ÂHİRZAMAN FİTNELERİ
İttihad İlmî Araştırma Heyeti
İlk baskı/1993
Genişletilmiş Yeni Baskı /2003
Birinci Kısım
ÖNSÖZ
İslam cemiyetlerinde herkesin haberdar olduğu fitne-i âhirzaman ve en dehşetlisi Deccal şerrini ve mümessillerini, icraatlarıyla, hakiki vecheleriyle tanınmasında ve bilinmesinde sayısız faydalar vardır.
Her müslüman, Deccalı ve fitne-i âhirzamanı tanımalı ve ona karşı tedbir almalıdır.
Bu fitnelerin tabanı ve zuhuruna sebeb olan Gizli İfsad Komiteleri kimlerdir? Şahs-ı manevi-i dalâlet ve dehşetli dinsiz şahıslar bilinmelidir ki tedbir alınabilsin.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği gizli komitelerin her devirde temsilcileri vardır, bu komitelerin mahiyeti nedir?
Bu gizli dinsizlik cereyanlarına karşı cihadın nasıl olacağı bilinmediği zaman, din adına yapılan hizmetlerden netice almak hem zorlaşır hem yanlış metodlardan dolayı mesul oluruz.
Bu değerli eser, ilk baskısından kısa bir süre bitmiş olmasına rağmen, çeşitli sebeplerden bugüne kadar tekrar baskısı yapılamamıştı. Bu eserin kıymet ve ehemmiyetini takdir eden ve tekrar basılması için gayret gösterenlerden Cenab-ı Hak ebeden razı olsun.
Şimdi de sitemizde yayınlayarak herkesin istifadesine arz ediyoruz.
GİRİŞ
Âhirzaman fitnesinin dehşetli ifsadatından ümmeti ikaz eden çok rivayetler vardır. Ancak bu rivayetlerin çoğu müteşabihat nevinden olduğu için yani herkesin anlayabileceği kadar açık olmadığından, ilimde rasih olanların, bilhassa asrın imamının bu rivayetlerin mânâ ve maksadlarını açıklaması gerekiyor. Bu sebeple de eserimizde topladığımız bahislerin ve izahların çok büyük kısmını Risale-i Nur eserlerinden alıp tertip ettik. Çünki, çok mes’elelerde olduğu gibi bu mes’elede de Risale-i Nur müellifinin söz sahibi olduğu hususunda kat’i kanaatımız vardır. İslâm ilim dünyasında da aynı kanaatın çok tereşşuhatları görülmüştür ve görülüyor.
Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur eserlerinde âhirzaman fitnesi, Deccal, Süfyan gibi kıyamet alâmetleri hakkındaki çok mes’eleleri ele almış, ikna edici delillerle ve hiç çekinmeden ve tam bir fedaî olarak ortaya çıkıp büyük ve geniş çapta muvaffakiyet kazanmıştır. Bu muvaffakiyet hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:
«…Bizler gibi binler adam hapse girse hattâ idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur…» (Şualar sh: 339)
Âhirzaman fitnesinden ikaz için gelen rivayetler açıkça bu felaketi bildirse daha iyi olmaz mı idi? diye bir sual hatıra gelebilir. Bu mes’elenin hikmetini Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan ediyor:
«İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz.
Tâ ki, Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz.
Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mucizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrât-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve tevilli oluyor.
Yalnız, güneşin mağripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünkü, Ebu Bekir’ler Ebu Cehil’ler ile tasdikte beraber olurlar.
Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez.
Hattâ Deccal ve Süfyan (*) gibi eşhâs-ı müthişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.» (Şualar sh: 579)
(*) Süfyan denilen İslâm deccalının varlığı hakkında bir çok hadis vardır. Bunlardan birisi için bk: el-Hâkim, el-Müstedrek: 4:520.
«Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tabiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar.
O eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler.
Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas, hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir.» (Sözler sh: 343-344)
Bir madenin hâlisini, özünü, karışığından ayırmak için ateşe tutmaktır. Onun için mebdei, mihnet ve ibtilâ; müntehası, imtihan ve ihtibar (deneme) ve temyiz mânâsınadır.
Kur’anda fitne, mezkûr mânâ çerçevesinde ve muhtelif makamlarda hayli geçmektedir.
Risale-i Nur eserlerinde de, fitne kelimesinin geçtiği yerler çoktur. Bunlardan birkaç kısa nümunesi şöyledir:
«Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.» (Sözler sh: 142)
Buradaki fitne, çılgınca bir sefahet hayatı mânâsında.
