Asıl Mehdi Gelmedi mi?

ASIL MEHDİ GELMEDİ Mİ ?

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَبِهِ نَسْتَعِينُ

Son zamanlarda Mehdilik meselesinin çokca nazara verilmesi, bir merkezden ve kasden tahrik edildiğini hatıra getiriyor. Hem de Mehdilik mevzuu, Risale-i Nur müvacehesinde ve makamına muvafık olarak ve iyi niyete müstenid ele alınması gerekirken, muvazenesiz ve Risale-i Nurdaki beyanların makamı nazara alınmadan ele alınması da dikkat çekicidir.

Mesela: “Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulüne ve Deccal’ı öldürmesine ait ehadîs-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahirî ülemalar, o rivayet ve hadîslerin zahirine bakıp şübheye düşmüşler. Veya sıhhatini inkâr edip veya hurafevari bir mana verip âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda, avam-ı müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadîsleri serrişte ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadîs-i müteşabihenin hakikî tevillerini Kur’an feyziyle göstermiş” (Kastamonu Lahikası: 80)

Hem ileri sürülen iddialara göre asıl Mehdinin daha gelmediği söyleniyor. Çünkü Mehdinin geniş dairedeki icraatları yapılmamıştır deniliyor. Halbuki asıl Mehdi, geniş daire yani içtimaî ve sîyasi dairelere bakan programı gösterir ve şahs-ı manevisi olan açtığı Mehdiyet cereyanı, o programa istinaden, –eğer beşer bütün bütün bozulmaz ise– o vazifeleri icra eder diye bildirilmektedir.

İLMİ SEVİYE

Hem bu icraatları haber veren hadisleri zahir manaları ile nazara vermek de olmaz. Çünkü: O hadiseler, gözle görüneceğinden, müteşabih rivayetlerden olması, makamın icabıdır.

Evet “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder; hurafata kapı açar.” (Mektubat: 473) vecizesi bu hakikate dikkat çeker.

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor: “İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve sû’-i fehm ve sû’-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.

Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyatı usûlüne ve hikâyatı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir.” (Muhakemat: 9) Şeklinde ifade edilen veciz ve derin hakikatın nazara alınması şarttır.

MEHDİNİN FUTUHATINI CEMAATİ YAPACAK

Haber verilen geniş daire futuhatının şartı hakkında da şu kayıtlar var:

Birincisi: Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem’iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.” (Emirdağ Lahikası-I s.265)

Bu sarih beyanda Mehdi, Mehdiyet cereyanını temsil edip siyasî icraat yapmıyor. Onun cem’iyeti ve seyyidler cemaati icra ediyor. Risale-i Nurun muhtelif yerlerinde aynı hüküm nazara verilmiştir.

FUTUHATIN ŞARTLARI

Keza kıyametin kopmaması şartı var. Kıyametin kopma sebeblerinden iki örnek verelim:

Birden ihtar edilen bir mes’ele:

Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.

Ezcümle müteaddid vücuhundan radyomla anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günaha sokar.” (Kastamonu Lahikası:71)

“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.” (Hutbe-i Şamiye: 79)

İşte kıyametin kopma sebepleri ve şartlarından bir kısmı nazara verilmiş oluyor. Yani havf ü reca tabir edilen ümit ve korkmanın neticesi olarak şeair-i İslamiye lehinde fikir ve fiiller hayata ve nazar-ı ammeye tebliğ ve arz edilmelidir.

GELECEK ZAMANLARIN HİZMET CEMAATİ

Kişi mehdilik iddiasında bulunmaz fakat eş kabul etmeyen ahirzaman fitnesi karşısında hayatını feda etmek derecesinde bir kahramanlık ve fedailik ile mukabele edip cihad-ı manevi yapmasiyle ve münkir ve münafıklara karşı hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeyi, Kur’an ve Kur’anın bildirdiği kâinata müstenid vehbî ilmin kuvvetli delilleriyle küfrü ibtal etmesi gibi hususiyet ve meziyetleri cihetiyle bu zatın Mehdiyet cereyanı mümessili olduğu kanaatına varılır ve izhar edilir. Yoksa hazıra konma ve şatafatlı hayat dairesinde yeni ortaya çıkartılan muhtelif Mehdilik müddeilerine ehl-i ilim iltifat etmez. Mehdiyetin geniş dairesinde gereken ittihad-ı İslam tabanını muhtelif mehdilerle bölerek dağıtmak isteyen cereyana alet olmazlar. Üstad Bediüzzaman Mehdiyet vazifesinin manevî mümessilliğini Risale-i Nura verir.

“Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede kuvvetli, dirayetli arkadaşlarım!

Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fânî şahsın mahiyeti nazara alınmamalı. Hususan benim gibi bir bîçarenin kıymetinden bin derece ziyade ehemmiyet vermekle, bir batmanı kaldırmayan zaîf omuzuna, binler batman ağırlığı yüklense altında ezilir.

Lillahilhamd Risalet-in Nur, bu asrı belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’aniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senânız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de kendimi lâyık göremem.

Yalnız, pek büyük bir nimete ve muvaffakıyete sizin gibi hakikatlı talebelerin iştirak ve sa’y ü gayretleriyle mazhariyetim noktasında, Risale-i Nur hesabına ebede kadar iftihar ederim.” (Kastamonu Lahikası s.6)

Yine Hz. Üstad diyor: “Bâkî bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve mübtelâ şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.

Sâniyen: Risale-i Nur’un tezâhürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı mânevî lisanıyla Kur’andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sâdık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabûl ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlâssızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.” E:70-71 şeklindeki beyanlar, Risale-i Nurda ferdî ve şahsî liderlik esas değil. Belki, “hâlis ve metin ve sadık” yani keyfiyet evsafına haiz ve Risale-i Nur’un hakaik ve feyizlerinin “ruhen isteyen ve kabul ve tasdik ve tatbik” zatların şahs-ı manevisi esasdır. Bu manadaki beyanlar, Risale-i Nurda tekraren nazara verilmiştir ve te’vil kaldırmaz.

Risaleler makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir. (Barla Lâhikası s. 146)

Bu ifadede mehdiyet vazifesinin Risale-i Nura verilmesi, Bediüzzaman Hazretlerinin Mehdi-i A’zamlık vasfını nakzetmez. Zira son asırda zuhur eden ve Risale-i Nur olarak ortaya çıkan hidayet ve hakaik-i Kur’aniye, Mehdiyetin hakikatı olduğu gibi; bu hakikata mazhar olan zat dahi, bu mazhariyetinden dolayı Mehd-i A’zam olup, Mazhar olduğu Mehdiyet hakikatı da, bu zatın şahs-ı manevîsidir. Böylece hem şahıs, hem eserleri; Mehdi kelimesinin bir mânası olan, mazhar-ı hidayet ve vesile-i hidayettir. Demek mehdiyetin hakikatı, hakaik ve hidayet-i Kur’aniyedir. Ona mazhar olan şahıs ve eserleri, mehdiyetin hakikatını hâmil olur. İcraat ve tatbikatı da içine alan Mehdiyet cereyanının üç vazifesinden birincisinin en ehemmiyetli ve Mehdiyetin esası olması bu sırdandır. Dünyada fâni olan şahıs gider, fakat eseri baki kalır.

Bu hakikata bakan Hz. Üstadın bir beyanında şöyle der:

“Hem o şuur-u îmâniyle, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resâil-i Nur dahi ziya’dan, mahvdan, fâidesiz kalmasından ve mânen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedâr bâki kalmalarını o intisab-ı imânî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim; Kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir mânevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünki, îmân ettim ki: Bâkî-i Zülkemâl’in bekası ve varlığıyla Resâil-ün Nur yalnız insanların hâfızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlûkatın ve ruhânîlerin bir mütalâagâhları olmakla beraber rızâ-i İlâhîye mazhar ise, Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhassa Kur’ana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve – inşâallah – marzî-i İlâhî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyâde kıymetdar bildim.” (Şualar s. 63)

Emirdağ Lâhikası’nda şu ifade vardır:

Nurcular, üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki; koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitabları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.” (Emirdağ Lâhikası-II- s.168)

Hem 1962 senesinde Zübeyir Ağabey tarafından kaleme alınıp neşredilen bir lâhika mektubunda da Hz. Üstadın makamı, yani şahs-ı manevisi hakkında şu beyanlar var:

“Hem müceddid-i ekber, hem bir mehdi-i a’zam, hem bir müceddid-i ekmel, hem bir ferd-i ferîd olan Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri…” diyerek aynı hakikatı ifade etmişlerdir.”

Bu lahika mektubunun mezkür kısmı, Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçesinin 54. Sahifesinde neşredilmiştir.

