Ahirzaman Fitneleri-01

ÂHİRZAMAN FİTNELERİ

İttihad İlmî Araştırma Heyeti

İlk baskı/1993

Genişletilmiş Yeni Baskı /2003

Birinci Kısım
ÖNSÖZ

İslam cemiyetlerinde herkesin haberdar olduğu fitne-i âhirzaman ve en dehşetlisi Deccal şerrini ve mümessille­rini, icraatlarıyla, ha­ki­ki vecheleriyle tanınmasında ve bilinmesinde sayısız faydalar vardır.

Her müslüman, Deccalı ve fitne-i âhirzamanı tanımalı ve ona karşı tedbir al­malıdır.

Bu fitnelerin tabanı ve zuhuruna sebeb olan Gizli İfsad Komi­teleri kimlerdir? Şahs-ı manevi-i dalâ­let ve dehşetli dinsiz şahıslar bilinmelidir ki tedbir alınabilsin.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği gizli komi­telerin her devirde temsilcileri vardır, bu komitelerin mahiyeti nedir?

Bu gizli dinsizlik cereyanlarına karşı cihadın nasıl olacağı bilinmediği zaman, din adına yapılan hizmet­lerden netice almak hem zorlaşır hem yanlış metodlardan dolayı mesul oluruz.

Bu değerli eser, ilk baskısından kısa bir süre bit­miş olma­sına rağmen, çeşitli sebeplerden bugüne ka­dar tekrar baskısı ya­pılamamıştı. Bu eserin kıymet ve ehemmiyetini takdir eden ve tekrar basılması için gay­ret gösterenlerden Cenab-ı Hak ebeden razı olsun.

Şimdi de sitemizde yayınlayarak herkesin istifadesine arz ediyoruz.

GİRİŞ

Âhirzaman fitnesinin dehşetli ifsadatın­dan üm­meti ikaz eden çok rivayetler vardır. Ancak bu riva­yetlerin çoğu müteşabihat nevin­den olduğu için yani herkesin anlayabile­ceği kadar açık olmadığın­dan, ilimde rasih olan­la­rın, bil­hassa asrın imamının bu rivayet­le­rin mânâ ve maksadlarını açık­laması ge­rekiyor. Bu se­beple de eserimizde topladığımız ba­hislerin ve izahla­rın çok bü­yük kısmını Risale-i Nur eser­le­rinden alıp tertip ettik. Çünki, çok mes’e­lelerde olduğu gibi bu mes’e­lede de Risale-i Nur müellifinin söz sahibi ol­duğu hususunda ka­t’i ka­naatımız vardır. İslâm ilim dünyasında da aynı ka­naatın çok tereşşu­hatları görül­müştür ve görülü­yor.

Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur eserlerinde âhir­zaman fitnesi, Deccal, Süfyan gibi kıyamet alâ­metleri hak­kındaki çok mes’ele­leri ele almış, ikna edici delillerle ve hiç çe­kinmeden ve tam bir fedaî ola­rak ortaya çıkıp büyük ve geniş çapta mu­vaffakiyet kazanmıştır. Bu mu­vaffakiyet hak­kında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

«…Bizler gibi binler adam hapse girse hattâ idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuz­dur…» (Şualar sh: 339)

Âhirzaman fitnesinden ikaz için gelen ri­vayetler açıkça bu felaketi bildirse daha iyi ol­maz mı idi? diye bir sual ha­tıra gelebilir. Bu mes’elenin hikme­tini Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan ediyor:

«İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imti­han, bir tecrübe, bir müsabaka olduğun­dan, per­deli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muh­taç olan nazarî meseleleri el­bette bedihî olmaz. Ve her­kes ister istemez tasdik edecek derece­de za­rurî olmaz.

Tâ ki, Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyî­ne çıksın­lar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne düşsünler. İhtiyar kal­mazsa teklif olamaz.

Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mucizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıya­met ve eşrât-ı saat, bir kısım müte­şabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve tevilli olu­yor.

Yalnız, gü­neşin mağripten çıkması bedahet de­re­cesinde herkesi tasdike mecbur et­tiğinden, tevbe ka­pısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul ol­maz. Çünkü, Ebu Bekir’ler Ebu Cehil’ler ile tas­dikte be­raber olurlar.

Hattâ Hazret-i İsa Aleyhis­selâmın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm ol­duğu, nur-u imanın dik­katiyle bilinir; herkes bilemez.

Hattâ Deccal ve Süfyan (*) gibi eşhâs-ı müthişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.» (Şualar sh: 579)

(*) Süfyan denilen İslâm deccalının varlığı hakkında bir çok hadis vardır. Bunlardan birisi için bk: el-Hâkim, el-Müstedrek: 4:520.

«Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gele­cek eş­has­ları çok zaman evvel hattâ Tabiîn zama­nında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuş­lar.

O eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil et­tik­leri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşha­sın zâtla­rında ta­sav­vur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hâ­rika çık­tıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler.

Halbuki de­miş­tik: Bu dünya tec­rübe meyda­nıdır. Akla kapı açılır, fa­kat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas, hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ ken­disi de bidayeten Deccal oldu­ğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabi­lir.» (Sözler sh: 343-344)

FİTNENİN LÜGAT MÂNÂSI

Bir madenin hâlisini, özünü, karışığın­dan ayır­mak için ateşe tutmaktır. Onun için mebdei, mihnet ve ibtilâ; münte­hası, imtihan ve ihtibar (deneme) ve tem­yiz mânâ­sınadır.

Kur’anda fitne, mezkûr mânâ çerçevesinde ve muh­te­lif makamlarda hayli geçmektedir.

Risale-i Nur eserlerinde de, fitne keli­me­sinin geç­tiği yerler çoktur. Bunlardan birkaç kısa nümu­nesi şöyle­dir:

«Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha ak­lını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhave­redir.» (Sözler sh: 142)

Buradaki fitne, çılgınca bir sefa­het ha­yatı mânâ­sında.

«Eğer o katl, bir adavetten ve bir kinli garaz­dan gelmemişse ve bir münafık o fit­neye vesile ol­muş ise…» (Sözler sh: 152)

Burada ise fitne, münafıkların tah­rikiyle vuku’ bulan katl ve boz­guncu­luk mâ­nâ­sında..

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ezvac-ı Tahiratına demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitne­nin başına geçecek…” (Mektubat sh: 98) (el-Askalânî, Fethü’l-Bârî, 13:45)

Bu ifadedeki fitne, müslümanlar ara­sında re’y ih­tilafından doğan dâhilî harp mâ­nâ­sında…

«Gayet muhtelif akvamın birbirine karışma­sıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haber verdiği gibi, sonra inki­şaf eden yetmişüç fırka efkâ­rının esas­la­rını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisa­tın zu­huru…» (Mektubat sh: 99)

Yine müslümanlar arasında ihti­laf ve muka­tele mânâ­sında…

«Asr-ı Saadetin başına gelen o deh­şetli kanlı fit­nenin hikmeti ve vech-i rah­meti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?…» (Mektubat sh: 100)

Aynı mânâda…

« وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِن شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ deyip, Cen­giz ve Hülâ­gû’nun dehşetli fitnelerini …» (Mektubat sh: 104) (Buharî, Fiten: 4, 28; Müslim, Fiten: 1; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 23; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 2:390, 39; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:108, 4:439, 483.)

Buradaki fitne, Deccal gibi şerli in­sanla­rın müslümanlara yaptıkları me­zalim, fesad ve is­tibdad mânâ­sında…

Resul-i Ekrem (A.S.M.) ferman et­miş ki:

اِذَا مَشَوُا الْمُطَيْطَاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَالرُّومِ رَدَّ اللّهُ بَأْسَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلَى خِيَارِهِمْ deyip, “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, har­biniz dahilî olacak» (Mektubat sh: 107) (Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecme­u’z-Zevâid, 10:232, 237.)

Müslümanların içinde şerli ve zâ­lim olanlar ara­sında dâhilî müca­dele ve ih­tilal mânâ­sında…

«Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı öldürtmek için, kat’î ittifak ettiler. Hattâ in­san suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşme­mek için, her kabileden lâakal bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hane-i saadetini bastılar.» (Mektubat sh: 158)

Buradaki fitne, ihtilaf mânâ­sında…

«Hak namına, hakikat hesabına olan tesa­düm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta it­tifak ile be­raber, vesa­ilde ihtilâf eder. Hakikatın her kö­şesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavun­laşmış nefs-i emmare hesa­bına hodfuruşluk, şöhret­perverane bir tarzdaki tesadüm-ü ef­kâr­dan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çı­kıyor.» (Mektubat sh: 268)

Buradaki fitne, garazkârane olan ve belli esaslara bağlı kalmayanlar ara­sındaki fikir ihti­lafları ve müca­deleleri mânâsında…

«İstikbalde Hazret-i Ali (R.A.).A.); elîm hâdisata ve dâ­hilî fitnelere maruz kalaca­ğını nazar-ı nü­büv­vetle görmüş.» (Lem’alar sh: 23)

Bu fitne dahi, içtimaî ve dâhilî kar­gaşalık ve mukatele mâ­nâsında…

تَرَيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّهِ وَ رِضْوَانًا Saltanat ve hilâfete kemâl-i liyakat ve kahra­man­lıkla girdiği halde ve kemâl-i zühd ve iba­det ve fakr ve iktisadı ihtiyar eden ve rükû ve sücudda de­vamı ve kesreti herkesçe musaddak olan Hazret-i Ali’nin (r.a.) istikbaldeki vaziye­tini ve o fitneler için­deki harpleriyle mes’ul ol­madığını ve niyeti ve matlubu fazl-ı İlâhî oldu­ğunu ha­ber veriyor.» (Lem’alar sh: 31)

Buradaki fitne de yukarıdaki mâ­nâda…

«Evet, istikbal bunu vuzuhla ve kat­’iyetle, parlak bir surette ispat etmiştir. Evet, o kadar acip fitneler ve dağdağa-i si­yaset içinde, gece ve gün­düzde Zeynelâbidin gibi bin rekât na­maz kılan ve Tâus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı ab­destiyle sabah nama­zını edâ eden çok mü­him pek çok zatlar مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ sır­rını gös­termiş­lerdir.» (Lem’alar sh: 31)

Burada da, dâhilî ve siyasî kar­gaşa ve mü­cadeleler mânâ­sında…

«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşina ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mü­him fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şah­siyet­ler, abâsı altında olan o üç şah­siyet olduğunu mü­şa­hede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.).A.); ümmet nazarında tathir ve tebrie et­mek ve Hazret-i Hüseyn’i (R.A.).A.); ta­ziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı (R.A.).A.); teb­rik etmek ve musalaha ile mühim bir fit­neyi kaldırmakla şerefini ve üm­mete azîm faidesini ilân etmek ve Haz­ret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref ola­ca­ğını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlîsine lâyık ola­caklarını ilân etmek için o dört şahsa kendisiyle be­raber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşe­den o abâyı ört­müştür.» (Lem’alar sh: 94)

Yine dâhilî kargaşa ve mukatele mânâ­sında…

«Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mu’tezile, Râfizî, Cebrî ve perde altında zındık­lar, mülhidler, İslâmiyeti zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gel­mişti­ler. Şeriat ve itikad nok­tasında ehemmiyetli sar­sıntı­lar olması hengâ­mında, Buharî, Müslim, İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı Azam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pekçok eâzım-ı İslâmiye im­dada yetişip, o fitne-i diniyeyi mağlub etti­ler.

O tarih­ten üçyüz sene son­raya kadar o ga­lebe de­vam ile be­raber, perde al­tında yine o ehl-i dalâlet fır­kaları, siya­set yoluyla Hülâgû Cengiz fitnesini İslâmların ba­şına getirdiler. Bu fitne­den hem ha­dîs, hem Hazret-i Ali Radıyallahü Anh sarih bir su­rette aynı tarihiyle işa­ret ediyor­lar.

Sonra bu za­ma­nımızın fitnesi en bü­yük bir fitne oldu­ğundan, hem müteaddid hadîsler, hem çok işarat-ı Kur’aniye aynı tarihiyle haber veri­yorlar.» (Şualar sh: 331)

Bu fitne ise, şer’î hükümler ve iman ci­he­tinde bâtıl anla­yışlar ileri sürüle­rek or­taya çıkan gruplaşma­lar ve fikir mücadele­leri ile Hülagû – Cengiz’in if­sad ve tecavüz­leri ve zamanımızdaki en büyük fitne, yani fikrî, itikadî, şer’î, si­yasî, iç­timaî gibi her türlü kargaşa, fesad, anarşi ve ihti­lal­ler mânâ­sında…

«Rivayette var ki, “Fitne-i âhirza­man o ka­dar dehşetlidir ki, kimse nef­sine hâkim ol­maz.” (1) Bu­nun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bü­tün ümmet o fitneden istiâze et­miş, azab-ı kabir­den sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ (2) vird-i ümmet ol­muş.

Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İn­sanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp eder­ler. Me­selâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek bera­ber çıp­lak girerler. Ve kadın, kendi güzellikle­rini gös­ter­meye fıtraten çok meyyal olma­sından, seve seve o fit­neye atılır, baştan çı­kar. Ve fıtraten cemalperest er­kek­ler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sarho­şâne bir sü­rurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o za­manın lehviyatları ve kebairleri ve bid’a­ları, bi­rer câzibedar­lıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, ser­sem eder.» (Şualar sh: 584) (1- Süyûtî, el-Fethü’l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li’l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs: 1:266.) (2- Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.) (2- Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.)

Buradaki fitne, nefisleri azdıran gü­nahlar ve ce­miyeti istilâ eden dehşetli bir sefahet mânâ­sında…

«Risale-i Nur’un nuru– ile dalâletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ate­şini ya tahribattan vazge­çirecek veya ileri teca­vüzatını kı­ra­cak. Eğer Hicrî tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fır­satından istifade ile, di­nin ve Kur’anın zararına olarak ilerleyen deh­şetli tasavvura­tın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşı­larında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu za­manda çok intişar eden Risale-i Nur’un kes­kin hüc­cet­leri ve kuvvetli bürhanları ol­duğu, çok ema­reler ile his­sediliyor.» (Şualar sh: 735)

Bu fitne ise, ehl-i dalaletin cemi­yeti id­lal ve ifsadı ile dinde yaptığı tahribat mânâ­sında…

«Bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı iç­timaiyesi öyle dehşetli fakat câzi­beli ve elîm fakat me­raklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşü­rüp per­vane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.» (Kasta­monu Lâhikası sh: 104)

Bu dahi, insanın ruhî ve manevî ha­yatını tahrip eden ve nefs-i em­mareyi insana hâ­kim kı­lan ve millî ahlâkı sön­dü­ren ve cemi­yeti kapla­yan günahlar ve sefahet hayatının çekiciliği mâ­nâ­sında…

«Eğer idare-i millet ve asayiş-i mem­leketin hakiki esaslarını bilmeyen bir cahil hamiyet-fü­ruş dese: “Se­nin risalelerin, asa­yişi bozanlara ve idareyi karıştı­ran­lara bir medar olabilir cihe­tiyle ve sen dahi ihtiyat­sız­lık edip idare-i hazı­raya itiraz etsen, ri­sa­lelerin kuv­vetiyle bir gaile açmak ihti­ma­liyle sana ilişiyoruz.”