«Eğer o katl, bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise…» (Sözler sh: 152)
Burada ise fitne, münafıkların tahrikiyle vuku’ bulan katl ve bozgunculuk mânâsında..
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ezvac-ı Tahiratına demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek…” (Mektubat sh: 98) (el-Askalânî, Fethü’l-Bârî, 13:45)
Bu ifadedeki fitne, müslümanlar arasında re’y ihtilafından doğan dâhilî harp mânâsında…
«Gayet muhtelif akvamın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haber verdiği gibi, sonra inkişaf eden yetmişüç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru…» (Mektubat sh: 99)
Yine müslümanlar arasında ihtilaf ve mukatele mânâsında…
«Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?…» (Mektubat sh: 100)
Aynı mânâda…
« وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِن شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ deyip, Cengiz ve Hülâgû’nun dehşetli fitnelerini …» (Mektubat sh: 104) (Buharî, Fiten: 4, 28; Müslim, Fiten: 1; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 23; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 2:390, 39; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:108, 4:439, 483.)
Buradaki fitne, Deccal gibi şerli insanların müslümanlara yaptıkları mezalim, fesad ve istibdad mânâsında…
Resul-i Ekrem (A.S.M.) ferman etmiş ki:
اِذَا مَشَوُا الْمُطَيْطَاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَالرُّومِ رَدَّ اللّهُ بَأْسَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلَى خِيَارِهِمْ deyip, “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahilî olacak» (Mektubat sh: 107) (Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10:232, 237.)
Müslümanların içinde şerli ve zâlim olanlar arasında dâhilî mücadele ve ihtilal mânâsında…
«Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı öldürtmek için, kat’î ittifak ettiler. Hattâ insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden lâakal bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hane-i saadetini bastılar.» (Mektubat sh: 158)
Buradaki fitne, ihtilaf mânâsında…
«Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilâf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfuruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor.» (Mektubat sh: 268)
Buradaki fitne, garazkârane olan ve belli esaslara bağlı kalmayanlar arasındaki fikir ihtilafları ve mücadeleleri mânâsında…
«İstikbalde Hazret-i Ali (R.A.)
Bu fitne dahi, içtimaî ve dâhilî kargaşalık ve mukatele mânâsında…
“ تَرَيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّهِ وَ رِضْوَانًا Saltanat ve hilâfete kemâl-i liyakat ve kahramanlıkla girdiği halde ve kemâl-i zühd ve ibadet ve fakr ve iktisadı ihtiyar eden ve rükû ve sücudda devamı ve kesreti herkesçe musaddak olan Hazret-i Ali’nin (r.a.) istikbaldeki vaziyetini ve o fitneler içindeki harpleriyle mes’ul olmadığını ve niyeti ve matlubu fazl-ı İlâhî olduğunu haber veriyor.» (Lem’alar sh: 31)
Buradaki fitne de yukarıdaki mânâda…
«Evet, istikbal bunu vuzuhla ve kat’iyetle, parlak bir surette ispat etmiştir. Evet, o kadar acip fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde, gece ve gündüzde Zeynelâbidin gibi bin rekât namaz kılan ve Tâus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını edâ eden çok mühim pek çok zatlar مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ sırrını göstermişlerdir.» (Lem’alar sh: 31)
Burada da, dâhilî ve siyasî kargaşa ve mücadeleler mânâsında…
«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşina ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.)
Yine dâhilî kargaşa ve mukatele mânâsında…
«Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mu’tezile, Râfizî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyeti zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında, Buharî, Müslim, İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı Azam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pekçok eâzım-ı İslâmiye imdada yetişip, o fitne-i diniyeyi mağlub ettiler.
O tarihten üçyüz sene sonraya kadar o galebe devam ile beraber, perde altında yine o ehl-i dalâlet fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgû Cengiz fitnesini İslâmların başına getirdiler. Bu fitneden hem hadîs, hem Hazret-i Ali Radıyallahü Anh sarih bir surette aynı tarihiyle işaret ediyorlar.
Sonra bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddid hadîsler, hem çok işarat-ı Kur’aniye aynı tarihiyle haber veriyorlar.» (Şualar sh: 331)
Bu fitne ise, şer’î hükümler ve iman cihetinde bâtıl anlayışlar ileri sürülerek ortaya çıkan gruplaşmalar ve fikir mücadeleleri ile Hülagû – Cengiz’in ifsad ve tecavüzleri ve zamanımızdaki en büyük fitne, yani fikrî, itikadî, şer’î, siyasî, içtimaî gibi her türlü kargaşa, fesad, anarşi ve ihtilaller mânâsında…
«Rivayette var ki, “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” (1) Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze etmiş, azab-ı kabirden sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ (2) vird-i ümmet olmuş.
Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler. Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sarhoşâne bir sürurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder.» (Şualar sh: 584) (1- Süyûtî, el-Fethü’l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li’l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs: 1:266.) (2- Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.) (2- Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.)
Buradaki fitne, nefisleri azdıran günahlar ve cemiyeti istilâ eden dehşetli bir sefahet mânâsında…
«Risale-i Nur’un nuru– ile dalâletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak. Eğer Hicrî tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile, dinin ve Kur’anın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nur’un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu, çok emareler ile hissediliyor.» (Şualar sh: 735)
Bu fitne ise, ehl-i dalaletin cemiyeti idlal ve ifsadı ile dinde yaptığı tahribat mânâsında…
«Bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat câzibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 104)
Bu dahi, insanın ruhî ve manevî hayatını tahrip eden ve nefs-i emmareyi insana hâkim kılan ve millî ahlâkı söndüren ve cemiyeti kaplayan günahlar ve sefahet hayatının çekiciliği mânâsında…
«Eğer idare-i millet ve asayiş-i memleketin hakiki esaslarını bilmeyen bir cahil hamiyet-füruş dese: “Senin risalelerin, asayişi bozanlara ve idareyi karıştıranlara bir medar olabilir cihetiyle ve sen dahi ihtiyatsızlık edip idare-i hazıraya itiraz etsen, risalelerin kuvvetiyle bir gaile açmak ihtimaliyle sana ilişiyoruz.”
Elcevab: Risale-i Nur’dan ders alan, elbette çok masumların kanını ve hukukunu zayi’ eden fitnelere girmez ve bilhassa tecrübeleriyle, mükerreren akîm ve zararlı kalan fitnelere hiçbir cihetle yanaşmaz. Ve bu on senedeki on fitnelere, Risale-i Nur’un şakirdlerinin ondan birisi, belki aslâ hiçbirisi karışmadığı gösterir ki, risaleler bu fitnelere zıd ve asayişi temine medardırlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 232)
Bu fitne de, dine zarar veren idareye karşı müslümanların fiilen karşı gelip dâhilî mücadele açmaları ile ortaya çıkacak kargaşalık mânâsında…
«İşte bizi böyle haksız isnadlarla itham eden Devr-i Sâbık’taki gizli düşmanlarımız şüphe yok ki ya siyaseti dinsizliğe âlet
Burada ise fitne, dinsizlik ideolojisiyle dâhilde asayişi bozmak ve iç mücadelelere kapı açmak mânâsında…
«Âhirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu, hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)
Bu fitne ise, -mevzuun devamından da anlaşıldığı üzere- açık-saçık kadınların cemiyetin her tarafında karıştırılması ile maneviyata yapılan taarruz ve anarşiye kapı açmak ve millî ahlâkı ifsad ederek her türlü kötülüklerin menşeini hazırlamak mânâsında…
«Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selbedip, pervane gibi sefahet ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle hayat-ı bâkiyeye tercih ettiriyor. Ben birgün sokağa bakarken, o fitnenin tesirli bir nümunesini hissettim. Gençlere çok acıdım. Dedim: Bu biçareler kendilerini bu mıknatıs gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar, diye düşünürken; birden o fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidadkâr bir şahs-ı manevî önümde tecessüm etti.» (Gençlik Rehberi sh: 16)
Bu fitne dahi, mezkûr mânâda…
Nimetlere karşı küfranda bulunanlara atfen:
«…Yani nefsine isnad ettiği o hal ve o şey, kendisi için bir fitne olduğu halde ben kendi ilim ve iktidarımla buldum ve kazandım diyecektir.» (Mesnevi/Tercüme: A.Badıllı sh: 314)
Burada geçen fitne, imtihan mânâsında…
Kısaca bazı nümunelerini gördüğümüz fitnelerden haber verilip ümmetin tekrar tekrar ikaz edilmesi, fitneler büyük zararlara sebebiyet verdiği içindir. Müslümanların bu ikazlara çok ehemmiyet verip, gereken tedbirleri almaları ve her türlü fitneden uzak durmaları gerekiyor.