Üstadım kendi şahsiyetini merciiyyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci’ gösteriyor. Hazret-i Mevlânâ Hâlid’in şahsiyeti, kutbü’l-irşâd, mercîiil-hâs ve’l-âmm olmuştur.” (Barla Lahikası s.165)

Hazret-i Mevlânâ Hâlid, milyonlar etba’larının ittifaklarıyla müceddiddir ve baştaki hadîs-i şerîfin bir mâsadakıdır. Ve mâdem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevâfukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek nass-ı hadîs ile, Risale-i Nur eczâları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar. (Barla Lahikası: s.165)

Lillahilhamd Risalet-in Nur, bu asrı belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’aniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senânız tam yerindedir(Kastamonu Lâhikası sh:6)

Bediüzzaman Hazretlerinin ahirzaman fitnesinin hücumuna karşı mukabele etmek vazifesine namzed olduğuna işaret eden mühim bir vakıa-yı sâdıkası:

“Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evâilinde, bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir; o Rahîm’dir ve Hakîm’dir." Birden o hâlette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: "İ’caz-ı Kur’anı beyan et." Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâbdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur’ana hücum edilecek, i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım.” (Mektubat s.368)

Bu parçada bahsolunan büyük infilâk ve Kur’ana hücum hâdisesi, rivayetlerde haber verilen âhirzaman fitnesini ifade eder. Bu fitneye ve cereyanına karşı çalışan tamircinin ise İ’caz-ı Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur olduğu ifade edildi.

Bu hükmü te’yid eden diğer bir mektupta da, hâs Nurcuların mehdiyetin siyasî hâkimiyet vazifesine göz dikmemeleri ve Mehdiyetin aslı olan iman hizmetinde sabit kalmaları için kader-i ilahî’nin bir müdahalesi şöyle izah ediliyor.

“Ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avâmın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, îmana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına râcih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılâbcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni’ olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hâta, hem zarar büyüktür. Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini ta’dil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdâttan ve meşâyihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muârız çıkardı; o ifratı ta’dil edip adalet etti. "Size kâinatın en büyük mes’elesi olan îman hizmeti yeter" diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi.” (Kastamonu Lahikası s.193)

GENİŞ DAİREDEN DAR DAİREYE BAKMAK

Hem Bediüzzaman Hazretleri; geniş daire makamı nazarıyla, dar dairenin fütühatına bakmanın doğurduğu mahzuru şöyle beyan eder:

“Nurların fütûhatını kalben temaşa ederken, bazı hâs kardaşlarımın Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütûhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i ilâhiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sıf rıza-yı ilâhî noktasında bazı bîçarelerin Nur’larla imânlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, senâ ve şükür lâzımken, bir teşekki ve sıkıntı geldi… Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlâs-ı tâm ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: o fütûhatta binler hamd ve senâ ve teşekkür ve mânevî sürür ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamât-ı mâneviye dahi mesleğimizde mevzu-u bahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin, hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i nuriyedeki ihlâs-ı tâmme bırakmaya mecbur eder.” (Osmanlıca Teksir Baskı Tılsımlar Mecmuası’nın Zeyli, Maidet-ül Kur’an Başındaki Mektubdan)

El-Örf-ül Verdî Fi-Ahbar-il Mehdî Risalesi’ndeki bir hadîs de şöyledir:

لاَيَجِىءُ الْمَهْدِيُّ حَتَّى يَقُومُ السُّفْيَانِيُّ عَلَى اَعْوَادِهَا

Hadîsin meâli: "Süfyanî Deccal çıkmadığı müddetçe, Mehdî de gelmiyecektir." (Risale-i Nurun Kudsî Kaynakları: Hadis Sıra No: 811, Envar Neşriyat)

Bu hadisin hükmü ile Deccal gelmeden Mehdi gelmediğine göre hakiki Mehdinin gelmediğini söylemek Deccal’ın da gelmediğini iddia etmek manasına gelir. Bu ise muazzam bir ümmetin kanaatına ve Beşinci Şua’nın ihbaratına muhaliftir.

Hazret-i Bediüzzaman diyor ki: “Ben bir mânevî âlemde İslâm Deccalını gördüm. Yalnız birtek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cür’et ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avam-ı nâs hakikat-ı hâli bilmediklerinden, hârikulâde iktidar ve cesaret zannederler.” (Şualar s.595)

EN MÜHİM VAZİFE HANGİSİ ?

Evet Mehdilik meselesini çokça nazara verenler, Risale-i Nur’un tekrarlı ve açık ifadelerine ters düşen bir iddia ile adeta ikinci ve üçüncü vazifeleri Mehdiliğin esası olarak nazara verirler. Halbuki Risale-i Nur, birinci vazifeyi esas alır. Mesela:

“Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şâkirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telâkki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîde bir nevi mümessili olan bîçâre tercümanını zannettiklerinden, bâzan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i îtikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile te’vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te’vil lâzımdır” (Emirdağ Lahikası-I s.266)

Netice: Az bir kısım olarak naklettiğimiz bu parçalar, bazı çevrelerin iddia edip bekledikleri gibi, asıl Mehdi siyasi bir lider manasında olmadığı anlaşılır.

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …