖNLERİ

Meselelere tek taraflı bakmamak için Risale-i Nur Külliyatında Avrupa’nın müsbet tarafına bakan ve beraber olmanın şartları ve kayıtları nelerdir diye araştırdık; bir kısmını buraya dercediyoruz. Tâ ki yanlışlara düşülmesin. Kitaba dayanmadan veya yerini göstermeden “Bediüzzamana göre…, Said Nursi’ye göre…” deyip kendi kanaatini Risale-i Nur’danmış gibi gös­terip, görüş beyan edenler kimseyi yanıltmasınlar.

Bediüzzaman Hazretlerinin yanında yetişmiş merhum Zübeyir Ağabey’in Risale-i Nur Külliyatında bulunmayan bazı hizmet sahala­rında yapılan tekliflere verdiği cevap şudur: «Kardeşim, bu dediği­niz tarzı ben Risale’de okumadım, Hazret-i Üstad’dan duy­madım. Kafam ise çalışmaz.» diye verdiği cevap bizler için Risale-i Nurdan alınan aldatmaz ölçüdür.

Risale-i Nur’un heryerde olduğu gibi Avrupada da tesirini göstermesi.

«Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı[336] Kur’­ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara ha­kikî hâ­kim olamayız, tahakkümümüz[337] altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz[338] veyahut Müslüman­ları ondan so­ğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu bi­çare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene ev­vel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den is­tim­dat eyledim.[339] Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek bü­yük bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru ile,[340] altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketin­den[341] kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeyninde­ki[342] uhuvvetini inkişaf ettirmeye[343] iki vesileyi bulduk.

Birinci Vesilesi: Risale-i Nur’dur ki; uhuvvet-i ima­niyenin inkişafına kuvvet-i iman ile[344] hizmet ettiğine kat’î de­lil, emsal­siz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde te’lif edil­mesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekserî yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir.[345]" (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 223)

AVRUPA FENNE DİNSİZCE BAKMAKTAN VAZGEÇMELİ

«Felsefe fünunu[346] ile ulûm-u diniye[347] birbiriyle ba­rışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla[348] tam musalaha etsin." (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 224)

1908 yılında büyük bir alim olan El-Ezher Üniversitesinin Rektörü Şeyh Bâhid Efendi Bediüzzaman Hazretlerine sorar:

«Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyor­sunuz, fikriniz nedir?

…..Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

…“Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, gü­nün bi­rinde onu doğuracak. Osmanlılar da Av­rupa ile hâmiledir; o da onu doğuracak.» (Tarihçe-i Hayat sh: 54)

«Nitekim Bediüzzaman’ın dediği gibi; ihbaratın iki kutbu[349] da tahakkuk etmiş, bir iki sene sonra Meşrutiyet dev­rinde şeair-i İslâmiyeye muhalif[350] çok âdât-ı ecnebiyeyi ah­zet­mek[351] ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmek; ve şimdi Avrupa’da Kur’ana ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc[352] İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 54)

Bediüzzaman Hazretleri, aynı mevzuyu 1911 yı­lında, Şam’da verdiği hutbede de ifade etmiştir. Aslı Arabça olan Hutbe-i Şamiye kitabını daha sonra kendisi bizzat tercüme etmiştir. Fakat burada dikkati çeken, Osmanlı Devleti’nin Avrupa devleti doğurduğunu kesin olarak ifade ederken Avrupa ve Amerika’nın ne zaman İslâm devleti doğuracağını belirtmemiştir. Ancak biz bunun şartlarını diğer bahislerden öğreniyoruz:

«İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri[353] mah­su­lât vermesine istinaden, ben de bütün ka­naatimle derim ki:

Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; gü­nün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.» (Hutbe-i Şamiye sh: 32)

Bediüzzaman Hazretleri, bilhassa İkinci Dünya Harbiyle meydana gelen dehşetli devreden sonra, dün­yanın bazı devletlerinin Kur’an haki­katlerini arayaca­ğını beyan etmiştir. Bu hareket­lerin Batıda, İskandinav ülkelerinde veya Amerikada olabileceğini söylemiştir. Fakat "nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa" diye bir kayıt ve başka kayıtları da koy­muştur. Bu güzel bahisleri okurken ve nakleder­ken bu kayıtla­rını da nazara vermek lazım gel­mektedir. Yoksa kişi hem kendisi aldanır ve hem de başkalarını aldatır.

Hazreti-i Üstad, 1950 den sonra yazdığı bir mek­tupta, bu mesele hakkında şöyle der:

«Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir meselesi,[354] şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülü­yor. Onun için, şimdiki bu hükûmetimizin[355] hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’âniyeye[356] dayanmak ve hiz­met etmektir. Bununla, ihtiyat kuvveti[357] olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm[358] dairesinde kardeşleri kazanır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 54)

Hak ve hakikatı arayan milletlerin olacağını beyan eden bahis, fakat ”edebilirler ve görebilirlerse“ kay­dını nazara almak lazımdır:

«Hem bugünkü dünyadaki ihtilafları halledecek olan; aklen, fikren terakki etmiş yirminci asır insanlarına hak ve hakikatı anla­tabilecek yepyeni bir ilmî keşfiyatı ve bir teced­düdü Amerika’da, Avrupa’daAlmanya’da, taharri eden cereyanlar[359] meydana gelmiş; eğer idrak edebi­lirler ve gö­rebilirlerse, işte Risale-i Nur Külliyatı… Nitekim bu hakikatın idrak edilmeye başlandığını gösteren emareler, bahtiyar Alman Milleti içinde görülmektedir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 696) hususan

Kur’an’ın bu zamanda bir mu’cizesi olan Risale-i Nur Külliyatının okunmasıyla ve kabul edilmesiyle değer kazanabilecek faaliyetlerden bahseden birkaç ifade:

«Risale-i Nur, Âlem-i İslâmda olduğu gibi Avrupa’da da hüsn-ü kabule mazhar olmuştur." (Tarihçe-i Hayat sh: 735)

«Delillerin birisi; Avrupa ve Amerika’nın en meşhur feylesoflarının, Kur’anın emsalsiz ve ayn-ı hakikat bir kitab oldu­ğunu tasdik etmeleridir.» (Nur Çeşmesi sh: 183)

«Risale-i Nur Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü teveccühe mazhar olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere, birçok memleketlerde okun­maya baş­lanmıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 711)

«O yirmi mahkeme bir suç bulamıyoruz dedikleri halde ve altı yüzbin nüshası dâhilde ve hariçte intişar ettiği halde hiç kim­seye zarar vermemesi ve Avrupa’da en yüksek mekteb içinde Nur’un dershanesi diye ayırdıkları yerde Hristiyanlar dahi onları okuması ve âlem-i İslâm’da gayet takdir ile intişar etmesi, hattâ Pakistan’da çıkan Es-Sıddık mecmuasının Risale-i Nur’un bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine gön­dermesi ve bu kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona iti­raz etmemesi gibi hakikatlar gösteriyor ki; elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakikî bir vazifesidir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 181)

MÜSLÜMANLAR AVRUPA’YA HÂKİM OLARAK GİRMİŞLERDİR

Bu bahis de çok manidar ve geçmişte müslüman­ların Avrupayla münasebetlerini ortaya koyması bakı­mından çok dikkat çekicidir:

«Fenikeliler Avrupa’ya tüccar, Yahudiler Avrupa’ya mül­teci veya esir olarak girdikleri halde; Müslümanlar Avrupa’ya hâkim olarak girmişler ve bu Müslümanlar, Kur’an yardı­mıyla Avrupa’ya irfan meş’ale­sini[360] taşımışlardır.

Filhakika Müslümanlar garblılara ve şarklılara felsefe, tıp, heyet, şiir öğretmişlerdir. Yunan’ın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları ihata etmişken her tarafa nur ifaza eylemişler ve bu itibarla bu insanlar ulûm-u cedidenin temellerini atmışlardır." (Musevî âlimlerinden Emanoil Düeş, İngilizce "Kuvarterli Revyo" mecmuasının 254’üncü numarasında "İslâmiyet" serlevhasıyla yazdığı makaleden)» (Nur Çeşmesi sh: 188)

Avrupaya mâl edilen, beşerin faydalandığı iyilikler hakkında bir tes­bit:

«Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâ­sin-i ke­sire.[361]onlar değildir ne Nasrâniyet[362] malı, ne Avrupa icadı, Lâkin,

Ne şu asrın san’atı. Belki umum malıdır. Telâ­huk‑u efkâr­dan,[363] semâvî şerâyiden,[364] hem hâcât-ı fıtrîden,[365] hususî şer-i Ahmedî,[366]

İslâmî inkılâptan neş’et eden[367] bir maldır. Kimse temel­lük etmez.[368] (Sözler sh: 714)

Avrupanın İslâm dininden istifade ettiğini beyan eden bahis:

«Filhakika[369] bu âlî din; Avrupa’ya, dünyanın imarkâ­rane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin et­miştir…

İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hâyır.. buna imkân yoktur!

Gaston Care » (İşarat-ül İ’caz sh: 221)

«Kesb-i medeniyette[370] Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti[371] al­makla bera­ber, her kavmin mâye-i bekası[372] olan âdât-ı milliyelerini[373] mu­hafaza ettiler.» (Divan-ı Harb-i Örfi sh: 72)

YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA DOSTLUK MESELESİ

Nazar-ı dikkate alınması gereken bir önemli husus da şudur ki, Bediüzzaman Hazretlerinin beyanlarında zaman mefhumu dikkate alınmalıdır. Gerçi Risale-i Nurun meseleleri, Kur’an tefsiri olmak ha­sebiyle bütün zamanlara bakan yönleri vardır. Fakat mesela devletin dini, Din-i İslâm iken ve devlet İslâm toplumunu harici ve dahili, maddî ve manevî tehlikelerden korurken söylenen sözler ve yapılan tavsi­yeler, Kur’anın iktidar yönünden koruyucusu yokken ve İslâm cemiyeti, bütün âlem-i küfrün ve sefahatin hücumuna açıkken uygu­lanmaya kalkışılırsa ortaya çok acib garabetler çıkar.