Risale-i Nur eserlerinden alınıp, fitneyi tarif etmek makamında sıralanan parçalardaki tariflere ve Kur’anda geçen fitne kelimelerinin ifade ettiği mânâların inceliğine dikkat edilirse; verilen tariflerin Kur’anî mânâlara mutabık olduğu görülür. Böylece Risale-i Nur’da Kur’anî ikazların bir nevi tefsiri, fiiliyattan ve hayattan gösterildiği için; mü’minlerin uzak duracakları fitnelerin neler olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
ZAMANIMIZIN DEHŞETİ HAKKINDA İKAZLAR
Evet «İslâmiyet noktasında bu asır gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur’an ve hadîs ihbar-ı gaybî ile ehl-i imanı onun fitnesinden sakındırmak için şiddetle haber vermiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 187)
Buradaki ikaz bütün müslümanlara şamildir. Bu asrın fitnelerini araştırmayan ve gereken tedbirleri almayanın içinine düşme tehlikesi çok kuvvetlidir.
Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual ve cevabı:
«Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne-i âhirzaman diyorsun. Halbuki hadiste vârid olmuş ki, âhirzamanda Allah Allah (c.c.) denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak.”
Elcevap
Evvelâ: Fitne-i âhirzamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız.
Saniyen: Yerde Allah Allah (c.c.) denilmeyecekten murad, Allah’a iman kalkacak demek değildir;(Haşiye-1) belki Allah’ın namını değiştirecekler demektir. Nasıl ki yerde Allah Allah (c.c.) denilmezse kıyamet-i kübrâ kopacak. Bir memlekette de Allah Allah (c.c.) denilmezse bir nevi kıyamet kopmasına işarettir. (Haşiye-2) » (Sikke-i Tasdikî Gaybî sh: 164)
“HAŞİYE-1 Çünkü hadiste vardır ki, لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ اِلَى قِيَامِ السَّاعَةِ
Bu hadis diğer hadisi takyid ediyor.”
(Buharî, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbni Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34, 269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.]
“HAŞİYE2- Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı, fakat akılları başlarına gelmedi.”
Avrupa felsefesinin beş menfî esasından birisi olan “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin” (Sözler sh: 133) ve Kur’an (4:117) âyetiyle bildirilen kadınperestlik gibi nefsaniyete dayanan ve beşeriyette yaygınlaşan mimsiz medeniyet,
«Kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır.» (Sözler sh: 410)
«Hem herkese satılan müzahraf, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide(*) yapmıştır.» (Sözler sh: 541)
(*) Yani o sanem-misaller perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.
..deyip âhirzaman fitnesinin ibtidadan intihaya doğru seyrini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri hadîslerde:
«Dünyaya karşı ve kadınlara karşı müteyakkız bulunun. Çünki şeytan ve iblis, her zaman müslümanlara karşı tetikte ve avcı tuzağını hazırlamış bulunmaktadır. Onun avına kapılmanın veya oltasına yem olmanın en câzibi, kadınların bacaklarıdır.»
Diğer bir hadîste de: «Âhirzamanda en şiddetli harp, kadınlara karşı harbdir.» (Risale-i Nurun Kudsî Kaynakları hadîs no: 973)
..gibi hadîslerle yapılan ikazları da şöyle izah eder:
«Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu, hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.
Evet nasıl ki tarihlerde eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silahşör kadınlardan mürekkeb bir taife-i askeriye olarak hârika harbler yaptıkları naklediliyor.
Aynen öyle de: Bu zamanda zendeka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin plâniyle, şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi, yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar.
Nikah yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak, çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.
Bir kaç sene namahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur.
Hattâ bu halin neticesi olarak, o âhirzamanda, bazı yerlerde nikaha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahipsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadîsin rivayetinden anlaşılıyor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)
«Rivayette var ki, “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” (1-) Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze etmiş, azab-ı kabirden sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ (2-) vird-i ümmet olmuş.
Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler.
Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sarhoşâne bir sürurla düşer, yanar.
İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa, cebr-i mutlakla olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.» (Şualar sh: 584) 1-(Süyûtî, el-Fethü’l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li’l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs: 1:266.) 2- (Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.)
Resul-i Ekrem (A.S.M.) «Nakl-i sahih-i kat’î ile, ferman etmiş ki:
اِذَا مَشَوُا الْمُطَيْطَاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَالرُّومِ رَدَّ اللّهُ بَأْسَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلَى خِيَارِهِمْ deyip, “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahilî olacak, şerirleriniz başa geçip hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar” haber vermiş. Otuz sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.» (Mektubat sh: 107) (Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10:232, 237.)
Bir hadîs-i şerifte de mealen şöyle buyuruluyor:
“Resulullah (A.S.M.):
-Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne, bir imtihan vesilesi bırakmadım.» (Sahih-i Müslim cilt: 8 sh: 227 hadîs: 97 ve 98, 99. hadîsler de aynı manada olup, İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 19.babı da kadın fitnesi hakkındadır.)