Elcevab: Risale-i Nur’dan ders alan, elbette çok masumların kanını ve hu­kukunu zayi’ eden fitne­lere girmez ve bilhassa tecrübeleriyle, mü­kerreren akîm ve zararlı kalan fitnelere hiçbir cihetle yanaş­maz. Ve bu on senedeki on fitne­lere, Risale-i Nur’un şakirdlerinin ondan birisi, belki aslâ hiçbi­risi karışma­dığı gösterir ki, risa­leler bu fitnelere zıd ve asayişi te­mine medar­dır­lar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 232)

Bu fitne de, dine zarar veren ida­reye karşı müslümanların fiilen karşı gelip dâhilî mü­cadele aç­ma­ları ile or­taya çıka­cak kar­ga­şalık mânâ­sında…

«İşte bizi böyle haksız isnadlarla it­ham eden Devr-i Sâbık’taki gizli düşmanla­rımız şüphe yok ki ya siyaseti dinsizliğe âlet; etmek is­tediler, yahut bile­rek, bilmeyerek bozuk ide­olojileri memleketimize yer­leştir­mek gayretine düştüler. Görülüyor ki, ni­zam ve inti­zamı bo­zan, maddî manevî memleketin emniyet ve asayişini ihlâl eden bizler değil, asıl on­lardı. Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiç­bir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraf­tar olmaz. Dinin şiddetle men’et­tiği şey fitne ve anar­şidir. Çünkü anarşi hiçbir hak ta­nımaz. İnsanlık se­ciyelerini ve me­de­niyet eserlerini ca­navar hayvan­lar seciye­sine çevirir ki, bunun âhirza­manda “Ye’cüc ve Me’cüc” komitesi ol­duğuna Kur’an-ı Hakîm işaret buyurmaktadır.» (Ta­rihçe-i Hayat sh: 653)

Burada ise fitne, dinsizlik ideolo­ji­siyle dâ­hilde asayişi bozmak ve iç mü­cadelelere kapı açmak mânâ­sında…

«Âhirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oy­na­yan, taife-i nisaiye ve onların fit­nesi olduğu, had­îsin ri­vayet­lerinden anlaşı­lıyor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)

Bu fitne ise, -mevzuun devamından da an­la­şıldığı üzere- açık-saçık kadın­ların ce­miyetin her tarafında karıştı­rıl­ması ile ma­neviyata yapı­lan taarruz ve anar­şiye kapı aç­mak ve millî ah­lâkı ifsad ederek her türlü kötülüklerin menşeini hazırlamak mâ­nâ­sında…

«Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana gö­ründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzün­den çıkıyor. İhtiyarı selbedip, pervane gibi sefa­het ateşine atıyor. Ve bir dakika ha­yat-ı dün­yeviyeyi, senelerle ha­yat-ı bâ­kiyeye tercih etti­riyor. Ben birgün so­kağa bakarken, o fitnenin tesirli bir nümu­nesini his­settim. Gençlere çok acıdım. Dedim: Bu bi­çareler kendi­lerini bu mıknatıs gibi cez­bedici fitnenin ateşinden kur­tara­mazlar, diye düşü­nürken; bir­den o fitneyi ateşlen­diren ve talim eden ir­tidadkâr bir şahs-ı manevî önümde te­cessüm etti.» (Gençlik Rehberi sh: 16)

Bu fitne dahi, mezkûr mânâda…

Nimetlere karşı küfranda bulunanlara atfen:

«…Yani nefsine isnad ettiği o hal ve o şey, ken­disi için bir fitne olduğu halde ben kendi ilim ve ik­tida­rımla buldum ve kazan­dım diyecek­tir.» (Mes­nevi/Tercüme: A.Badıllı sh: 314)

Burada geçen fitne, imtihan mânâ­sında…

Kısaca bazı nümunelerini gördüğümüz fitneler­den ha­ber verilip ümmetin tekrar tek­rar ikaz edil­mesi, fitneler bü­yük zararlara se­bebiyet verdiği içindir. Müslümanların bu ikaz­lara çok ehemmiyet verip, gere­ken tedbirleri almaları ve her türlü fitne­den uzak dur­maları ge­rekiyor.

Risale-i Nur eserlerinden alınıp, fitneyi ta­rif et­mek makamında sıralanan parçalardaki tariflere ve Kur’anda ge­çen fitne kelimelerinin ifade ettiği mâ­nâ­ların inceliğine dik­kat edilirse; verilen tariflerin Kur’anî mânâlara muta­bık ol­duğu görülür. Böylece Risale-i Nur’da Kur’anî ikazların bir nevi tefsiri, fi­iliyattan ve hayattan gösteril­diği için; mü’min­lerin uzak duracakları fitnelerin neler olduğu ko­layca anla­şılmakta­dır.

ZAMANIMIZIN DEHŞETİ HAKKINDA İKAZLAR

Evet «İslâmiyet noktasında bu asır gayet ehemmi­yetli ve dehşetlidir. Kur’an ve hadîs ih­bar-ı gaybî ile ehl-i imanı onun fitnesinden sa­kındırmak için şiddetle haber vermiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 187)

Buradaki ikaz bütün müslümanlara şamildir. Bu asrın fitnelerini araştırmayan ve gereken tedbirleri alma­yanın içi­nine düşme tehlikesi çok kuvvetlidir.

Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual ve ce­vabı:

«Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne-i âhirza­man diyorsun. Halbuki hadiste vârid olmuş ki, âhirza­manda Allah Allah (c.c.) denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak.”

Elcevap

Evvelâ: Fitne-i âhirzamanın müddeti uzun­dur; biz bir faslındayız.

Saniyen: Yerde Allah Allah (c.c.) denilmeyecek­ten murad, Allah’a iman kalkacak demek değil­dir;(Haşiye-1) belki Allah’ın namını değiştirecekler de­mektir. Nasıl ki yerde Allah Allah (c.c.) denil­mezse kıyamet-i kübrâ ko­pacak. Bir memlekette de Allah Allah (c.c.) denilmezse bir nevi kıyamet kopmasına işarettir. (Haşiye-2) » (Sikke-i Tasdikî Gaybî sh: 164)

HAŞİYE-1 Çünkü hadiste vardır ki, لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ اِلَى قِيَامِ السَّاعَةِ

Bu hadis diğer hadisi takyid ediyor.”

(Bu­harî, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbni Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34, 269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.]

HAŞİYE2- Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı, fakat akılları başlarına gelmedi.”

Avrupa felsefesinin beş menfî esasından birisi olan “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin” (Sözler sh: 133) ve Kur’an (4:117) âyetiyle bildirilen kadınperestlik gibi nefsaniyete da­yanan ve beşeriyette yaygınlaşan mim­siz medeniyet,

«Kadınları yuvalarından çı­karıp, per­de­lerini yır­tıp, beşeri de baştan çı­kar­mıştır.» (Sözler sh: 410)

«Hem herkese satılan müzahraf, hodfüruş, gös­te­rici, ri­yakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakâr­ları alkış­lamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide(*) yapmıştır.» (Sözler sh: 541)

(*) Yani o sanem-misaller perestişkârlarının heve­sat­larına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyor­lar.

..deyip âhirza­man fitnesi­nin ibtidadan intihaya doğru sey­rini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri had­îslerde:

«Dünyaya karşı ve kadın­lara karşı müteyak­kız bulunun. Çünki şey­tan ve iblis, her zaman müslümanlara karşı te­tikte ve avcı tuzağını ha­zır­lamış bulunmaktadır. Onun avına kapılmanın veya oltasına yem olma­nın en câzibi, kadınların bacak­larıdır.»

Diğer bir hadîste de: «Âhirzamanda en şid­detli harp, ka­dın­lara karşı harbdir.» (Risale-i Nurun Kudsî Kay­nakları ha­dîs no: 973)

..gibi hadîslerle ya­pılan ikazları da şöyle izah eder:

«Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oy­na­yan taife-i nisaiye ve onların fit­nesi olduğu, ha­dîsin rivayet­lerinden anlaşı­lıyor.

Evet nasıl ki tarihlerde eski za­man­larda “Amazonlar” na­mında gayet silah­şör kadın­lardan mürekkeb bir taife-i aske­riye olarak hârika harbler yaptıkları nakledili­yor.

Aynen öyle de: Bu za­manda zen­deka dalaleti, İslâmiyete karşı muhare­be­sinde nefs-i emmarenin plâniyle, şey­tan ku­manda­sına verilen fırkalardan en dehşetlisi, ya­rım çıplak hanım­lardır ki; açık bacağıyla, dehşetli bıçak­larla ehl-i imana taarruz edip saldırıyor­lar.

Nikah yo­lunu kapamağa, fu­huşhane yolunu geniş­let­tirmeğe çalı­şarak, çokların ne­fislerini bir­den esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile ya­ralıyor­lar. Belki o kalblerden bir kısmını öldü­rüyorlar.

Bir kaç sene namahrem heve­satına göstermenin tam cezası ola­rak; o bı­çaklı bacak­lar Cehennem’in odunları olup, en ev­vel o ba­caklar yanacaklarını ve dün­yada em­niyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten çok iste­diği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bu­lamaz. Bulsa da başına belâ bulur.

Hattâ bu halin neti­cesi olarak, o âhirzamanda, bazı yer­lerde ni­kaha rağ­betsizlik ve riayetsizlik yü­zünden, kırk kadına bir er­kek nezaret ede­cek derecede ehemmi­yetsiz, sa­hipsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, had­îsin rivayetin­den an­laşılı­yor.» (Gençlik Rehberi sh: 23)

«Rivayette var ki, “Fitne-i âhirza­man o kadar deh­şetlidir ki, kimse nef­sine hâkim olmaz.” (1-) Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bü­tün ümmet o fitneden istiâze et­miş, azab-ı ka­bir­den sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ (2-) vird-i ümmet ol­muş.

Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şu­dur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çe­ker, meftun eder. İn­sanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp eder­ler.

Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek bera­ber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzellik­lerini gös­ter­meye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fit­neye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalpe­rest er­kek­ler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sar­hoşâne bir sü­rurla düşer, yanar.

İşte dans ve tiyatro gibi o za­manın lehviyatları ve kebairleri ve bid’a­ları, bi­rer câzibedar­lıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa, cebr-i mutlakla olsa ihti­yar kalmaz, günah dahi olmaz.» (Şualar sh: 584) 1-(Süyûtî, el-Fethü’l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li’l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs: 1:266.) 2- (Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.)

Resul-i Ekrem (A.S.M.) «Nakl-i sahih-i kat’î ile, fer­man etmiş ki:

اِذَا مَشَوُا الْمُطَيْطَاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَالرُّومِ رَدَّ اللّهُ بَأْسَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلَى خِيَارِهِمْ deyip, “Ne vakit size Fars ve Rum kız­ları hiz­met etti; o vakit belânız, fit­ne­niz içinize girecek, harbiniz dahilî ola­cak, şerirleriniz başa geçip ha­yırlı­lar ve iyile­ri­nize musallat olacaklar” haber vermiş. Otuz sene sonra haber ver­diği gibi çıkmış.» (Mektubat sh: 107) (Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecme­u’z-Zevâid, 10:232, 237.)

Bir hadîs-i şerifte de mealen şöyle buyuruluyor:

“Resulullah (A.S.M.):

-Benden sonra er­kek­lere ka­dınlardan daha zararlı bir fitne, bir imtihan vesi­lesi bırakmadım.» (Sahih-i Müslim cilt: 8 sh: 227 hadîs: 97 ve 98, 99. hadîsler de aynı manada olup, İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 19.babı da kadın fitnesi hakkındadır.)

«Nitekim, Kadınlar şeytanın ağlarıdır” denilmiş­tir. Şeytanlar başka tarik ile aldatamadık­larını, en zi­yade kadınla aldatır.» (Elmalı Tefsiri sh: 1471) (Keşf-ül Hafa 2802)

Diğer bir hadîs meali de şöyledir:

«İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki: Onla­rın endişeleri mideleri olacak, şerefleri de meta-ı dünya olacak ve kıbleleri de ka­dınları olacak ve din­leri de dirhem ve dinar­ları (paraları) olacak. Bunlar mahlu­katın en şerlileridir ve Allah ka­tında onların hiç na­sibleri yoktur.» (Keşf-ül Hafa hadîs: 3270) (Ramuz-ul Ehadîs sh: 504)

«Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve gü­nahla­rının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair ri­vayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah iş­leyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz gü­nahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın hey’et-i mecmuasına dokunur, kı­yametin kopmasına ve dün­ya­ları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye dü­şü­nürdüm. Şimdi bu za­manda müteaddid es­babını gör­dük.

Ezcümle müteaddid vücuhundan rad­yomla an­la­şıldı ki: O bir tek adam bir tek ke­lime ile, bir mil­yon kebairi birden iş­ler ve milyonlarla insanı din­lettir­mekle günaha sokar. Evet, küre-i hava­nın yüz­binler ke­limeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo un­suru, nev-i beşere öyle bir ni­met-i İlâhiyedir ki, küre-i havayı bü­tün zer­ratıyla şükür ve hamd ü sena ile dol­durmak lâzım gelirken, dalâlet­ten te­vellüd eden sefa­het-i beşe­riye, o azîm nimeti şükrün aksine isti’mal et­tiğinden el­bette tokat yiye­cek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)

Bilhassa zamanımızda tekniğin gelişme­siyle bü­tün in­sanlara tesir etmek imkânını ve­ren neşir organları yoluyla ve nefsanî zevklerin ca­zibedarlığıyla insanları diyanetten, ma­nevi­yat­tan alıkoymak ve sefahete at­mak olan din düş­manla­rının dehşetli plânlarından, Kur’an (31:6) ve emsali âyetle­riyle insanları ikaz eder. Keza İblis’in ve İblis’e bağlı olan se­fih insî şey­tanla­rın, yani münafık cereyanların halkı şe­hevî çalgı­larla dalalete it­mesine ve ihti­lalci ve neşri­yatta yay­garacı müfsidlere işaret eden (17:64) âyeti de gayetle câlib-i dik­kattir.