Ve hattâ bilerek veya bilmeyerek, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur Külliyatı hakkında su-i zanlara sebebiyet verilebilir.

Bu gelen bahiste ll.Meşrutiyet sonrası, Üstad Hazretleri, 1911 yılında, devletin başka din mensublarıyla münasebet ve dostluk meselesi üzerine der ki:

«S – Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’­da nehiy vardır. [374] لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ Bu­nunla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

C – Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn[375] olduğu gibi, kat’iy­yü’d-delâlet [376]olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm[377] değildir, mutlaktır.[378] Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kay­dını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa,[379] me’haz-ı iştikakı,[380] illet-i hüküm gösterir.[381] De­mek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir.

Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki mu­habbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle[382] iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin![383]

Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vü­cuda geldi.[384] Bütün ezhânı[385] nokta-i dine çe­virdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti[386] o nok­tada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i me­denî ve dünyevîdir. Bütün ez­hânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ek­se­risi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler.[387] Bi­naenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile ikti­bas etmektir.[388] Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafa­zadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil de­ğildir.» (Münazarat sh: 31)

Bu bahiste de görülüyor ki, İslâm hakimiyetinde başka din mensupları ile münasebetler kurulabilir. Onlarla Hrıstiyanlık ve Yahudilik yönlerinden etkilenme­den, teknik imkanlar noktasında irtibatlar olabilir. Risale-i Nur Külliyatında çokça bahsedilen, «Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki; bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakînî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor.» şeklindeki beyandan, bir Müslümanın, Avrupa birli­ğiyle ve içiçe olacak hayattan dolayı Hırıstiyan veya Yahudi ola­cağı düşünülemez. Fakat esas tehlike, Süfyaniyetin darbeleriyle sar­sılmış ve dini bağları iyice zayıflamış ekseriyetin, sefahet ve ibadetsizlik yüzünden hayat-ı ebediyeleri mahvolmasıdır. Ayrıca, Müslümanın dünya hayatı noktasında İttihad-ı İslâm fikri, hayale dahi getirilmemeye çalışılıyor.

İSLÂM-İSEVÎ İTTİFAKININ ZAMANI VE ŞARTLARI

Risale-i Nur Külliyatında çokça bahsedilen “Müslüman İsevîleri.. hakiki İsevîlik dini… İsevî ruhani­leri… Nasara mü’minleri… vs” gibi tabirleri dikkatli okumak gerekir. O cemiyetin özelliklerini iyi bil­mek ve gelişen bir harekette o vasıflar var mı? yok mu? bakmak lazım.

Bu meselelerden nü­mune olarak aldığımız bahiste, Bediüzzaman Hazretleri der ki:

«Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle[389] medeni­yet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden[390] Deccal komi­tesini, Hazret-i İsâ Aleyhisse­lâmın din-i hakikîsini[391] İslâmiyetin hakikatiyle[392] bir­leştirmeye çalışan ha­mi­yetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti al­tında öldü­recek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kur­taracak.» (Mektubat sh: 441)

1946 veya 47 de yazılmış bir mektubunda Üstad Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Dünya Harbi son­rası şekillenen yeni dünya düzeni hak­kında endişe ve ümidi beraber taşıdığını bildirir:

«Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kal­bime ge­liyor ki:

Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden[393] çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı[394] olan Avrupa’da, Decca­lâne[395] bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye medar, âlem-i İslâmın tam intibahiyle[396] ve Yeni Dünyanın,[397] Hıristiyanlığın hakikî dinini düs­tur-u hareket ittihaz etme­siyle ve âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ân’a ittihad edip tâbi olması, o dehşetli gelecek iki ce­reyana karşı se­mâvî bir muavenetle[398] dayanıp inşaallah galebe eder. (Emirdağ Lâhikası-l sh: 58)

Bu beyanda açıkça görüldüğü gibi, Avrupa’dan doğacak in­sanlık dışı uygulamalara karşı, İslâm-Hırıstiyan beraberliğinin şartla­rı;

Müslümanların tam uyanması,

Yeni Dünya’nın (Amerika’nın) gerçek Hrıstiyanlığı esas alması,

İslâm Birliğiyle beraber hareket etmek için anlaşmalar yapması,

İncil’in de esaslarını içine alan Kur’an’ın hakim olması, gibi şartları gerektiren kaideler nazara alınmazsa meselenin hakikatı anlaşılamaz.

Kısım-2

İSLÂM BİRLİĞİ

“Bu zamanın en büyük farz vazifesi İtti­had-ı İslâmdır.”

“Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, de­ğerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; İttihad-ı İslâmdır.”

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VE İSLÂM BİRLİĞİ

Orijinal tabiriyle İttihad-ı İslâm yani İslâm Birliği düşüncesi ve fikriyatı, müslüman ilim ve siyaset adamlarının üzerine çok düşün­dükleri ve gerçekleşmesi için çok gayret ettikleri bir mef­kuredir. İslâm mütefekkirleri, maddî ve manevî olarak gerilediğini müşahede ettikleri İslâm Dünyasının kurtuluşu için bir ümit ola­rak İslâm Birliğinin aktif olarak devreye girmesini görmüşlerdir.

Bilhassa 19. asrın sonlarında ve 20. asrın başlarında bu fikir bazı Müslüman ilim, fikir ve siyaset adamını hareketlendirmiş ve bu hususta bir çok eserler yazmışlar ve faaliyetler yapmışlardır. Fakat zemin ve zaman yaver gitmemiş, Avrupa kökenli ideolojiler ve Avrupa meftunu Liderler İslâm Dünyası’nın daha da dağılmasını sağlamıştır.

İslâm Birliğinin tahakkuku ve aktif olarak uygulanması için Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri çok gayret göstermiş­tir. Bu düşüncesini İstanbul’a ilk geldiği 1907 yılından sonra, çeşitli vesile­lerle gerçekçi olarak ortaya koymuş ve tahakkuku için gerekli şartları sıralamış ve İttihad-ı İslâmın tarifini yapmıştır.

Üç devirde yaşamış olan Bediüzzaman Hazretleri, hep İslâm Birliği fikrini savunmuş ve Müslümanların kurtuluşu­nun bu Bir­liğin gerçekleşmesinde olduğunu ifade etmiştir.

Yirmibeş sene süren en dehşetli zulüm devrinin sonlarına doğru, önce iktidarı elinde tutan Halk Partisi idarecilerini ikaz et­miştir. Bu memlekete, İslâm Dünyası’nın eskideki muhabbet ve kardeşliğini ka­zanmak için yönlerini İslâm Dünyası’na çevirmele­rini tavsiye etmiştir. Bu ikazları duymayan o zihniyet, o zamanki anlayışıyla birlikte, tari­hin karanlık sayfalarına gömülüp gitmiştir.

Daha sonraları ehven-üşşer olarak telakki olunan Demokratlar devri gelmiş ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri dine ve dindarlara bir derece yakın gördüğü bir kısım Demokrat idarecilerine İslam Birliği fikrini çok daha fazla anlatmıştır. Hattâ, İslâm Birliğinin teşekkülü hususunda detaylı bilgiler vermiştir. Sadece bilgi vermekle kalmamış, canlı misallerle meseleyi pekiş­tirmiştir.

Buna mukabil bazı Demokrat devlet adamları (Menderes gibi), Hazret-i Üstad’ın bu tavsiyelerini nazara almış ve bazı te­şebbüslerde bulunmuşlardır. CENTO gibi bazı kuruluşuları, İslâm ülkeleriyle birlikte kurmuşlar ve Bediüzzaman Hazretleri bu faali­yetleri İslâm Birliğinin büyük bayramının bir başlangıcı olarak kabul etmiştir. Fakat maalesef Demokratların başına gelen malum hallerden dolayı onlar da bu Birli­ğin tam tahakkukuna muvaffak olamamışlardır.

Beynelmilel şer akımların, dönmelerin ve gizli dinsizlerin en büyük korkusu olan İttihad-ı İslâm fikriyatı, Müslümanlar tarafın­dan devamlı canlı tutulmalı ve basın ve yayın organla­rında neşriyat yapılmalıdır. Şu zamandaki menfi gibi olan hal-i âlem nazara alınma­malıdır. Nasıl ki bazı kimseler, kendi ideoloji­lerinin "ebediyyen var olacağı"nı telkin ediyorlar, Müslümanlar daha kuvvetle hakiki olarak İslâm Birliğinin gerçekleşeceğine ve de­vam edeceğine bin kat daha fazla inanmalı ve İslâm Kardeşliğine çalışmalıdır.

İSLÂM BİRLİĞİ NEDİR?

Bediüzzaman Hazretleri, İttihad-ı Muhammediye (ASM) hareketini en geniş şekliyle ele alır ve bütün mü’minleri içine aldığını beyan eder:

«Hem de dediler: “İttihad-ı Muhammediyeye (a.s.m.)[399] dahil misin?”

Dedim: Maaliftihar! En küçük efradındanım.[400] Fa­kat, benim târif ettiğim vecihle… Ve o ittihad­dan olmayan, dinsiz­ler­den başka kimdir, bana göste­rin(Divanı-ı Harb-i Örfi sh: 11)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine diyorlar:

”Dâima İttihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif et."