«Nitekim, Kadınlar şeytanın ağlarıdır” denilmiştir. Şeytanlar başka tarik ile aldatamadıklarını, en ziyade kadınla aldatır.» (Elmalı Tefsiri sh: 1471) (Keşf-ül Hafa 2802)
Diğer bir hadîs meali de şöyledir:
«İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki: Onların endişeleri mideleri olacak, şerefleri de meta-ı dünya olacak ve kıbleleri de kadınları olacak ve dinleri de dirhem ve dinarları (paraları) olacak. Bunlar mahlukatın en şerlileridir ve Allah katında onların hiç nasibleri yoktur.» (Keşf-ül Hafa hadîs: 3270) (Ramuz-ul Ehadîs sh: 504)
«Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın hey’et-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.
Ezcümle müteaddid vücuhundan radyomla anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günaha sokar. Evet, küre-i havanın yüzbinler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü sena ile doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine isti’mal ettiğinden elbette tokat yiyecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)
Bilhassa zamanımızda tekniğin gelişmesiyle bütün insanlara tesir etmek imkânını veren neşir organları yoluyla ve nefsanî zevklerin cazibedarlığıyla insanları diyanetten, maneviyattan alıkoymak ve sefahete atmak olan din düşmanlarının dehşetli plânlarından, Kur’an (31:6) ve emsali âyetleriyle insanları ikaz eder. Keza İblis’in ve İblis’e bağlı olan sefih insî şeytanların, yani münafık cereyanların halkı şehevî çalgılarla dalalete itmesine ve ihtilalci ve neşriyatta yaygaracı müfsidlere işaret eden (17:64) âyeti de gayetle câlib-i dikkattir.
Bir rivayette mealen buyuruluyor ki:
«Şarkıcı cariyeleri ne satın, ne de satın alın, ne de öğretin. Onlarla yapılan ticarette hayır yoktur, parası da haramdır. “İnsanlardan bazıları, Allah yolundan saptırmak için boş lafa müşteri çıkanlar vardır.” (Lokman Suresi, 6) âyet-i celilesi bu gibilerin hakkında nazil olmuştur.» (Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:867)
Diğer bir rivayet de mealen şöyledir:
Abdullah (R.A.) dan: Peygamber (A.S.M.) dedi ki: Şarkı ve çalgı, kalbde nifak tohumlarının bitmesini sağlar.» (Tac Tercemesi cilt: 5 hadîs: 866)
Bir hadîs-i şeriflerinde mealen şöyle buyuruyor:
«Size benden sonra dört fitne gelecektir. Dördüncüsü geldiğinde, kulağa bir şey girmez, göz görmez ve her tarafı fitne sarar. Ümmet bir belâya mübtela olur, yılanın çöreklenmesi gibi. Öyle ki, onda ma’ruf inkâr edilir, münker ise maruf sayılır. Ve bu fitnede, insanların bedeni öldüğü gibi kalbleri de ölür.» (Ramuz-ul Ehadîs sh:247 (En-Nihaye vel Bidaye cilt:1 sh: 65’deki bir hadîs de bu hadîsi te’yid eder.)
İnsanın hakiki ilim ve fazileti kazanmasının iki temel menbaı, naklî ve aklî delillerdir. Kulak naklî delillerin, göz aklî delillerin iki ana cihazıdır. Fitneye düşmemek isteyen bu mühim iki organı asıl vazifelerinde istihdam edip nefsin âleti olarak kullanmamalıdır.
Diğer bir hadîs de özetle şu mealdedir:
«Âhirzaman fitnesinde bozuk insanların kalbleri şeytan kalbi gibidir.
Kan dökücü (anarşist ve ihtilalci, fâsık)tırlar.
Çocukları uram (edebsiz ve hırçın); (Diğer bir rivayette de “gayızlı” R.Ehadîs 478)
gençleri hayasız ve vakarsız;
yaşlıları emr-i bil-ma’rufu yapmaz; sünneti bid’at gibi, bid’atı sünnet gibi görürler;
idarecileri tâgi ve müfsiddir.
İşte o zaman Allah onlara şerlilerini musallat eder. Hayırlıların duası (ve daveti) kabul olmaz.» (Ramuz-ul Ehadîs no: 502)
Acibdir ki bu gibi rivayetler, bu yaşanan, âhirzaman fitnesini aynen haber veriyor. Hayasızlık, açıksaçıklık gibi günahlar medenîlik namı altında iftiharla alenî işleniyor. Bu hayatı, 1400 sene evvel kemal-i ciddiyetle haber veren zatın peygamberliği aşikârdır. Eğer Allah bildirmezse, bir beşer düşüncesiyle böyle gaybiyyatı ihbar etmek mümkün değildir.
Bir hadîs-i şerif mealinde buyuruluyor ki:
«Âhirzaman fitnesinde kişi mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak akşamlar. Ancak Allah’ın ilim ile ihya ettiği kimseler müstesnadır.» (İbn-i Mace 36.Kitab-ül Fiten, bab: 9 hadîs: 3954)
Çünki İslâm cemiyetinde taklidî iman kâfi olsa da, fitne zamanlarındaki bozuk cemiyetlerde mü’min iman-ı tahkikî ile hak ve batılı ayırıp kendi hayatında iman nuru ile hakkı takib eder. Medeniyet namı altında işlenen günah ve haramı tanır.
Diğer bir cihette de: «Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, biçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 140) (Kenz-ül Ummal hadîs: 38472)
Âhirzaman fitnesinde terk-i imarete ve makamat-ı resmiyeyi istememeye dair bir kaç hadîs meallerini, yalnız ibret ve teyakkuz makamında olarak burada dercetmek münasib görüldü. Şöyle ki:
«İnsanların akaidlerini bozduklarını, emanetlerini hafife aldıklarını ve –parmaklarını birbirine geçirip– böyle olduklarını gördüğün zaman; evini tercih et, lisanına sahib ol, maruf olanı al, münkeri bırak, kendi işinde meşgul ol ve ammenin işlerini kendilerine bırak.» (Ramuz-ul Ehadîs sh:46)
Bediüzzaman Hazretleri daima Peygamberimiz’in (A.S.M.) tavsiyeleri dairesinde tercihler yaptığı ve âhirzamana ait müteşabih rivayetleri en ince mânâsıyla ve tam isabetli anladığı, hâdiselerle de müeyyeddir. Cumhuriyetin kuruluş senelerinde Ankara’ya davet edilip giden Bediüzzaman Hazretleri, orada gördüğü acib bir durumu şöyle anlatır:
«1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zendeka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm.» (Lem’alar sh: 177)
Bediüzzaman’ın Ankara’ya gidiş gayesi ve karşılaştığı maniler ve nihayet yaptığı tercihi, Tarihçe-i Hayatında şöyle kaydedilmiştir:
«Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddi ve manevi medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mecliste çalışıyordu. Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir zamanı ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa
«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’usluk, hem Dar-ül Hikmet’teki eski vazifesini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.
Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.
Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez.
Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)
Mevzumuzla alâkadarlıkta gayet manidar ve اِنَّ السَّعِيدَ لَمَنْ جُنِّبَ الْفِتَنَ cümlesinin üç defa tekrarlanması ile mühim bir noktaya dikkati çeken bir hadîs de mealen şöyledir:
«Said, fitnelerden uzakta kalandır. Said, fitnelerden uzakta kalandır. Said, fitnelerden uzakta kalan ve fitneye maruz kalıp da sabreden kişidir. Fitneye başlayan ve çalışanın vay haline!» (Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:913; Ebu Davud fiten/2; Ramuz-ul Ehadîs 100)
Bu hadîsin verdiği ders ile alâkalı olarak; Bediüzzaman Hazretleri kendine yapılan ve daima sabırla karşıladığı pek çok su-i kasdlardan birini şöyle anlatır:
«Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmiyetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Menemen ve Şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdise çıkarmak için bütün kuvvetiyle en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda her desiseyi istimal ettiler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye tahammül ediyor; o planı sair su-i kasdlere ezcümle zehir vermeye tebdil ettiler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. Şimdi o münafıklar resmen hükûmetin nüfuzunu, benden halkları ürkütmek ve vaz geçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat-ı nuriye tevessü’ ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:147)
..diyerek sabırlılık ve müsbet hareket etmek dersini fiilen gösteriyor.
Cemiyet hayatını çeşitli cihetlerle tesiri altına alacak sefih ve gafletli bir hayatı aşılamakla, müslüman kitleyi gaflete ve fitneye düşürmeyi plânlayan gizli cereyana karşı Bediüzzaman Hazretleri şu ikazları yapar:
«Bu fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, ibtal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalâlet manevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini tam takdir edemiyor.» (Şualar sh: 678)
«Gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!» (Lem’alar sh: 120)
«Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.
Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk’ın hususî lütfuna mazhar olmuş olanlardan başka, bu delikleri kapamak, gayet çetin ve müşkil olmuştur.» (Mesnevi/Tercüme: A.Badıllı sh: 246)
Kur’an (İbrahim Sûresi, 14:3.) âyetinin bir kısmı olan « يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْي bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bu günlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair âza vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.