Bir rivayette mealen buyuruluyor ki:

«Şarkıcı cariyeleri ne satın, ne de sa­tın alın, ne de öğretin. Onlarla yapılan ti­ca­rette hayır yoktur, parası da haramdır. “İnsanlardan bazıları, Allah yo­lundan sap­tırmak için boş lafa müşteri çı­kan­lar var­dır.” (Lokman Suresi, 6) âyet-i celilesi bu gi­bi­lerin hakkında nazil olmuştur.» (Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:867)

Diğer bir rivayet de mealen şöyledir:

Abdullah (R.A.) dan: Peygamber (A.S.M.) dedi ki: Şarkı ve çalgı, kalbde nifak tohum­larının bitme­sini sağlar.» (Tac Tercemesi cilt: 5 hadîs: 866)

Bir hadîs-i şeriflerinde mealen şöyle buyuruyor:

«Size benden sonra dört fitne gele­cek­tir. Dördüncüsü geldiğinde, kulağa bir şey girmez, göz görmez ve her tarafı fitne sa­rar. Ümmet bir be­lâya mübtela olur, yıla­nın çöreklenmesi gibi. Öyle ki, onda ma’ruf in­kâr edilir, münker ise maruf sayılır. Ve bu fitnede, insanların bedeni öldüğü gibi kalb­leri de ölür.» (Ramuz-ul Ehadîs sh:247 (En-Nihaye vel Bidaye cilt:1 sh: 65’deki bir hadîs de bu hadîsi te’yid eder.)

İnsanın hakiki ilim ve fazileti kazanmasının iki temel menbaı, naklî ve aklî delillerdir. Kulak naklî delillerin, göz aklî delillerin iki ana ciha­zıdır. Fitneye düşmemek is­teyen bu mühim iki organı asıl vazifele­rinde istihdam edip nef­sin âleti olarak kullanmamalı­dır.

Diğer bir hadîs de özetle şu mealdedir:

«Âhirzaman fitnesinde bozuk insanların kalb­leri şeytan kalbi gibidir.

Kan dökücü (anarşist ve ih­ti­lalci, fâsık)tırlar.

Çocukları uram (edebsiz ve hır­çın); (Diğer bir rivayette de “gayızlı” R.Ehadîs 478)

gençleri haya­sız ve vakarsız;

yaşlıları emr-i bil-ma’rufu yapmaz; sünneti bid’at gibi, bid’atı sünnet gibi görürler;

idarecileri tâgi ve müfsiddir..;

İşte o zaman Allah onlara şerlilerini musal­lat eder. Hayırlıların duası (ve daveti) kabul olmaz(Ramuz-ul Ehadîs no: 502)

Acibdir ki bu gibi rivayetler, bu yaşanan, âhirzaman fit­nesini aynen haber veriyor. Hayasızlık, açık­saçıklık gibi günah­lar medenîlik namı al­tında ifti­harla alenî işleniyor. Bu hayatı, 1400 sene evvel ke­mal-i ciddiyetle haber veren zatın peygamberliği aşi­kârdır. Eğer Allah bil­dirmezse, bir beşer düşüncesiyle böyle gaybiy­yatı ihbar etmek müm­kün değildir.

Bir hadîs-i şerif mealinde buyu­ruluyor ki:

«Âhirzaman fitne­sinde kişi mü’min olarak sa­bah­lar, kâ­fir olarak ak­şamlar. Ancak Allah’ın ilim ile ihya ettiği kimseler müstesnadır.» bn-i Mace 36.Kitab-ül Fiten, bab: 9 hadîs: 3954)

Çünki İslâm cemiye­tinde taklidî iman kâfi olsa da, fitne zamanlarındaki bo­zuk cemi­yetlerde mü’min iman-ı tahkikî ile hak ve batılı ayırıp kendi hayatında iman nuru ile hakkı ta­kib eder. Medeniyet namı al­tında işlenen günah ve haramı tanır.

Diğer bir cihette de: «Bu âhirzaman fit­nesinde aç­lık ehemmiyetli bir rol oy­nayacak. Onunla ehl-i da­lalet, biçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğ­du­rup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa ça­lışacak diye, riva­yet­lerden anlaşılıyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 140) (Kenz-ül Ummal hadîs: 38472)

Âhirzaman fitnesinde terk-i imarete ve makamat-ı resmiyeyi istememeye dair bir kaç hadîs meallerini, yal­nız ibret ve teyakkuz ma­kamında olarak burada dercet­mek mü­nasib gö­rüldü. Şöyle ki:

«İnsanların akaidlerini bozduklarını, ema­net­le­rini hafife aldıklarını ve –parmaklarını birbirine ge­çirip– böyle olduk­larını gördü­ğün zaman; evini ter­cih et, lisa­nına sahib ol, maruf olanı al, münkeri bı­rak, kendi işinde meşgul ol ve ammenin iş­lerini kendi­lerine bırak.» (Ramuz-ul Ehadîs sh:46)

FİTNELERİN ZUHUR DEVRELERİ

Bediüzzaman Hazretleri daima Peygamberimiz’in (A.S.M.) tavsiyeleri daire­sinde tercihler yaptığı ve âhir­za­mana ait müte­şabih rivayetleri en ince mânâ­sıyla ve tam isa­betli anladığı, hâdiselerle de müeyyeddir. Cumhuriyetin ku­ruluş senelerinde An­kara’ya davet edilip giden Bediüzzaman Hazretleri, orada gördüğü acib bir durumu şöyle anlatır:

«1338’de Ankara’ya gittim. İslâm or­du­sunun Yu­nan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuv­vetli efkârı içinde, ga­yet müdhiş bir zendeka fikri, içine gir­mek ve bozmak ve zehirlen­dirmek için dessasane çalış­tığını gör­düm.» (Lem’alar sh: 177)

Bediüzzaman’ın Ankara’ya gidiş gayesi ve karşı­laştığı maniler ve nihayet yaptığı ter­cihi, Tarihçe-i Hayatında şöyle kaydedilmiştir:

«Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecelli­siyle ve ih­sa­nıyla, böyle en elzem bir va­kitte, dine revaç ve­rebile­cek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de be­ra­ber ça­lışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruzla­rını def’e­den ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğ­rudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i is­tinad yapa­cak ve İslâmiyet’in hakika­tında mevcud kuvve-i ulviye ile maddi ve manevi medeniyeti mey­dana getire­cek bir ni­yet ve gayeyi bulun­durmak ve aşılamak üzere mec­liste ça­lışıyordu. Fakat pek kuv­vetli mâniler kar­şısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık üm­me­tin, dehşetli tehlike­sinden isti­aze et­tiği (Allah’a sı­ğın­dığı) bir zamanı ve fitneyi ateş­lendireceklerin kim­ler olduğunu anla­mış bulu­nu­yordu. Bir gün riyaset oda­sında, M. Kemal Paşa. Kemal Pafla; ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşman­la­rı­nın arasında nam kazan­mak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrib et­menin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edece­ğini; eğer bir inkılâb yap­mak icab ediyorsa, doğru­dan doğruya İslâmiyet’e müteveccihen Kur’an’ın kudsi kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği me­alinde ih­tarlarda bulunur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 145)

«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfu­zundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’usluk, hem Dar-ül Hik­met’teki eski vazifesini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tah­sisi gibi teklifler ya­par.

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eş­has-ı âhirza­mana ait haberlerin mühim bir kıs­mını ve hürriyet­ten evvel İstanbul’da te’­vi­lini söylediği Hadîslerin ih­bar et­tiği âhirzamanın dehşetli şa­hıs­larının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur etti­ğini görür.

Ve yine gelen rivayet­lerden, on­lara karşı çı­kacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur’an hakkında, “O zamana ye­tiştiğiniz za­man, siyaset cânibiyle on­lara galebe edilmez; ancak manevî kı­lınç hük­münde i’caz-ı Kur’an’ın nurla­rıyla muka­bele edi­lebilir.” tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i me­sai edemi­yeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diya­net’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umu­mi­liği teklif­lerini kabul etmez.