Cevaben:

«Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) tarifi budur ki:

Şarktan garba, cenuptan şimale[401] uzanan bir sil­sile-i nuranî ile merbut[402] bir dairedir. Dahil olanlar da bu za­manda üç yüz milyondan[403] ziyadedir. Bu it­tihadın cihetülvah­deti ve irtibatı,[404] tevhid-i İlâhîdir.[405] Peyman ve ye­mini,[406][407] kàlû belâdan[408] dahil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları[409] da Levh-i Mahfuzdur. Bu ittihadın nâ­şir‑i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de, i’lâ-i kelimetullahı[410] he­def-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve en­cü­men­leri,[411] câmi ve mescidler ve dinî medrese­ler ve zikir­hanelerdir. Merkezi de Haremeyn‑i Şerifeyn­dir. Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir[412] imandır. Müntesipleri,

…Elhasıl: Sultan Selim’e biat[413] etmişim. Onun itti­had-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyat‑ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şim­diki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim,[414] Şeyh Cemaleddîn-i Efganî, allâme­ler­den Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh,Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve itti­had-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki, demiş: müfrit âlim­lerden

İhtilâf u tefrika endişesi

Kûşe-i kabrimde[415] hattâ bîkarar[416] eyler beni.

İttihadken savlet-i a’dâyı[417] def’e çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağ-dar[418] eyler beni.

Yavuz Sultan Selim» (Divanı-ı Harb-i Örfi sh: 19)

İttihad ismini almakla birlikte ittihad etmeye mani olan tutum sergileyen İttihad Terakki Cemiyeti hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin beyanı:

«Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağraz­lar[419] ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve se­beb-i tef­rika[420] olan ırkçılık cemiyat-ı akvamiyeyi[421] teşkiline sebe­biyet veren ve ismi meşrutiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebida­neye[422] muhalefet ettim.» (Divanı-ı Harb-i Örfi sh: 32)

İTTİHAD-I İSLÂM’IN ŞARTLARI

İslâm Birliğinin gerçekleşmesi için bazı şartlar vardır. Risale-i Nur Külliyatının bir çok yerlerinde izahları vardır. Daha fazla bilgi için (yayınevimiz tarafından neşredilen İttihad-ı İslâm kitapçığı, İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, “İttifak” ve “İttihad-ı İslâm” maddeleri) gibi yerlere bakılabilir. Risale-i Nur Külliyatından tesbit edebildiğimiz ba­hisleri buraya dercediyoruz:

İSLÂM MİLLİYETİ

a) İslâm Milliyetini esas almak, İslâm Birliğinin bi­rinci şartıdır. Bediüzzaman Hazretleri der ki :

«Hakikî milliyetimizin[423] esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve hilafet-i Osmaniye[424] ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sa­defi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal’a-i kudsi­yenin[425] nöbettarlarıdırlar.

İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla,[426] umum ehl-i İslâm bir tek aşiret[427] hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürte­bit[428] ve alâkadar olur. Birbirine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağ­lıdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 54)

«31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfî’de[429] dedim ki:

Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı Şeriatla mü­va­zene[430]Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.» (Divan-ı Harbi Örfi sh: 10) ediyorum.

ŞURA VE MEŞVERET

b) İttihad-ı İslâm’ın tahakkuku için gerekli şart­lardan ikincisi, hakiki ve faziletli Şûrâ-yı Şer’î’dir.

İslâm âlemindeki hakiki alimler ve mürşidlerin be­raberliğinde yapılacak Şeriata uygun meşveret, merci olur. İttihad-ı İslâmın faaliyet ve teşekkülünün kaidele­rini tesbit eder. Kur’an kanunları etrafında birleşen İslâm devletleri, İslâm Cumhuriyetler Birliğini meydana getirirler.

Bediüzzaman Said Nursi Hezretleri Şûrâ’nın lü­zu­munu belirtirken şöyle der:

«Müslümanların hayat-ı içtima­iye-i İslâmiyedeki[431] sa­adetlerinin anahtarı, meşve­ret‑i şer’iyedir.[432]

وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ 433] âyet-i kerimesi, şûrâyı[434] esas olarak em­rediyor.

Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr[435] ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıta­sıyla birbiriyle meşve­reti, bütün beşeriyetin te­rakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en bü­yük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir se­bebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi[436] yapmamasıdır.

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı[437] ve miftahı şû­râ­dır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’a­lar dahi o şûrâyı yapmaları lâ­zımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların[438] kayıt­la­rını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şeha­met[439][440] tevel­lüd eden hürriyet-i şer­’iyedir ki, o hürriyet-i şer’­iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp me­deniyet‑i sefihanesindeki seyyiatı[441] atmaktır. ve şefkat-i imaniyeden

İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emre­der:

اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلَّهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمَنِ

Yani,

• İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istib­dat[442] ile başkasını tezlil etmemek[443] ve zillete düşür­memek,[444] ve zâ­limlere tezellül etmemek…[445]

Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz.

• Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yap­mayı­nız. Yani, Allah’ı tanımayan, herşeye, herke­se nispetine göre bir ru­bubiyet tevehhüm eder,[446] başına musallat eder.

• Evet, hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hakkın Rah­man, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 60)

ESASLARDA İTTİFAK ETMEK

c) İttihad-ı İslâm’ın tahakkuku için gerekli şart­lardan üçüncüsü ise şudur ki; dinî cemaatler ve din hizmeti yapan meslekler dinde zaruret ve esasat deni­len Kur’an ve Sünnetteki açık hükümlerde bağlayıcı davranmalı tefer­ruat me­selelerde münakaşa çıkarmamalıdır.

Üstad Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

«S – Âlem-i İslâmdaki ihtilâfı tâdil[447] edecek çare nedir?

C – Evvelâ: Müttefekun aleyh[448] olan makasıd-ı âli­yeye[449] nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Pey­gamberimiz bir, Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı dini­yede umu­mumuz mütte­fik… Zaruriyat-ı diniye­den başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düs­tur tutulsa, aşk-ı hakikat ha­rekâtımızda hâkim ol­sa—ki zaman dahi pek çok yardım ediyor—o ihti­lâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.

Esefâ, gaye-i hayalden tenâsi veya nisyan ol­makla, ez­han ene’lere dönüp etrafında gezerler. İşte gaye-i hayal, mak­sad-ı âli bütün vuzuhuyla meydana atılmıştır.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 83)

Bir başka ifadede de şöyle der:

«Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair ce­miyet-i diniye ile şakku’l-âsâdır[450]. Rekabet ve mü­naferatı intaç eder.

Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve müzahe­met ve münakaşa olmadığından, bu ce­miyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kal­kışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.

Saniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden ce­maat­lerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muha­faza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemi­yete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışma­mak; birinde hatâ bulunsa, müf­ti‑i ümmet olan cemiyet-i ule­mâya havale etmek­tir.

Salisen: İ’lâ-yı kelimetullahı hedef-i maksat eden ce­maat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlidir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi ye­nilir? Şems-i hakikate “püf, üf” eden, divane­liğini ilân eder.

Ey dinî cemiyetler! Maksadımız, dinî cemaatlar mak­satta ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meş­replerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklit yo­lunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözünü de söylettirir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 98)

ÜLKENİN KURTULUŞU KUR’ANA SAHİP ÇIKMAKLA OLUR

Türk milletinin durumunu beyan eden ve çıkış yolla­rını gösteren Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, idarecileri ikaz eder ve der ki:

«Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahra­manlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi[451] muha­faza eden ve âlem-i beşeriyeti,[452] küfr-ü mut­laktan ve da­lâletten şanlı bir su­rette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeş­leri!

Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i ha­mi­yet es­kide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin pro­pagandası ye­rinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’âniye ve imani­yeyi tervice[453] çalışmazsanız, size kat’iyen ha­ber veriyo­rum ve kat’î hüccet­lerle[454] ispat ederim ki, âlem-i İslâmın mu­habbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kar­deşi ve ku­mandanı olan Türk milletine bir ada­vet; ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altın­daki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâmın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk mil­le­tinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çı­kan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet verecek.

Evet, hariçte iki dehşetli cereyana[455] karşı bu kah­raman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mut­lakı, is­tibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun serve­tini ser­serilere ibâha etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmiyet ha­kika­tiyle mezcol­muş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şere­fini İslâmiyette bulmuş, bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve mil­liyetperverleri, herşeyden evvel bu müm­teziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik‑ı Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o ce­reyanı dur­durur inşaallah.

İkinci cereyan: Âlem-i İslâmdaki müstemlekât­larını[456] kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle itham et­mekle bozmak ve âlem-i İslâ­mın irtibatını mânen kes­mek ve uhuv­vetlerini[457] bu millete adavete[458] çe­virmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da ol­muş.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 218)

DEMOKRATLAR DEVRİNDE İSLÂM BİRLİĞİ DÜŞÜNCESİ

Demokrat hükümetlerin dine ve İslâm dünya­sına yaklaşması gerektiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri der ki:

«Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir meselesi,[459] şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülü­yor. Onun için, şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’âniyeye[460] dayanmak ve hiz­met etmektir. Bununla, ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon[461] uhuv­vet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hıristiyan devletleri bu itti­had-ı İslâm’a ta­raftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devlet­leri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdur­lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 54)

İslâm Birliğine mukaddeme teşkil eden CENTO’nun kuruluşunu sevinçle karşılayan Bediüzzaman Hazretleri, İslâm Birliğinin ehem­miyetin şöyle ifade eder:

«Reis-i Cumhura ve Başvekile,

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç has­ta­lıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bi­çare garip ihti­yar der ki:

Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaf­fa­ki­yetkârâne ittifakını,[462] bu millete kemâl‑i sami­miyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh‑u canımızla tebrik ediyo­ruz. Bu ittifakınızı, in­şaallah 400 milyon İslâmın sulh-u umumi­yesine[463] ve selâmet‑i âmmenin teminine kat’î bir mu­kad­deme olarak ru­humda hissettim. Ve namaz tesbi­hatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar‑ı kalb­înin sebebi: Elli se­neden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu za­manda bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur’­unArabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı ol­duğu ve makbul olması, hattâ aldı­ğımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatım­da[464] kabir kapısında bu netice-i azîmeyi[465] görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında bü­yük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “ku­lüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birin­ci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle[466] mü­barek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmi­yeye[467] karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar ver­meye çalıştıklarına emareler görünüyor.[468] olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her ta­rafında Müslüman olduğundan onla­rın ırkçılıkları İslâmi­yetle mezc olmuş,[469] kabil-i tefrik de­ğil.[470] Türk, Müs­lüman de­mektir. Hattâ Müslüman olmayan kıs­mı, Türklükten de çık­mışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcol­muş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâ­miyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir teh­like-i az­îmdir. Halbuki, menfî ha­re­ketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtr­îsi

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar itti­fa­kınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumi­yeye şiddetle muhtaç Hıristiyan[471] ve sâir dinler sahiplerinin dost­luklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile ola­cağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyo­rum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 222)

Dine hürmetkar Demokratların desteklenmesi ve buna mukabil Demokratların da dindarlaşması ve İslâm dünyasına yö­nelmesi gerektiğini beyan eden mektub, dikkatle ve samimi olarak okunsa çok mese­leler halle­dilmiş olacaktır.