Hem nasılki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şa’şaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvi latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.
Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermiyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve adi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder. Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes’ele-i diniyeye tercih ettiriyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 104)
«Bu acib asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hacat-ı gayr-ı zaruriyeyi, görenekle tiryaki ve mübtela etmekle hacat-ı zaruriye derecesine getirmesiyle, hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksad ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya sed çeker veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatanın cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına Cehennem eyledi. İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar.
Ezcümle, ben gördüm ki; ehl-i diyanet belki de ehl-i takva bir kısım zatlar, bizimle gayet ciddi alâkadarlık peyda ettiler. O bir-iki zatta gördüm ki; diyaneti ister ve yapmasını sever, ta ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hattâ tarikatı keşf ve keramet için ister. Demek âhiret arzusunu ve dini vezaifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-ı diniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebeb o faide olsa, o ameli ibtal eder; lâakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 109)
«İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler; illet olamazlar.» (İşarat-ül İ’caz sh: 85)
Âhirzaman fitnesinin dehşetli bir hususiyeti de, nefsanî hevesatı (sefaheti) esas almasıdır. Bu da ahlâkı tahrip ettiği için Bediüzzaman Hazretleri buna karşı çare olarak takvayı esas alır ve der ki:
«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm.
Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâlihadır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 148)
Âhirzaman fitnesinde, gizli münafık cereyan geçmiş zamanda müslümanlar arasında vuku bulmuş ihtilafları hatırlatmakla yeniden canlandırmak ister. Buna karşı Bediüzzaman Hazretleri, geçmişteki fitneleri medar-ı münakaşa etmekten kaçmayı düstur edinip şöyle der:
«Madem bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâlet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.
Hem ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar dâr-ı âhirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i âl-i beytin muktezası değildir ve lâzım da değildir, diye Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men’etmişler. Çünki Vakıa-i Cemel’de Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (R.A.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat o harbi içtihad neticesi deyip; Hazret-i Ali (R.A.)
«Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tabi olarak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve “Habr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakiki Ehl-i Sünnet Velcemaat, مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen
طَهَّرَ اللّهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zatlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak tarafdarıdır. Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azîm imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler:
“Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lânet edilmez.
Belki لَعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَ الْمُنَافِقِين gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 206)
«Şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cephesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldırmalarından ve çokları ısırmalarından, ehl-i imanı kurtarmak mecburiyeti Kur’ân’ın emriyle varken, bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyte gelen dehşetli zulümleri temâşâ etmek, daha ziyade ruhumu ezer ve kuvve-i mâneviyeyi kırıp ruhuma azap azap üstüne gelmektir.
Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert fedâ edilir” diye çok zâlimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet‑i izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatâsıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder.
İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğinden, siyasette, bu müthiş düsturlar karşısında, mecburiyetle Selef-i Salihîn sükûtla ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin imamları o kapıları kapamak, طَهَّرَ اللّهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا (*) deyip o kapıları açmıyorlar.
Madem Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki, birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette kazandıkları gibi, dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fâni saltanatı ve muvakkat hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel mânevî birer sultan ve hakikat âleminde birer şâh, birer mânevî padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.
İşte bu sır içindir ki, Yeni Said’in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.)
Ulema-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tetkik ve muhakematla ve âyât ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usûlü’d-din düsturları, şimdiki Risale‑i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor.
Hattâ, hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid’a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-i ihlâs tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giriyor.
Şîalıkta mutaassıp ve Vehhâbîlikte de müfrit, filozofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıp hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeye başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar.
Hattâ bazı misyonerler de, din-i İsâ’nın (a.s.) hakikî ruhânîsi de o daireye gireceklerine emâreler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, bir musalâha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 209-211)
(*) “Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaştırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.
«Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nurani Asr-ı Saadet’in başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?
Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre camia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’anın muhafazasına çalıştı ve hakeza.. Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.
Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’anın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı» (Mektubat sh: 100)
İslâm cemiyetleri içinde meydana gelen fitnelere karşı yapılacak cihad, maddi değil, manevidir. Manevi cihad, her zaman makbul ve sevablı olup, can itlafı olmaz ve musibetlere sebeb olan dâhildeki maddi cihad gibi mes’uliyeti de yoktur.
Bütün ümmete şâmil ittihad-ı İslâm içinde teşekkülü gereken icma-ı ümmet mânasında bir şûra-yı ümmet merciine dayanmadan, resmî bir makam ve salahiyete sahib olmadan, din ve ümmet-i İslâm namına maddi mücadelelere girilmemelidir. Çünki böyle bir mücadeleye salahiyettar olan ferd ve zümreler, yahud fırkalar değil, ancak bütün ümmet-i İslâmı temsil eden merci’dir, şûra-yı ümmettir.
O halde hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile alâkadar olanların o mercii teşkil edecek olan ittihad-ı İslâm’ın tahakkukuna hizmet etmeleri evleviyet kazanıyor. (Bak: İttihad-ı İslâm, İttihad Yayıncılık 1993 İst.)
Evet, harice karşı yapılan cihadda kuvvet kullanılır. Fakat zaruret-i kat’iye olmadıkça dahilde kuvvet kullanılmamalıdır. Çünki hastalar, ihtiyarlar, çocuklar gibi şefkata muhtaç olanlar, cemiyette iç içe karışık olduğundan, böyle menfi hâdiselerde onlar daha çok perişan olurlar ve zulme uğrarlar.
İşte bunun gibi daha pek çok hikmetler için Kütüb-ü Hadîsiyenin Kitab-ül Fiten kısmındaki bazı bablarında, dahilî fitnelere karşı silahlı mücadeleler men edilmiştir. Ancak idareciler müsbet şahıslar ise, fitne ehlini tenkil ve tecziye edebilirler ve etmelidirler.
Dinde bir kısım fer’î hükümler var ki, zamanın ve mekânın değişen şartları ile alâkalıdır. O şartlara göre hükümleri şer’î kaynaklarda görmek ve tatbikatlarını göstermek, dinde büyük şahsiyetlere has olup onların icmaiyle teşri’ olunur.
Ahkâmda rey sahibi olmayan müslümanlar, âyet ve hadîslerden ahkâm istinbat edemez. Ancak müteşabih ve müşkil olmayan âyet ve hadîslerden seviyeye göre ibret, teşvik ve ikaz dersleri alabilirler.
Binaenaleyh gerek aşağıda dercedilen hadîsler ve gerek bu kitabın diğer kısımlarında bulunan âyet ve hadîsler, ahkâm-ı Şer’î istinbat etmek için konulmamıştır.
Menfi hareketlerden kaçınmayı tavsiye eden birkaç hadîs ve mealleri:
«Ebu Hüreyre (R.A.) den: Peygamber (A.S.M.) buyurdu: Öyle fitneler olacak ki; oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen (o fitneye) koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitneye karışırsa, fitne onu kendi içinde yere çarpar. Kim ondan korunacak bir yer bulursa oraya sığınsın!
***
Sa’d b. Ebi Vakkas (R.A.): Ey Allah’ın Resulü, biri evime girip, beni öldürmek için elini uzatırsa, ne buyurursun?
Peygamber (A.S.M.): “Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam” (5:28) diyen Hz. Âdem’in oğlu gibi
***
Ebu Musa (R.A.) dan: Peygamber (A.S.M.) fitne hakkındaşöyle buyurdu: Oklarınızı kırın, kirişlerinizi koparın; fitne halinde evlerinizin içinden ayrılmayın ve Âdem (A.S.)ın oğlu gibi olun!
***
Resulullah (A.S.M.): Mü’minin kendisini zelil yapması lâyık değildir, buyurdu. Mü’min kendisini nasıl zelil yapar, diye sordular. “Gücü yetmeyen işlere girişir” diye cevab verdi.» (Tac Tercemesi cilt: 5, sh: 534-540; İbn-i Mace 4016. hadîs; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405)
Bu hadîste, dâhilde menfi mücadelelere girip mütecaviz münafıkların hücumuna sebebiyet verilmemesine de bir işaret vardır. İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 13. babı, fitne zamanında uzlet ve inziva hakkındadır.
İkinci Dünya Harbinden sonraki zamanlarda Deccal istibdadından haber veren hadisin mealini Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:
لَنْ يَجْمَعَ اللَّهُ عَلَى هَذَهِ اْلاُمَّةِ سَيْفَ الدَّجَّالِ وَسَيْفَ الْمَلْحَمَةِ
Meali: Cenab-ı Allah şu ümmetin (ümmet-i Muhammed A.S.M.) üstünde hem Deccal’ın kılıncını hem de büyük harb kılıncını beraber cem’ etmeyecektir. (Melhame-i kübra olan İkinci Harb-i Umumî hırpalamadığı işaretiyle, İslâmlar içinde bir Deccal, âlem-i İslâm’ı başka bir tarzda hırpalayacak.)» (Tefekkürname sh: 287) (Ramuz-ül Ehadîs 354’de de geçer.)
Devamı var..