Kendisini fikrinden vaz­geçirmek için çalı­şan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da ar­zularına uyamıya­ca­ğını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı ete­ğinde, Zernebad Suyu başında bir mağa­racıkta idame-i hayat etmeye başlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)

Mevzumuzla alâkadarlıkta gayet mani­dar ve اِنَّ السَّعِيدَ لَمَنْ جُنِّبَ الْفِتَنَ cümlesinin üç defa tekrar­lanması ile mühim bir noktaya dikkati çeken bir hadîs de mealen şöyle­dir:

«Said, fit­neler­den uzakta kalandır. Said, fit­ne­ler­den uzakta kalandır. Said, fitnelerden uzakta ka­lan ve fitneye maruz kalıp da sabreden kişidir. Fitneye başlayan ve çalı­şanın vay haline(Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:913; Ebu Davud fiten/2; Ramuz-ul Ehadîs 100)

Bu hadîsin verdiği ders ile alâkalı olarak; Bediüzzaman Hazretleri kendine yapılan ve daima sa­bırla karşıladığı pek çok su-i kasdlar­dan birini şöyle anla­tır:

«Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmi­yetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Me­nemen ve Şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdise çı­kar­mak için bütün kuvve­tiyle en hassas damarla­rıma do­kun­duracak tarzda her desiseyi istimal etti­ler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye ta­ham­mül ediyor; o planı sair su-i kasdlere ezcümle zehir vermeye tebdil etti­ler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. Şimdi o müna­fık­lar resmen hükûmetin nüfuzunu, ben­den halkları ürkütmek ve vaz geçir­mek için bu­rada dehşetli bir propaganda ile is­timal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyi­niz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Git­tikçe fü­tuhat-ı nuriye te­vessü’ ediyor.» (Emirdağ Lâhi­kası-I sh:147)

..diyerek sabırlılık ve müsbet ha­reket etmek der­sini fi­i­len gösteriyor.

MÜSLÜMANLARA AŞILANAN HAYAT

Cemiyet hayatını çeşitli cihetlerle tesiri al­tına ala­cak sefih ve gafletli bir hayatı aşıla­makla, müslüman kit­leyi gaflete ve fitneye dü­şürmeyi plânlayan gizli cere­yana karşı Bediüzzaman Hazretleri şu ikazları ya­par:

«Bu fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve be­şerin na­zarını âfâka dağıtan ve boğan ce­re­yanlar, ibtal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalâlet ma­nevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini tam takdir edemi­yor.» (Şualar sh: 678)

«Gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu za­manda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm ele­min acısını ehl-i medeniyet his­setmiyorlar. Fakat has­sasi­yet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin ce­nazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaf­let perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabi­iyeleriyle dalâ­lete gidenlere ve onları körükörüne tak­lid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüf­ler!» (Lem’alar sh: 120)

«Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbi­riyle tanışmakta, her sa­bah ve akşam ga­zete­lerle günahları ve mala­ya­niyatı birbi­rine nakledip öğretmektedirler. İşte bu se­fih me­deniyet sebebiyle, gaflet perdesi o ka­dar ka­lınlaşmış ve onun süs ve fantazi­yele­riyle hicab o ka­dar kesafet peyda etmiş­tir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gel­miş. Çok bü­yük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yır­tılsın.

Hem dahi o medeniyet-i habise, be­şerin ru­huna dünyaya bakan hadsiz men­fez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk’ın hususî lütfuna mazhar ol­muş olan­lardan başka, bu delikleri kapa­mak, ga­yet çetin ve müşkil olmuştur.» (Mesnevi/Tercüme: A.Badıllı sh: 246)

Kur’an (İbrahim Sûresi, 14:3.) âyetinin bir kısmı olan « يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْي bahsinde denilmiş ki: Bu as­rın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, ha­yat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiri­yor. Yani kırıla­cak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde ter­cih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bun­dan çok hayret edi­yor­dum. Bu günlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u in­sanî hasta­lansa, yaralansa sair âza vazife­lerini kıs­men bı­rakıp onun imdadına ko­şar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı ta­şıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir ci­haz-ı insa­niye, çok esbab ile yaralan­mış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut et­tirmeye başla­mış; va­zife-i hakiki­yelerini on­lara unutturmağa çalışı­yor.

Hem nasılki bir cazibedar, sefi­hane ve sar­hoşane şa’şaalı bir eğlence bu­lunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük ma­kamlarda bulunan insanlar ve mesture ha­nımlar dahi o cazibeye kapılıp hakiki va­zife­le­rini tatil ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı in­sa­niye, hususan ha­yat-ı içtimaiyesi öyle deh­şetli fakat ca­zibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; in­sanın ulvi latifelerini ve kalb ve ak­lını, nefs-i emmare­sinin arkasına düşürüp per­vane gibi o fitne ateşlerine dü­şürttürüyor.

Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafa­zası için zaru­ret derecesinde olmak şartıyla bazı umûr-u uh­revi­yeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer­’iye var. Fa­kat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebe­biyet ver­miyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yok­tur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o de­rece şı­rınga etmiş ki; küçük bir ihti­yaç ve adi bir zarar-ı dünyevî yüzün­den elmas gibi umûr-u dini­yeyi terke­der. Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisad­sızlık ve kanaatsızlık ve hırs yü­zünden bereketin kalkma­sıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleş­me­siyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i ha­ya­tın ağır­laş­masıyla o derece zedelenmiş ve mü­tema­di­yen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati ken­dine celbetmiş ki; edna bir hacat-ı hayati­yeyi, büyük bir mes’ele-i dini­yeye tercih et­tiriyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 104)

«Bu acib asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaş­tır­ması ve yaşamak şeraitini ağır­latması ve çok et­mesi ve ha­cat-ı gayr-ı za­ruriyeyi, görenekle tiryaki ve mübtela et­mekle hacat-ı zaruriye derecesine ge­tirme­siyle, ha­yatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük mak­sad ve gayesi yapmıştır. Onunla ha­yat-ı diniye ve ebe­diye ve uhreviyeye karşı ya sed çeker veya ikinci, üçüncü dere­cede bırakır. Bu ha­tanın cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına Cehennem eyledi. İşte bu dehşetli musibette, ehl-i di­yanet dahi büyük bir vartaya dü­şüyorlar ve kıs­men an­lamıyorlar.

Ezcümle, ben gördüm ki; ehl-i diya­net belki de ehl-i takva bir kısım zatlar, bi­zimle gayet ciddi alâka­darlık peyda ettiler. O bir-iki zatta gördüm ki; diyaneti ister ve yap­masını sever, ta ki hayat-ı dün­yeviye­sinde muvaffak olabilsin, işi rastgel­sin. Hattâ ta­rikatı keşf ve keramet için is­ter. Demek âhiret ar­zusunu ve dini ve­za­ifin uhrevî meyvele­rini, dünya hayatına bir dir­sek, bir basamak gibi yapı­yor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyevi­yeye dahi medar olan hakaik-ı di­niyenin fe­vaid-i dün­yeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer il­let de­recesine çıksa ve o amel-i hayrın yap­ma­sına sebeb o fa­ide olsa, o ameli ibtal eder; lâakal ihlası kırılır, se­vabı kaçar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 109)

«İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet göste­rilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız mürec­cih olabilirler; illet olamazlar.» (İşarat-ül İ’caz sh: 85)

GÜNAHLARDAN UZAK DURMAK

Âhirzaman fitnesinin dehşetli bir hu­susi­yeti de, nef­sanî hevesatı (sefaheti) esas al­ması­dır. Bu da ahlâkı tahrip ettiği için Bediüzzaman Hazretleri buna karşı çare olarak takvayı esas alır ve der ki:

«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in naza­rında iman­dan sonra en ziyade esas tu­tulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm..; Takva, menhiyat­tan ve günah­lardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih ol­makla beraber; bu tahribat ve sefa­het ve cazibedar hevesat zama­nında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kes­betmiş.

Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan deh­şet­len­diği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını ya­pan, ke­bireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle ke­bair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla mu­vaffaki­yeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hük­münde­dir.

Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işle­mek, çok sün­netlere mu­kabil sevabı var. Takva, böyle zaman­larda, bin­ler günahın tehacümünde bir tek içti­nab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâ­cib işlenmiş olu­yor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan ka­çınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâlihadır.» (Kastamonu Lâhi­kası sh: 148)

İSLÂM TARİHİNDE HÂDİSELER

Âhirzaman fitnesinde, gizli münafık ce­reyan geç­miş zamanda müslümanlar ara­sında vuku bulmuş ih­tilafları ha­tırlat­makla yeniden canlandırmak ister. Buna karşı Bediüzzaman Hazretleri, geçmişteki fit­neleri medar-ı müna­kaşa etmekten kaçmayı düstur edinip şöyle der:

«Madem bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâ­let ihti­laftan istifade edip, ehl-i imanı şaşır­tıp ve şe­airi boza­rak, Kur’an ve iman aley­hinde kuvvetli cere­yanları var; elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz’î tefer­ruata dair medar-ı ihtilaf münakaşala­rın ka­pı­sını açmamak ge­rektir.

Hem ölmüş insanları zemmetmek, hiç lü­zumu yok. Onlar dâr-ı âhirete, mahall-i ce­zaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan mu­habbet-i âl-i beytin muktezası değil­dir ve lâzım da değildir, diye Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabe­ler zamanındaki fit­nelerden ba­his açmayı men’etmişler. Çünki Vakıa-i Cemel’de Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (R.A.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat o harbi içtihad neticesi deyip; Hazret-i Ali (R.A.).A.); haklı, öteki taraf haksız fakat içti­had neticesi olduğu cihetle affe­di­lir. Hem Vehhabîlik damarı, hem müfrit Râfizîlerin mezhebleri İslâmiyet’e zarar ver­mesin diye Sıffîn Harbi’ndeki bâgîlerden de bahis açmayı zararlı görü­yorlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 204)

«Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i iza­fiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’i­yeyi düşünüp tabi ola­rak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i haki­kiye ve azi­met-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağ­niyane, muktesidane mesleğini terkedip mu­halif tarafa bu içti­had neticesinde gir­dik­lerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kar­deşi Ukayl ve “Habr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit mu­halif tarafında bulunduklarından, hakiki Ehl-i Sünnet Velcemaat, مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ bir düstur-u esa­siye-i şer’i­yeye binaen

طَهَّرَ اللّهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek o fitnelerin kapı­sını açmak, bahsetmek caiz görmüyor­lar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, ta­rafgirlik damarıyla büyük sahabe­lere, hattâ mu­halif tara­fında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.).A.); gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zat­lara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı ka­pamak tarafdarıdır. Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Ke­lâm’ın azîm imamla­rından meş­hur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine muka­bil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demiş­ler:

“Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdir­ler; fa­kat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihti­mali ve tevbe etmek ihtimali olduğun­dan, öyle hususî şahsa lânet edilmez.

Belki لَعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَ الْمُنَافِقِين gibi umumî bir ün­van ile lânet caiz olabilir. Yoksa za­rarlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i Taftazanî’ye mu­kabele etmişler.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 206)

«Şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cep­hesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldır­ma­ların­dan ve çokları ısırma­larından, ehl-i imanı kur­tarmak mecburi­yeti Kur’ân’ın emriyle varken, bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyte ge­len dehşetli zulümleri temâşâ etmek, daha ziyade ru­humu ezer ve kuvve-i mâneviyeyi kırıp ruhuma azap azap üs­tüne gelmektir.

Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan “Ce­maat için fert fedâ edilir” diye çok zâli­mâne pek çok vu­kuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet‑i izafiye namında hâkimiye­tine bir maslahat gös­termişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatâsıyla bir köyü mahveder. Beş on ada­mın, onların siyasetine zarar vermek te­vehhümüyle, binler adamı perişan eder.

İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğin­den, siya­sette, bu müt­hiş düsturlar karşı­sında, mecburi­yetle Selef-i Salihîn sükûtla ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin imamları o ka­pıları kapamak, طَهَّرَ اللّهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا (*) deyip o kapıları aç­mı­yor­lar.

Madem Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi âhi­rette cezasını öyle bir tarzda görü­yorlar ki, bizim onlara hü­cumla yardımı­mıza bir ihtiyaç kalmı­yor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mu­ka­bilinde o derece yüksek bir mükâfat gör­müşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acı­mak, belki onları o hadsiz rahmete maz­hariyetleri nokta­sında binler tebrik etmek gerektir ki, birkaç sene zah­metle, milyonlar mertebeler ve bâki sa­adet­ler âhi­rette ka­zandıkları gibi, dünyada da kal­dıkları za­manda, ehemmiyetsiz, dünya­nın fâni sal­ta­natı ve mu­vakkat hâkimiyeti ve karışık si­yasetine bedel mânevî birer sul­tan ve haki­kat âleminde birer şâh, birer mâ­nevî pa­di­şah makamını kazandılar. Valiler yerine, ev­liyalar, aktablara kuman­dan oldu­lar. Kazançları bire bin değil, mil­yonlardır.

İşte bu sır içindir ki, Yeni Said’in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Ga­zâlî, Zeynelâbidin (r.a.).a.); husu­san Cevşenü’l-Kebîr mü­nâcâ­tını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche’den aldığım ders, otuz seneden beri, husu­san Cevşenü’l-Kebîr’le daima onlara mânevî irtiba­tımda, geçmiş ha­kikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım. Zâlimlerin gaddarlık­larını değil deşmek, bakmak, belki düşünmek de meş­rebimize gelmiyor. Çünkü onlar mücazatını ve mazlumlar mükâfatını, aklımızın fev­kinde görmüş­ler. O meselelerle meşgul ol­mak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mü­kel­lef olduğumuz va­zife-i Kur’âniyeye zarar verir.

Ulema-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâ­me­le­ri­nin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi mu­hak­kik­leri­nin İslâmî akidelere dair çok tetkik ve muhake­matla ve âyât ve ha­disleri müvazene ile kabul ettik­leri usûlü’d-din düsturları, şimdiki Ri­sale‑i Nur’un meş­rebini mu­hafazaya emredi­yor, kuvvet veri­yor.

Hattâ, hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid’a kısmı da bu meşrebimize ilişe­miyorlar. Hakikat-i ihlâs tam mu­hafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giri­yor.

Şîalıkta mutaassıp ve Vehhâbîlikte de müf­rit, filo­zofların en maddîsi ve müte­fennini ve mu­taassıp hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dai­resine girmeye başlamışlar ve kıs­men şimdi de kardeşçe bulunuyorlar.

Hattâ bazı mis­yonerler de, din-i İsâ’nın (a.s.) ha­kikî ruhânîsi de o daireye gi­recekle­rine emâreler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, bir musalâha lüzumunu hisse­dip me­dar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyor­lar. Demek İmam-ı Ali’nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sa­rahat de­recesinde ha­ber verdiği Risale-i Nur, bu za­manın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o da­ire bize kâfi gelmiş, ha­rice çıkmıyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 209-211)

(*) “Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaş­tırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dili­mizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.

«Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nurani Asr-ı Saadet’in başına gelen o deh­şetli kanlı fitne­nin hik­meti ve vech-i rah­meti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?

Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağ­murlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, to­humların, ağaçların isti­dadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri ken­dine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına ge­çer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekir­dekler hükmündeki muhte­lif ayrı ayrı is­tidadları tah­rik edip kamçı­ladı; “İslâmiyet tehlike­dedir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıf­zına koşturdu. Herbiri, kendi istida­dına göre camia-i İslâmiyetin kes­retli ve muhte­lif vazifelerin­den bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i cid­diyetle ça­lıştı. Bir kısmı hadîsle­rin mu­hafa­zasına, bir kısmı şe­riatın muha­fazasına, bir kısmı hakaik-ı imaniyenin muhafaza­sına, bir kısmı Kur’anın muha­fa­zasına çalıştı ve hakeza.. Herbir taife bir hiz­mete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’­yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek ge­niş olan âlem-i İslâmiyetin ak­tarına, o fırtına ile tohum­lar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o gül­ler ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının diken­leri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalka­ladı, şid­detle tahrik edip çevirdi, ehl-i him­meti gayrete ge­tirip elektriklendirdi. O ha­reket­ten gelen bir kuvve-i anil­merkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nu­ranî mu­haddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, ak­tab­ları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hic­ret et­tirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana ge­tirip, Kur’anın ha­zinelerinden istifade için gözlerini açtırdı» (Mektubat sh: 100)

FİTNE ZAMANINDA CİHAD

İslâm cemiyetleri içinde meydana gelen fit­ne­lere karşı yapılacak cihad, maddi değil, ma­nevidir. Manevi cihad, her zaman makbul ve sevablı olup, can itlafı ol­maz ve musibet­lere se­beb olan dâhildeki maddi cihad gibi mes’uli­yeti de yok­tur.

Bütün ümmete şâmil ittihad-ı İslâm içinde te­şek­külü gereken icma-ı ümmet mânasında bir şûra-yı ümmet merci­ine dayanmadan, resmî bir makam ve sa­lahiyete sahib olma­dan, din ve üm­met-i İslâm namına maddi mücadelelere gi­rilme­melidir. Çünki böyle bir mücade­leye sa­lahiyettar olan ferd ve zümreler, yahud fırka­lar değil, ancak bütün ümmet-i İslâmı temsil eden merci’dir, şûra-yı ümmet­tir.

O halde hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile alâka­dar olan­ların o mercii teşkil edecek olan ittihad-ı İslâm’ın tahakku­kuna hizmet etmeleri evlevi­yet kazanıyor. (Bak: İttihad-ı İslâm, İttihad Yayıncılık 1993 İst.)

Evet, harice karşı yapılan cihadda kuv­vet kullanı­lır. Fakat zaruret-i kat’iye olmadıkça dahilde kuvvet kul­lanıl­mamalıdır. Çünki hasta­lar, ihtiyarlar, çocuklar gibi şefkata muhtaç olanlar, cemiyette iç içe karışık olduğun­dan, böyle menfi hâdiselerde onlar daha çok perişan olurlar ve zulme uğrarlar.

İşte bunun gibi daha pek çok hikmetler için Kütüb-ü Hadîsiyenin Kitab-ül Fiten kısmındaki bazı bablarında, da­hilî fitnelere karşı silahlı mücadeleler men edilmiştir. Ancak idareciler müsbet şahıslar ise, fitne ehlini tenkil ve tec­ziye edebilirler ve etmelidirler.

Dinde bir kısım fer’î hükümler var ki, za­manın ve me­kânın değişen şartları ile alâkalı­dır. O şartlara göre hüküm­leri şer’î kaynak­larda gör­mek ve tatbikatlarını gös­termek, dinde büyük şahsiyetlere has olup onların icma­iyle teşri’ olu­nur.

Ahkâmda rey sahibi olmayan müslümanlar, âyet ve hadîslerden ahkâm istinbat edemez. Ancak müteşa­bih ve müşkil olmayan âyet ve hadîslerden se­viyeye göre ib­ret, teş­vik ve ikaz dersleri alabilirler.

Binaenaleyh gerek aşağıda dercedilen had­îsler ve ge­rek bu kitabın diğer kısımlarında bulunan âyet ve hadîs­ler, ahkâm-ı Şer’î istinbat etmek için konulma­mıştır.

Menfi hareketlerden kaçınmayı tavsiye eden bir­kaç ha­dîs ve mealleri:

«Ebu Hüreyre (R.A.).A.) den: Peygamber (A.S.M.) bu­yurdu.S.M.) bu­yurdu: Öyle fitneler olacak ki; oturan ayakta du­ran­dan, ayakta duran yü­rüyenden, yürüyen (o fit­neye) ko­şandan daha hayırlıdır. Kim o fitneye karı­şırsa, fitne onu kendi içinde yere çarpar. Kim on­dan ko­runacak bir yer bulursa oraya sığın­sın!;;

***

Sa’d b. Ebi Vakkas (R.A.). Ebi Vakkas (R.A.): Ey Allah’ın Resulü, biri evime girip, beni öl­dürmek için elini uzatırsa, ne buyu­rursun?;

Peygamber (A.S.M.): “Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan, ben seni öl­dürmek için elimi sana uzatmam(5:28) di­yen Hz. Âdem’in oğlu gibi . Âdem’in o¤lu gibi ;ol! buyurdu.

***

Ebu Musa (R.A.) .A.);dan: Peygamber (A.S.M.) fitne hakkında.S.M.) fitne hakk›nda; şöyle buyurdu: Oklarınızı kırın, kiriş­le­rinizi koparın; fitne halinde evlerinizin içinden ayrılmayın ve Âdem (A.S.)ın oğlu gibi olun!

***

Resulullah (A.S.M.): Mü’minin kendisini ze­lil yapması lâyık değildir, buyurdu. Mü’min kendisini nasıl zelil yapar, diye sordular. “Gücü yetmeyen iş­lere girişir” diye cevab verdi.» (Tac Tercemesi cilt: 5, sh: 534-540; İbn-i Mace 4016. hadîs; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405)

Bu hadîste, dâhilde menfi mücadelelere gi­rip müte­ca­viz münafıkların hücumuna sebebi­yet veril­memesine de bir işa­ret vardır. İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 13. babı, fitne za­ma­nında uzlet ve inziva hak­kındadır.

İkinci Dünya Harbinden sonraki zamanlarda Deccal is­tibdadından haber veren hadisin mealini Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:

لَنْ يَجْمَعَ اللَّهُ عَلَى هَذَهِ اْلاُمَّةِ سَيْفَ الدَّجَّالِ وَسَيْفَ الْمَلْحَمَةِ

Meali: Cenab-ı Allah şu ümmetin (ümmet-i Muhammed A.S.M.) üstünde hem Deccal’ın kılın­cını hem de büyük harb kı­lıncını bera­ber cem’ et­meyecektir. (Melhame-i kübra olan İkinci Harb-i Umumî hırpala­madığı işaretiyle, İslâmlar içinde bir Deccal, âlem-i İslâm’ı başka bir tarzda hırpalaya­cak.)» (Tefekkürname sh: 287) (Ramuz-ül Ehadîs 354’de de geçer.)

Devamı var..

Kontrol et

Siyasetten Uzak Durmak Düsturu

HAKİKİ NUR TALEBESİ HAKLI TARAFA DOST OLUR Üstad Bediüzzaman Hazretleri Demokrat Partiye destek vermiştir. Fakat …