Yıllarca Müslümanların arasında ihtilaf ko­nusu olan siyasi meseleler, kimsenin yorumuna gerek kalma­dan bu mektubda açıklanmıştır. Bediüzzaman Hazretleri, bu mektubunda, hem demokratları niye desteklediğini beyan etmiş, hem de demokrat olma­nın şartlarını sıra­lamıştır. Bu şartları taşımayan parti veya şahıslar des­teklenme ve muhafaza edilme haklarını kaybetmişler demektir.

«Demokratları[472] iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur bi­liyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli, baştaki iki cere­yana si­ya­setlerince mu­arız oldukları için, onların az bir kısmı dine ver­dik­leri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir za­rardan kurtul­mamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden îkaz edip “Aman, çabuk ha­kikat-i İslâmiyeye[473] yapışınız!” ihtar edi­yoruz ki, va­tan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, ha­kaik-i Kur’âniyeye da­yanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İs­lâmiye ile 400 milyon kardeşi[474] bul­mak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyetle olabilir. Biz bü­tün Nurcular ve Kur’ân hizmetkâr­ları onlara hem haber veri­yoruz, hem İslâmiyete hizmete muvaffaki­yet­lerine dua ediyo­ruz. Hem de rica ediyoruz ki, bu memleketin bir ehem­mi­yetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek büyük faydası ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u müsa­derelerden[475] kurtarıp neşrine hizmet et­sinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraf­tar etsinler. Ve selâmeti bulsunlar.

Said Nursî» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 209)

DEMOKRATLIK ŞARTLARI

  • Yukarıda beyan edilen Demokratlık şartları;
  • Komünistlik ve Masonluğa karşı olmak,
  • Laubaliliği bırakıp İslâmiyete yapışmak,
  • Kur’an hakikatlerine dayanmak,
  • İslâm Dünyasını arkasına almak,
  • Amerika’yı din lehinde çalışması nisbetinde kendine dost yapmak,
  • Risale-i Nur’ların resmi neşrine hizmet etmek,
  • Dindar kesimi taraftar yapmak.

İşte Demokrat diye destekleyebileceği si­yasi­lerde aranan şartlar ve vasıflar bunlardır.

İSTİKBALDE İSLÂM BİRLİĞİ

a) Bediüzzaman Hazretleri İslam Dünyasının gele­ceği için Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye yani İslâm Cumhuriyetler Birliği yani İttihad-ı İslâm müj­desi vermek­tedir.

«Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Umum Nurcuların mübarek bayramla­rını ve hac­cü’l-ekberde[476] bulunan Nur şakirtleriyle ve hacdaki Nur taraf­tarlarının bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklâliyetini[477] kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın büyük mem­leketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde Hind’de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye,[478]Cava’da[479] elli milyondan zi­yade bir devlet-i İslâmiye ve Arabistan’da dört beş hü­kûmet bir Cemahir-i Mütte­fika[480] gibi Arap Birliği ile İslâm Birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın bu büyük bayra­mının mukaddemesini[481] teb­rik ile bu bayram bize müjde ve­riyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 268)

Yine aynı mânâda diğer bir mektup:

«Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşaallah, âlem-i İslâmın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i Müttefika-i İs­lâmiyenin[482] kudsî kanun-u esa­siyelerinin menbaı[483] olan Kur’ân-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup(Emirdağ Lâhikası-ll sh: 76) beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok ema­re­ler var.»

DİNDAR HRİSTİYANLARLA İTTİFAK

b) İstikbalde hakiki dindar Hristiyanlarla ittifak edileceğini bildiren Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin verdiği bir müjde:

«Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kal­bime geli­yor ki:

Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniye­tin istinadı, men­baı[484][485] bir vah­şet[486] doğurma­sıdır. Bu endişeyi tesellîye medar, âlem-i İslâmın tam intiba­hiyle[487] ve Yeni Dünyanın,[488] Hıristiyanlığın hakikî di­nini düs­tur-u hareket ittihaz[489] et­mesiyle ve âlem-i İslâmla itti­fak etmesi ve İncil, Kur’ân’a ittihad edip tâbi olması, o deh­şetli gelecek iki cereyana karşı se­mâvî bir muavenetle[490] daya­nıp inşaallah galebe eder. (Emirdağ Lâhikası-l sh: 58) olan Avrupa’da, Deccalâne

DİYANET İŞLERİ REİSLİĞİ

c) Hakiki vazifesinde Diyanet İşleri Reisliği’nin umum âlem-i İslâm’ın dairesi olduğunu veya olacağını bildiren mek­tup:

«Pakistan’da çıkan es-Sıddık mecmuasının Risale-i Nur’un bir risale­sini neşredip Diyanet Riyasetine[491] gön­der­mesi ve bu kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatler gösteriyor ki, elbette Di­yanet da­iresi Nurları hi­maye etmek hakikî bir va­zifesidir.

Diyanet dairesi, Meşihat-ı İslâmiye[492] gibi, yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum âlem‑i İslâma Meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm o Diyanet dairesine karşı tam hüsn-ü zan et­mek, su-i teveh­hüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade lü­zumu var. Hem de Türkiye ile ittifak etmeyen İs­lâmî hü­kûmetlerde o mübarek daireye karşı su-i tevehhüm[493] gelme­mesine büyük bir vesilesi olan ve âlem-i İslâmın her tara­fında, belki Avrupa’da takdire mazhar olmuş Risale-i Nur, o Diyanet da­iresini hem şerefini muhafaza ediyor. Hem âlem-i İslâma karşı o dairenin bir eseri olarak intişarı ga­yet lâzım ve zarurî olduğunu bu noktayı ehl-i vu­kuf[494] tam nazara alsın­lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:181)

DOĞU’YA BÜYÜK BİR İSLÂM ÜNİVERSİTESİ

d) İslâm dünyası’nın merkezinin coğrafi olarak Türkiye’nin doğusu ol­duğunu bildiren Bediüzzaman Hazretlerinin bir mektubu:

«Heyet-i Vekileye[495] ve Tevfik İleri’ye[496] arz ediyo­ruz ki:

Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizme­tinizi Üstadımıza söyledik. O dedi:

Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarki­yeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem 55 seneden beri, Medresetü’z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbakır’da, biri de Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için, Hürriyetten[497] evvel İstan­bul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.

Sonra İttihatçılar zamanında[498] Sultan Reşad’ın[499] Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya git­tim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî darülfü­nun[500] tesisine teşeb­büs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: “Şark böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmün­dedir.

………

Bazı mebuslar dediler: “Yalnız sen medrese usu­lüyle sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbu­ki şimdi garplı­lara[501] benzemek lâzım.”

Dedim: “O vilâyat-ı şarkiye âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide[502] yanında ulûm-u diniye[503] de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi[504] gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaim­dir.[505] HAŞİYE Başka vilâyet­lerde sırf fünun-u ce­dide okuttu­rursanız da, Şarkta her­halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas ol­malıdır. Yoksa Türk olmayan Müslü­manlar, Türke hakikî kardeşliği hissedemeye­cek. Şimdi bu kadar düş­manlara karşı teavün ve tesanüde[506] mecbu­ruz.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:183)

Mısırda bulunan İslâm dünyasının en büyük üniversitesinin (Câmiü’l Ezher) bir örneğinin İslâm dünyasının coğ­rafî merkezi hükmünde olan Türkiye’nin doğusunda inşa edilmesi zaruretini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri yine aynı mânâda der ki:

«Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere[507] gitmek isti­yordum. Âlem-i İslâmın medre­sesidir diye, ben de o mü­ba­rek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet ol­madı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye ol­duğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha bü­yük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzım­dır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık[508] ifsat et­mesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milli­yet-i haki­kiye olan İslâmiyet milliyeti ile اِنَّمَا الْمُوءْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına[509] mazhar ol­sun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye[510] birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha et­sin.[511] Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i med­rese birbi­rine yar­dımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merke­zinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Tür­kistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâ­sın­da,[512]Câmiü’l-Ezher üslûbunda[513] bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş sene­dir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da ça­lışmışım….

…Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan te­cerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız on­lardan ikisi dediler ki:

“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden[514] zi­yade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zu­huru ve ekser hüke­manın ve feylesofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki etti­recek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almaya­rak garplı­laşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bı­raksanız ve lâ­dinî[515] bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin mer­kezinde olan vilâyat-ı şarki­yede[516] millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin haka­ikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâ­zım ve elzem­dir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 223)

İSLÂM BİRLİĞİ’NDE RİSALE-İ NUR’UN ROLÜ

Risale-i Nur’un bu memlekete kazandırdığı en ehem­miyetli iki fayda:

«Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir ha­lâs­kârı[517][518] başlamak, ders ver­mek zamanı geldi ve­ya gelecek gibidir zannederim. olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def et­mek için matbuat âlemiyle tezahüre

O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik ce­reyanı, bu vatanı mânevî isti­lâsına karşı Risalei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazifesini görebi­lir ve âlem-i İs­lâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için mat­buat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kal­bime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’­da isti­lâkâ­râne hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan deh­şetli cere­yanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi, âlem-i İslâmın ve Asya kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki mu­habbet ve uhuvve­tini[519] iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kur’âniyedir. Bu memleketin vatanperver si­yasî­leri çabuk ak­lını başına alıp Risale-i Nur’u tab ederek resmî[520] neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki be­lâya karşı siper ol­sun.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 102)

Bediüzzaman Hazretleri, Risalelerinin tab edilip neş­redilmesinin, memleketin umumi menfaati için gerekli olduğunu beyan ederken der ki:

«Afyon Emniyet Müdürlüğüne!

…Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu va­tanın sa­adetine hizmet etmek benim için farzdır. Maddî cihette elimden hiçbir şey gelmiyor. Yalnız Kur’ân’dan anladığım ve kaleme al­dığım Meyve Risalesi ile Hüccetü’l-Bâliğa’yı yeni hurufla tab et­mek için bazı kardeşlerime izin verdim. O iki ri­saleyi iki seneye yakın alâkadar Ankara makamatı ve ehl-i vukufu, hem Denizli Mahkemesi tetkik­ten sonra mu­cib-i mes­’uliyet hiçbir şey bulama­ya­rak bize resmen teslim ettiler.

Hem cevap gönderdim ki, sansüre ve büyük muharrir­lere göstersinler, sonra tab’ etsinler. Hem tab’dan sonra res­men hü­kûmetin on iki makamatına vermek bir usuldür. Sonra da İhlâs Risalesi ile İktisat Risalesi’ni de o iki risale­nin âhi­rine ilhak edip yeni hurufla tab’ edilsin.

Kat’iyen size beyan ediyorum ki benim maksa­dım, bu­nun tab’ında, bu mübarek milleti ve va­tanı mânevî ve maddî anarşilik­ten muhafaza et­mek ve âsâyiş ve inzibata mânevî yardım etmek ve anarşiliği uyandıran hâricî bir cere­yanın isti­lâ­sına mânevî sed çekmek ve âlem-i İslâmın bize karşı itiraz ve ithamını izaleye[521] ve eski mu­habbet ve uhuvvetini celb[522] etmeye çalışmaktır. Fakat ma­attees­süf ben dünya ile alâkadar olmadığımdan ve ehl-i idare ile de görüşmediğimden ve dünya halini bilmedi­ğimden ve kanun­suz ilişmek belâ­sına mâruz kaldı­ğımdan, eskiden beri perde al­tında bana husumet eden bazı insan­lar, fırsat bulup zâbıtayı, ya adliyeyi evhamlandırıyor­lar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 105)

Memleketimizde zuhur eden Risale-i Nur hiz­metinin, Âlem-i İslâm’ı alâkadar ettiğini beyan eden bir mektup:

«Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâmın teveccühünü ve hamiyetini ve uhuv­ve­tini kırmak ve nefret verdirmek için, siya­seti dinsiz­liğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yer­leştirmek iste­yenler, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şa­şırtıp, der: “Risale-i Nur şa­kirdleri, dini siyasete âlet eder; emniyete zarar vermek ih­timali var.”

Halbuki, bu memlekete maddî ve manevî bere­keti ve fevka­lâde hizmeti ve umum âlem-i İslâma taallûk[523] ede­cek hakaiki cami olduğu, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işa­retiyle ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç keramet-i gaybiye­siyle ve Gavs-ı Âzamın kat’î ih­barıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur’un si­ya­setle alâkası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve âsâyişi ve hür­riyeti ve adaleti temin eder.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 126)

EHL-İ BEYT VE SEYYİDLER CEMAATİNİN, İSLÂM BİRLİĞİ’NİN TEŞEKKÜLÜNDEKİ VAZİFESİ

«Mehdi-i Âl-i Resul‘ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem’iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi’nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.

Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta’tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh:266)

Peygamberimiz (A.S.M.) buyurur ki:

«"Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim." Çünki Sünnet-i Seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.

İşte bu sırra binaendir ki; Kitab ve Sünnete ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz» (Lem’alar sh: 21)

«Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a’sarın mecma’larında o nuranî zâtlar kumandanlık ediyorlar. (Haşiye) Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmu’u, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır ve Hazret-i Mehdi’nin en has ordusudur.

Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senedlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt’ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemmiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-ı azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarîk-ı hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.» (Mektubat sh: 441)

SONSÖZ

İslâm Birliği ile alâkalı Risale-i Nur Külliyatında daha bir çok ba­hisler vardır. Biz burada sadece birkaç misaller verdik. Bunlarda gösteriyor ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine ve Nurlardan istifade eden herkese İttihad-ı İslâmı gösteriyor. Müslümanların İslâm Birliği için çalışmalarını ve gayret göster­melerini istiyor. Burada bir defa daha tekrar ediyoruz “Bu za­manın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.” (Hutbe-i Şamiye sh: 90)

Biz müslümanlar, dağınık İslâm Dünyasının birliğine gay­ret edelim, inşaallah İslâm Birliği hakiki olarak teşekkül etsin, Ondan sonra İslâm Birliğinin merkezi, ister Avrupa Birliğiyle, ister Amerika ile, ister Rusya Birliğiyle İslâm cemiyetinin menfaatleri istikametinde istediği anlaşmaları yapsın. Hiç bir Müslümanın buna bir­şey diyeceği olamaz. Ama böyle hâkim değil mahkum bir vaziyette ve İslâm Birliği kurulmadan müslümanın yönünü Avrupa’ya çevirmek, geçen asırdaki helaket ve felaketimizin daha da artmasına sebep olur kanaatindeyiz.




[1] büyük yığınak ve çok cihazları

[2] Avrupa ve etkilediği bütün toplumlarda geçerli olan, dine dayanmayan filozofların düşünceleri ve içtimaî ve idarî sistemleri

[3] Allah’dan gelen Kur’anda bulunan şahsî, içtimaî ve idarî düsturlar

[4] beşer düşüncesi güçsüz ve zayıf

[5] Kur’an’ın meseleleri insanların düşüncesiyle ulaşılamıyacak yükseklikte

[6] dünya görüşü, insan anlayışı, siyaseti ve ahlakî yaşayış şekliyle kendini göstermiş olan olan pis Batı Medeniyeti

[7] şeriatça reddedilmiştir

[8] zararları iyiliklerinden fazla

[9] insanlığa faydalılık yönünden geçersiz

[10] insanların uyanmasıyla yıkılıp gidecek

[11] ahlâksız, inatçı ve acımasız

[12] iç dünyaları korkunç, bir canavardan farksız

[13] batı medeniyetinin İslâm ülkelerinde yayılmasını üzerimize alacaktık

* Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin gü­nahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip, malımızı harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine ga­lebe edip, seyyiatı hasena­tına racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumi ile iki dehşetli tokat yeyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek. (Hz. Bedüzzaman r.a.)

[14] olumsuz esaslar üzerine bina edilmiştir

[15] dayanak noktası güç ve kuvvettir

[16] kuvveti esas almanın gereği haddi aşma, zayıfların hakkını çiğnemektir

[17] ulaşmak istediği hedef manfaatidir

[18] menfaatini esas almanın gereği başkalarına zahmet vermek ve engeller çıkarmaktır

[19] yaşamak için çatışma ve savaş esastır. Hayat anlayışının temeli Darwin’ciliktir

[20] çatışmanın, çarpışmanın gereği ise devamlı kavgalı yaşantıdır, çekişmedir

[21] insan gurupları arasındaki bağları

[22] başkasının varlığını kabul edemeyen ırkçılıktır

[23] ırkçılığın esas alınması ise çarpışmaktır

[24] insanların ilgisini çeken hizmeti

[25] bedenî, geçici şehevî ve istekleri elde etmek için cesaretlendirmek

[26] gayr-ı meşru arzuları tatmin ve kolayca elde etmesini sağlamaktır

[27] gayr-ı meşru isteklerin elde edilmesinin gereği

[28] insanı melek gibi üstün dereceden bir hayvan olan köpek derecesine düşürmektir

[29] insanın manevî yapısının bozulması ve alçalmasına

[30] şimdi yaygın olan medeniyet

[31] zorlu ve meşakkatli ve ızdıraplı hayata

[32] sahte ve görünüşte bir mutluluğa

[33] ne iyi ne kötü, ikisi arasında

[34] mutluluk odur ki insanların bütününe veya çoğunluğuna mutluluk versin

[35] bu medeniyetten ise insanların azının azı istifade etmektedir

[36] üstün manevî değerler ilim, hidayet ve doğruluk

[37] gelip geçici istek ve nefsin zararlı arzuları

[38] ne pahasına olursa olsun maddî kazanç için yarışmak ve rakibini zorbalıkla engellemek

[39] kötülükleri iyiliklerine üstün

[40] İslâm medeniyetinin üstün geleceğine

[41] sebep ve kılavuz

[42] tabiat kanunlarına yaratma etkisini veren inkârcı felsefenin içimize girip musallat olmasıyla

[43] dünya hayatının şartları ve ihtiyaçları

[44] düşünceler

[45] kalblerdeki müsbet duygular

[46] imanın kesinliğine

[47] dinin esaslarını kabul etmeyiş

[48] kötü talihli, kısmetsiz hayranlarına

[49] kuvvetli inançlarını ortadan kaldırmış

[50] mü’minin gerçek mutluluk yeri olan ahiret hayatlarını

[51] biriken

[52] insanların toplum hayatına faydalı

[53] dinden kopuk ve Allah (cc) inancını bir tarafa bırakan tabiatçı felsefenin karanlıklı düşünceleriyle

[54] medeniyetin kötülüklerini iyilik sanarak

[55] ahlâksızlığa ve sapık düşüncelere

[56] medeniyetin iyilikleri

[57] faydalı fen ve ilimlerden

[58] hastalıklı ve insanları hak dinden saptıran düşünce ve görüşleri

[59] nefsin günah isteklerine düşkün ve zararlı medeniyet

[60] peygamberimizin (asm) haber verdiği, dini bozan bir lider ve başlattığı bozguncu hareket

[61] din gerçeklerini ve ahiret hayatını görmeyen aşırı derecedeki zekan

[62] en yüksek dereceden

[63] aşağıların en aşağısına

[64] manevî ve vicdanî duyguları köreltmek ve uyuşturmak

[65] dinden kopuk ileri derecede bilgiçliğin

[66] Kur’anın gösterdiği doğru yolun

[67] birbirinden farklıdır

[68] doğruya ulaşma istek ve düşüncesindeki duyarlılığın artışıyla

[69] ölümün ikazlarıyla

[70] yabancıların, din düşmanı olan azgın liderleriyle

[71] Allah’ı (cc) unutturan ve tabiatçılığa dayanan bilgi ve fenleriyle

[72] uyan ve bağlanan ülkemizdeki hayranlarına

[73] Avrupalıları

[74] acaba

[75] düşmanlıklardan

[76] ahlaksız yaşayışları ve hakka zıt düşüncelerine tabi olup

[77] haberiniz olsun ki

[78] dînî, milleti, koruma gayreti

[79] hafife alıp aşağılamaktır

[80] alay etmektir

[81] acaba

[82] dünyanın menfaat ve lezzetlerini terketmek

[83] hükmü ve baskısı

[84] ölmeyecek kadar gıda

[85] zahiren müslüman gibi görünen, hakikatte İslâm düşmanı olanlar

[86] gizli hile ve oyunlarıyla

[87] bozucu etkisi

[88] koruyucusu

[89] yaşamak için gerekli damarlarına, can damarına

[90] Avrupa‘da hırıstiyan papazların baskısına benzer bir yobazlıkla

[91] kendine aşırı güven duygusundan dolayı kendinden geçmiş

[92] silahlanmış

[93] hürriyeti sever görünen

[94] sızıp yayılmış

[95] manevi yüceliğe sahip olan hoşlanılır güzellik

[96] yüce ve üstün meziyetler (vasıflar, özellikler)

[97] değer ölçüsünü

[98] dolaşıp etkilediği saha, ele alınan konular

[99] sevmekle güzelliktir

[100] kahramanlık ve cesaret

[101] gerçekleri canlandırma ve anlatma

[102] yabancılara ait olan edebiyat, İslâmî olmayan edebiyat

[103] yaratılıştan gelen kahramanlık

[104] güçlüyü sevme ve güçlüye hayranlık duygusunu

[105] nefsin kötü hislerini ve cinsî duygularını uyandırıcı

[106] aşılar

[107] Allahın güzelleştirici boyası yani güzel sanat eseri

[108] tabiatçılık sevgisin aşılar

[109]uyuşturucu, yani manevî acıları geçici olarak unutturucu olur

[110] uyutucu, yani gaflet verici olur

[111] ölü olan canlı, geçici hayal zevkiyle oyalayıcı

[112] hareketli ölüler, cansız resimler

[113] ruhların başka bir cesede girip tekrar dünyaya geleceğine ina­nanların batıl inançlarına benzer şekilde

[114] utanmak duygusu bulunmayan kadın kılığını

[115] varlığı asliyetiyle olup bozulup değişmeyen gerçek güzellik

[116] kadın oyuncuyu ,okuyucuya hatırlatır

[117] ahlâksızlığın zararlı neticelerini

[118] teşvik edici şekilde canlandırma

[119] heyecanlandırır ve harekete geçirir

[120] Avrupa’dan doğan edebiyat ise

[121] dostların yokluğundan, gerçek dostlardan yoksun kalmaktan

[122] duygusal etkilenmekle

[123] korkunç yalnızlık ve sahipsizlik yeri

[124]Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dön­mekten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda bir çok hadis-i şerif ri­vayet edilmiştir. Bunlar­dan birisi şöyledir: “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları ke­ser, kaldırır.” Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud,Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403. Sünnet: 5;

[125] milliyetçiliği ırkçılık olarak anlama ve davranma

[126] ırkçılıkla hareket etme ve kendi ırkını herşeyiyle taparcasına sevmeyi

[127] Avrupa hastalığı

[128] öldürücü zehir

[129] ayrılık fikriyatı

[130] ırkçılık düşüncesi

[131] bitmeyen uğursuz düşmanlıklarından

[132] doğu illerinde yaşayanlara

[133] güney tarafımızdaki İslâm ülkelerinde yaşayan müslümanlara

[134] tehlikeleriyle

[135] İslâm ülkelerindeki mü’minlere düşmanlık

[136] dini ve milleti koruyacağım diyerek

[137] ahmaklıktır

[138] dehşetli hücumları püskürttünüz

[139] Mâide Sûresi, 5:54.

[140] ayetteki mânâya uygun, âyeti doğrulayıcı örnek

[141] Avrupalıların anlayışını ve yaşayışını benimseyen

[142] Allah’ın dininden ve Kur’an’ın hükümlerinden dönenler ile ilgili hükme uygun ve doğrular şekilde

[143] boy-bos durumu (başka bir deyimle inanç ve yaşayış şekli ve manevi değer derecesi. Yani sahip olduğu özellikleri)

[144] tarla, çiftlik, köy

[145] ortaya çıkması

[146] filozofların çoğunluğunun

[147] Allah’ın ezelden verdiği hükmün

[148] gizli ve kapalı ifade şekli

[149] milletlerini uyanıklığa

[150] hakarat etmekten

[151] insanları sever gibi görünen halleri

[152] azgın idarecilerin

[153] ahlâksız ve günahkâr Avrupa medeniyeti hayranlarının

[154] İslâmiyetten evvelki ilkel insanların bozuk hayatında geçerli olan kanunlarına geri döndürmeye

[155] sahte vatanperver

[156] acımasız bir suçlamayla

[157] müslümanların dini koruma gayretleri ve iman kuvvetiyle

[158] siyaseti dinin hizmetine vermekle

[159] gericilik, geri kafalılık

[160] sanıp kuruntulara düşmeleri

[161] parlak İslâm şeriatı meydana geldiğinden

[162] kuzeye yönelerek

[163] bu cümle, İslâm’a, Kur’an’a düşman olan kafir Avrupalılara bakar, İslâm’a dost ve hatta hidayete gelen Avrupalılara değil

[164] içyüzü korkunçtur

[165] içyüzü, görünüşünden

[166] insanoğlu

[167] cin taifesinden çok korkunç ve zaralı bir mahluk

[168] gerçek dayanak noktası

[169] manevî olarak güç kaynağı

[170] din için gayretlilik göstermeyi heyecanlandırmakla

[171] toplumda yaşanan İslâm âdetlerinin canlanmasına

[172] dine aykırı düşen yeni adet ve yaşayış tarzlarının

[173] bid’at sahibleri, dinde yeni şeyler çıkaranların

[174] sıkıntıdan kurtuluş ve rahatlık

[175] sevinç ve galibiyetler

[176] İslâma kinleri hiç bitmeyen, din düşmanı yabancılar

[177] inanaların başına münafıkları görevlendirdiler

[178] İslâm ülkelerindeki din düşmanlarını

[179] hava boşluğunu

[180] manevî havayı karartan yağmursuz bulutlar (mecaz)

[181] gürültüsüz

[182] fiilimizle, yaptıklarımız ve yaşayışımızla göstersek

[183] dahil olacaklar

[184] başka din mensupları

[185] bölük bölük, gruplar halinde

[186] insanlık dünyasında

[187] iki büyük akım ve biribirini takip eden iki düşünce sistemi

[188] din ve peygamberlerin yolu, onların getirdiği inanç ve yaşayış sistemi

[189] dinden kopuk felsefe ve beşerî düşünce sistemi

[190] biribirine zıtlaşmayıp uyum içinde olup destek olmuşsa

[191] felsefî düşünce dindarlaşmışsa

[192] iyilikler ve hayırlar, peygamberlerin gösterdiği yol ve din

[193] kötülükler, sapıklıklar dine dayanmayan beşerî düşünce sisteminin

[194] toplanmıştır

[195] doğudaki göçebe aşiretlere 1910’larda yaptığı seyahatlerdeki günlerde

[196] şimdi yaşanan Batı medeniyeti

[197] Allah tarafından gönderilen kitapların esaslarına aykırı

[198] üstün

[199] insanca yaşamada güdülmesi gereken doğru gaye

[200] çalışma

[201] kötü ve aşırı tüketimle

[202] başkalarına bulaşmasına ve yayılmasına

[203] şimdi bir milyarı bulan İslâm dünyasının tam uyanıklığıyla

[204] müslümanların kendi kudsî anayasalarıyla (yani Kur’an ve Sünnet prensipleriyle)

[205] İslâmiyet insanların hem dünya hem ahiret mutluklarını temin edeceğini

[206] İslâm medeniyetinin iyilikleri üstün geleceğini

[207] meşru yolun dışında

[208] çoğunlukla arzusunun zıddıyla

[209] dine aykırı düşen

[210] karşılığı

[211] düşmanlığıdır

[212] dinden kopuk bilginleri, filozofları

[213] bilgisiz, cahil

[214] ölçüsüz ve mantıksız konuşan boşboğazların

[215] bilgide üstün dereceli olup söz sahibi olan bilginlere

[216] büyük din bilginlerinin bir mesele hakkında fikir birliğinde olmalarıdır ki

[217] etrafa gerçekleri yayan manevî güneşten

[218] ay gibi parlak, gerçekten habersiz kalmış

[219] haddini aşmış

[220] Kaside-i Bürde’den alınmış bir cümle bu.

[221] Avrupalıların anlayış ve yaşayışlarına taparcasına bağlı, avrupa hayranı

[222] dinimizin, yasak olan birşeye zorlanma halinde, kişiyi sorumlu tutmaması yoluna

[223] kanun yoluyla yapılan baskı yönünden

[224] dinin yasağını işlemeye zorlanmayı dinlemeyip, dine uygun olan günahlardan uzak kalarak yaşama yönünden

[225] batıl düşünce, sapıklıklar

[226] gerileme, düşme

[227] çokluğundan israf etmektir ve kıymetini bilmemektir

[228] uyanıklık

[229] iki yüzlü yapmacık ve gösterişten ibaret hareketlerdir

[230] akıllılık

[231] insanları kandırmaya yönelik şeytanca gizli hilelerdir

[232] insan hakları, hümanizma

[233] insanî hayatı hayvanî hayata çevirmektir

[234] çağımızdaki Avrupa medeniyeti

[235] uğursuz medeniyet

[236] Bakara Sûresi, 2:30.

[237] Avrupalılarda görülen iyilikler ve bizdeki kötülüklerle

[238] geniş insan dünyasının düşünce ve yardımlaşmasının meyve­lerini

[239] bir kişinin çalışmasından meydana gelen neticeyle

[240] aldatıcı sözlerle, söz cambazlığıyla

[241] alçalış ve gerilemeyi

[242] aşırı bağlılık ve hayranlık

[243] derin, şiddetli bir nefret ve beğenmemezlik

[244] devrimcilik düşüncesi ve yıkma isteği

[245] isyan edercesine kötüleme ve iftira etme

[246] şeref kırıcı tarz

[247] acıma duygusu yerine hakaret ve küçümseme isteğini öne geçirme

[248] sevgiyle kendine çekme yerine nefret duygusu

[249] sevgi isteği yerine hafife alıp aşağılama isteği

[250] saygı duyma yerine cahillikle suçlama isteği

[251] acıma ve hürmet yerine büyüklük taslama isteği

[252] fedakârlık ahlâkı yerine ferdiyetçilik ve kendini kurtarma meyli

[253] hayasız bir Avrupa kadının üstüne giymesini güzel bulduğu, beğendiği

[254] manevî değerleri koruma isteği ise

[255] çanak yalayıcılar

[256] manevî hastalıklı mesleğinde ve sakat düşünce ve yaşayış yolunda

[257] kafirlikle suçlanacaktı

[258] ne yazık ki

[259] canlandıran hayat düğümü, çekirdeklerde saklı canlılığın ve gelişmenin özlerinden

[260] parlak konuşma isteği, edebiyat yapma düşüncesi

[261] aşırı giden, ahlak ve terbiye kuralı tanımaz şekilde ve kendini beğenircesine

[262] tenkid düşüncesi ve küçümseyip hakaret etme isteği

[263] Hucurât Sûresi, 49:12.

[264] tenkitle gizlice iliştirmelerini

[265] çanak yalayıcıların

[266] aşağılamaları

[267] beraber

[268] neticesiz ve faydasız zekilik ve akıllılık

[269] körükörüne bağlılığın

[270] taklitçilerinde

[271] üstünkörü ve düşünce yönü ile derinliği olmayan

[272] uyutarak aşılar

[273] duymazcasına (işin hakikatını araştırmadan)

[274] Avrupanın aşıladığı fikriyatı yerine getiririz

[275] şuursuz ve akılsız vasıta

[276] müslümanlar içinde yaşayan sapık guruplar

[277] zararlı azınlık

[278] dinle ilgisiz kalarak veya ciddiye almayarak

[279]dine aykırı adetler getirerek

[280] İslâm toplumunun içinde

[281] “Bu servet, bilgim sayesinde bana verilmiştir.” Ka­sas Sûresi, 28:78.

[282] alçak ve ahlaksız Avrupa medeniyetine

[283] Paris’in bir banliyösü (uzak mahallesi) olan Sevr’de Avrupa itilaf devletleri ile mağlup Osmanlı devleti arasında 1920 yılında yapılan antlaşmayla

[284] İslâm Dünyasını esaret altına almaları ve Hilafet merkezi olan Osmanlı İmparatorluğunu parçalamalarına

[285] İkinci Dünya Harbinde Avrupa’nın başına gelen bela ve milyonlarca insanın katledilmesi ve mühim merkezî başkentlerinin yerlebir edilmesiyle

[286] medeniyetin zevklerini

[287] baskı altında tutma

[288] sürekli

[289] baskı yönetimine baş eğdirmekmiş

[290] zenginliğe

[291] zamanında

[292] sapıklık seline yani hücumuna

[293] sömürgeler bakanı (Gladstone)

[294] memleketimizdeki dina aykırı yapılan hareketleri

[295] dinsizlikte inatçı

[296] Nisâ Sûresi, 4:176.

[297] Nisâ Sûresi, 4:11.

[298] Ahzâb Sû­resi, 33:28

[299] Nisâ Sûresi, 4:3.

[300] biriken

[301] Al-i İmran Sû­resi, 3:7

[302] son asırlardaki din büyüklerinin

[303] Alâk Sûresi, 96:6.

[304] Tevbe Sûresi, 9:32.

[305] dini ve milleti üstün derecede koruma gayretinde olanlar

[306] miladi 1908 yılında

[307] Paris’in bir banliyösü (uzak mahallesi) olan Sevr’de Avrupa itilaf devletleri ile mağlup Osmanlı devleti arasında 1920 yılında yapılan antlaşmada

[308] islâm aleyhindeki düşüncelerini uygulamaya koymak

[309] Risale-i Nur Külliyatının başlangıcı olan İşarat-ül İ’caz eseri 1918 de neşredildi

[310] planlı şekilde söndürmeye

[311] ayetin sarih manası değil işaret yoluyla manası

[312] 1877 miladi yılında Rusların İslâm dünyasına hücumu olan Osmanlı Rus uğursuz harbi

[313] geçici

[314] işaretle

[315] Âhirzaman fitnesini önlemekle Allah tarafından görevli olan çok büyük din bilgini

[316] Bir damla su denizin varlığına işaret eder.

* Bediüzzaman’a zurafâdan biri, birgün, irfanıyla mü­tenasip bir esvap giymesi lüzumundan bahseder. Müşa­rün ileyh de: “Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsu­nuz; hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsu­nuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve mânevî mamulâtını giyiyorum” buyurmuştur. (Divan-ı Harb-i Örfi sh: 15)

[317] karışık

[318] ekonomik savaş

[319] nihayetsiz değerini

[320] çok kusurlu kulu

[321] atılan

[322] burada belirtilen Deccal, İslâm deccalidir

[323] Kur’an hizmetkarı Bediüzzaman Hazretleri

[324] teknik ilerlemede

[325] cevap veremeyecek hale getiren

[326] akar su

[327] yerle bir

[328] Peygamberimizin (asm) gelmesinden evvelki cahiliye devrinde yaşayanların

[329] resim ve heykellere tapıcılığın

[330] meydana çıkması ve neşredilmesi

[331] tam serbest neşredilmesi

[332] Türkiye dışındaki İslâm dünyasında

[333] Avrupaî hayatı yaygınlaştırma düşüncesinde

[334] 1950 öncesi başlayan ve Demokratlar devrinde de devam eden mahkemeden beraat beklenirken ileri bir tarihe bırakılması

[335] yanlış düşünceleri giderir

[336] İngiliz sömurgeler bakanı

[337] hükmümüz, kontrolümüz

[338] gözden düşürmeliyiz

[339] yardım diledim

[340] din ve fen ilimlerinin berabar okutulduğu İslâm Üniversitesi düşüncesiyle

[341] sınırsız baskı ve sapık düşüncelerin neticesi olan yıkılıştan

[342] İslâm milletlerinin arasındaki

[343] kardeşliği geliştirmeye

[344] iman kardeşliğine kuvvetli imanla

[345] çürütememesidir

[346] müsbet ilimler (fen ilimleri)

[347] din ilimleri

[348] iman esasları ve İslâmın şartlarıyla

[349] verilen haberin iki tarafı

[350] İslâm gelenek ve ananelerine aykırı

[351] yabancıların geleneklerini ve kültürlerini almak

[352] dalga dalga

[353] gerçeği araştırarak bulan üstün zeka sahipleri

[354] 13. Söz’ün ikinci makamının zeyli’deki bahis

[355] Demokrat hükümetlerin

[356] Kur’an esaslarına

[357] arkasındaki büyük destek kuvveti

[358] İslâm Birliği

[359] araştırıcı akımlar, guruplar

[360] ilim ve tecrübe ışığını

[361] çok güzellikler

[362] Hırıstiyanlığın

[363] fikirlerin birbirine eklenmesi,bilgi birikiminden

[364] Allah’dan gelen bütün şeriat kitaplarından

[365] yaratılıştan gelen ihtiyaçlardan

[366] özellikle İslâm, Hz. Muhammed’in (a.s.m) getirdiği dinden

[367] İslâmın gelmesiyle dünyanın şeklinin değişmesinden kaynak­lanan

[368] kimse sahiplenemez

[369] gerçekten

[370] medeniyetin imkanlarını elde etmeye çalışmada

[371] medeniyetin insanlığa faydalı teknik ve ilimleri

[372] devamlılığın mayası

[373] milli değerlerini, tarihi geleneklerini

[374] Mâ­ide Sûresi, 5:51.

[375] metnin sağlam olması şart

[376] metnin manası, belli bir hükme delaleti de kesin

[377] Kur’an’daki yasaklama umuma ait

[378] zaman, mekân ve şartlar itibariyle tasarruf kaldırır. Yani mânâ ve hükümce kat’î ve belirli veya sınırlı değildir.

[379] bir gramer kaidesi ki, (tettehızü) (ahaze) kökünden türemiştir

[380] böyle türeme kelimelerin hükme kaynak olması halinde

[381] hükmün illetini, yani esas sebebini, yani Yahudilik ve Nasranilik, yani şahıs değil sıfat murad ediliyor. Yani Yahudi ve Nasrani (Hırıstiyan) mesleğini dost veya reis edinmeyiniz demektir

[382] güzel görmekle

[383] yani zevciyet yönünden seveceksin, gayr-ı müslimliği sıfatiyle değil

[384] asr-ı saadette büyük bir dinî değişim oldu, İslamiyet meydana çıktı

[385] zihinleri, düşünceleri

[386] sevgi ve düşmanlık

[387] Hırıstiyanlar ve Yahudiler dinlerine çok bağlı değiller

[388] sahib oldukları ileri teknik imkanları, güzel bularak almaktır

[389] Allah’ı inkar isteğiyle

[390] insanî ve kudsî değerleri yerlebir eden

[391] Hırıstiyanlığın ilk orjinal şeklini

[392] altı imanın esası ve İslâmın beş şartının bütünüyle, Allah’ın (c.c.) birliği ve benzeri olmadığı gerçeğiyle

[393] Birinci Dünya Harbinden

[394] dayanağı ve kaynağı

[395] deccalin yaptığı işlere uygun

[396] tam uyanmasıyla

[397] yeni dünya Amerika kıt’ası demektir

[398] Allah’ın yardımıyla

[399] 1909 da bu isimle kurulan bir cemiyet münasebetiyle sorulu­yor

[400] en küçük ferdiyim

[401] doğudan batıya, güneyden kuzeye

[402] nurani bağ ile bağlı, İman ve İslâm bağı ile bağlı

[403] 1909 da dünyadaki İslâm nüfusu

[404] birleşme ve karşılıklı olan bağı

[405] bir tek Allah‘ a inanmaktır

[406] kuvvetli yemin

[407] intisab edenler, girenler

[408] Cenab-ı Hakkın ruhları yarattığında "Rabbiniz değil miyim" mealinde buyurduğunda, ruhlar "evet Rabbimizsin" dedikleri zaman

[409] isim kayıt defteri

[410] Allah kelamının, İslâmiyetin hakikatlarının yayılmasına çalış­mak

[411] meclis ve komisyonları

[412] Peygamberimizdir (asm)

[413] bağlılığını bildirmek

[414] evvelce bu meselede fikir sahibi olanlar

[415] kabrimin köşesinde

[416] kararsız, rahatsız

[417] düşmanların saldırısını

[418] kızgın demirle yüreği dağlanmak

[419] şahsi garazlar

[420] ayrılık sebebi

[421] farklı farklı ırktan olanlara ait dernekler

[422] İttihad ve Terakki Cemiyetinin merkezi Selanik’te idi. İstanbulda ise şubesi vardı

[423] aralarında maddî manevî birlik ve beraberlik bağları bulunan topluluktaki vasıf

[424] Osmanlı devletinin hilafeti temsil etmesi

[425] Kur’an ve İslâm dini etrafındaki kalenin

[426] İslâmın verdiği bağlar ile

[427] aynı değerleri yaşayan, paylaşan akraba, topluluk

[428] islâm kardeşliğiyle bağlı

[429] sıkıyönetim mahkemesinde

[430] şeriat ölçüsüyle tartarım

[431] müslümanların teşkil ettikleri ve hükümran oldukları cemiyet hayatında

[432] işlerini şeriat ölçüleri içinde birbirleriyle danışarak yapmak

[433] “Onların aralarındaki işleri, istişare iledir.” Şûrâ Sûresi, 42: 38.

[434] meşveret etmeyi

[435] fikirlerin birbirine katılarak gelişmesi, bilgi birikimi

[436] gerçek meşvereti

[437] geleceğini, önünü açacak

[438] çeşitli baskıların, baskıcı idarelerin

[439] dinden gelen kahramanlık

[440] inançlı olmaktan kaynaklanan merhamet, acıyıp koruma duygusu

[441] Batı’nın ahlaksız medeniyetinin günahlarını

[442] zorla baskı uygulayarak hükmü altına almak

[443] aşağılamamak, ezmemek

[444] hor duruma getirmemek, baş eğdirmemek

[445] zalimler karşısında eğilmemek

[446] her şey rab, yani kendi başına buyruk, kendi kendinin sahibi diye düşünür

[447] anlaşmazlık olan meseleleri düzeltmek

[448] herkesin üzerine anlaştığı meseleler

[449] yüksek maksadlara

[450] ayrılığa sebepdir

[451] İslâm birliğni

[452] bütün insanlık âlemini

[453] Kur’an ve iman hakikatlarının bütün herkese ulaşmasına, ya­yılmasına

[454] kesin delillerle

[455] masonluk ve komünistlik

[456] başka devletin emri ve sömürge idaresi altında olanlar

[457] kardeşliklerini

[458] düşmanlığa

[459] bakınız 13. Söz’ün zeyli

[460] Kur’an’daki hakikatlere

[461] şimdi 1.5 milyar mü’min kardeşleri

[462] beraber hareket etmek için başarılı şekilde sözleşme imzalamanızı

[463] bütün İslâm dünyasının barışına

[464] hayatımın sonlarında

[465] büyük neticeyi

[466] kullanımıyla

[467] islam kardeşliğine

[468] karakterinin gereği, hareketinin temel özelliği

[469] kaynaşmış

[470] ayrılması mümkün değil

[471] sulh ve barış içinde yaşamaya muhtaç İslâm ve Hrıstiyanlar

[472] demokrasinin esaslarını temel almış siyasi hareketler

[473] İman’ın esasları ve İslâm’ın şartlarının bütününe

[474] İslâm kardeşliğiyle bütün müslümanları

[475] mahkeme tarafından el konmasından

[476] farz olan hac, arafe günü cuma’ya denk gelen haccada hacc-ı ekber denir

[477] egemenliğini, bağımsızlığını

[478] yani Pakistan veBangladeş

[479] Endonazya’da

[480] cumhuriyetler birliği

[481] başlangıcı

[482] İslâm Cumhuriyetler Birliğinin

[483] İslâm Cumhuriyetler Birliğinin anayasasını ve kanunlarının kaynağını teşkil eden

[484] şimdiki medeniyetin kaynağı ve dayandığı yer

[485] deccale ait bütün özellikleri taşıyan

[486] insanlığa yakışmayan ürküntü veren davranışlar

[487] tam uyanmasıyla, hareketlerinde temel kural yapmasıyla

[488] yani Amerika’nın

[489] Hristiyanlığın ilk orjinal şeklini seçerek hareket

[490] Allah’ın yardımıyla

[491] Diyanet İşleri Başkanlığı

[492] Osmanlı Devletinin din işleri dairesi

[493] kötü düşüncede bulunmak

[494] Risale-i Nur’u tetkik eden bilirkişi heyeti

[495] Bakanlar Kuruluna

[496] Demokrat Partisi Milli Eğitim Bakanı

[497] ll. Meşrutiyet (1908)

[498] İttihad ve Terakki Partisi devri (1912)

[499] Osmanlı padişahı

[500] İslâm Üniversitesinin

[501] batılılara yani Avrupalılara

[502] fizik, kimya, biyoloji vs. fen ilimleri

[503] hakaik-i imaniye, tefsir, hadis, fıkıh vs. gibi din ilimleri

[504] çoğunlukla peygamberlerin doğu’da, filozofların batı’da gel­mesi

[505] Asya’nın ilerlemesi din’in ayakta durmasıyla olur

HAŞİYE Hattâ o zamandan evvel Türk olmayan bir ta­lebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık kardeşim­den, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.” Sonra aynı ta­lebe talihsizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onunla görüş­tüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Râfizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!” dedim. “Sen ne kadar bozul­muşsun.” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski haki­katli hamiyetine çevirdim. Sonra Meclis-i Meb’usandaki bana muhalefet eden meb’uslara dedim: O talebenin ev­velki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var. Ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadı­ğını fikrinize havale ediyorum. Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siya­setçe dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vi­lâyetlerinde din tedrisa­tına âzamî ehemmiyet vermek lâzım. O vakit bana muhalif meb’uslar da çıkıp o lâyi­hamı 163 meb’us imza ettiler. Bu kadar imzayı taşıyan bir is­tidayı elbette yirmi yedi sene istibdad-ı mutlak onu bozamamış. (Hz. Bediüzzaman r.a.)

[506] yardımlaşma ve dayanışmaya

[507] Mısır’da bulunan İslâm Üniversitesi

[508] milliyetini olumsuz olarak kullanmak

[509] islâm kardeşliği tam görünsün

[510] fen ilimleri ile din ilimleri

[511] batı kültürü İslâma ters düşen yönlerini bıraksın

[512] Risale-i Nur anlamında

[513] tarzında, biçiminde

[514] devam edip gelen örfi ve dini bilgilerden

[515] din dışı

[516] doğu illerinde

[517] kurtuluş vesilesi

[518] yayın dünyasında meydana çıkma

[519] sevgilerini ve kardeşliğini

[520] devlete ait bir daire tarafından

[521] dine uymayan yaşantımızdan gelen suçlamaları gidermeye

[522] müslümanların sevgi ve kardeşliğini kendi tarafına çekmeye

[523] alakadar edecek

(Haşiye) Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünusî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zât, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebulhasen-i Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevi gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış. (Mektubat)

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …