4- Risale-i Nur Mesleğinin Değişmezliği Esası
Risale-i Nur hizmetinde temel teşkil eden meslek düsturlarının değişmezliği de bir esastır.
Risale-i Nur hizmetinde temel teşkil eden ve aşağıda kısmen tesbitleri yapılmış olan meslek düsturlarının değişmezliği de bir esastır.
Hakiki keyfiyete medar ve Risale-i Nur’un hizmet hayatında hiçbir zaman değişmeyecek olan bu esaslar, Nurculuk hareketinin ehemmiyetli düsturlarından bir kısmıdır ki haslar dairesinin vasıfları ve temelidir. Bu hizmet düsturlarının ekseriyetini ihtiva eden Hizmet Rehberi ismindeki eserin mukaddimesinde bu hizmet düsturlarının değişmezliği ve Risale-i Nur’u her mes’elede merci tutmak gerektiği anlatılırken şöyle deniliyor:
1- «Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek ve meşrebine dair Kur’andan ders aldığı çok muazzam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur Şakirdleri için daima tazelenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz değişmez düsturumuz, maddî – manevî her türlü engeller karşısında muvaffakiyete, rıza-yı İlahîye isal edici en ehemmiyetli rehberimiz manasıyla neşrediyoruz.
Çünki Risale-i Nur’un dairesi çok genişlemiş çok muhtelif efkâr ve mizaç sahipleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meşrebler üstünde makam-ı sıddıkıyette yer tutmuş ve şahs-ı manevî-i Äl-i Beyt’in mümessili olarak hizmet-i Kur’aniyenin başına geçmiş Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlas, azamî sadakat ve azamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an Şakirdleri kıyamete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı İlahîye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getirsinler. Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi için herhalde Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın takib ettiği meslek ve meşrebi, yarım asra yaklaşan uzun bir hizmet devresinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyikat ve hücumlar karşısında maddî ve manevî engeller içerisinde takındığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gösterdiği azim ve sadakat gibi ahvali olan “sıddıkiyet mesleğidir” ki Nur Talebeleri için ehemmiyetle bilinmek, anlaşılmak ve yaşanmak icab eder.
Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edilmesi gereken bedihi bir hakikat vardır ki, o da şudur: Risalelerde, mektuplarda, lâhikalarda def’alarca yazıldığı gibi mübarek Üstadımıza müracaat edenler ve ziyarete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumiyetle daima görüyorlardı ki:
Üstadımız onların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih ediyordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tahşidat yapıyordu?
Evet bu muazzam bir hakikattır ve Hazret-i Bediüzzaman’a kâfil bir muazzam hakikatın ifadesidir ki, dersimizi hakaik-ı Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi, birbirimizle manevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturlarımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.
Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümul hâdiseler hengâmında Kur’an Şakirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edeceklerdir.
Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-ı imaniyedir, zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve taliminde, neşir ve ilânatında hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek mes’eleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilatlarını giderirler. Daha geniş istifade için bu Hizmet Rehberi’nin menbaı olan Külliyat-ı Nuriye ve Mektubatı mütalaa etmelidirler.» (Hizmet Rehberi Mukaddemesinden)
Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said devresinde dahi yazdıklarının değişmez hakikatler olduğunu, şöyle beyan eder:
2- «Bütün kuvvetimle derim ki:
Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celp namesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez hakikat haktır.» (İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi sh: 44)
Kur’andan mülhem Risale-i Nur’un meslek esaslarının değiştirilmesini istemeyen Bediüzzaman Hazretleri, Nur dairesinin yakınında bulunan bazı şahısların Risale-i Nur mesleğine uymayan dinî faaliyetlerini, Risale-i Nur’un meslek tarzına çevirmek için yazdığı mektublarında evvelâ mültefitane ve takdirkârane karşılar, sonra Risale-i Nur’un hizmet şeklini değiştirmemenin lüzumunu, akla kapı açıp icbar etmeyen bir üslûb ve ifade ile beyan eder.
Bir şahıs veya cüz’î bir hâdise münasebetiyle yazılan böyle bir mektub, aynı zamanda umum Nurcular için her zaman tazeliğini koruyan ve Nur’un meslek tarzının tesbitine ışık tutan bir ders olarak Risale-i Nur’da yerini alır.
Ezcümle bir zatın, tarikat tarzıyla yapmak istediği dinî hizmetinden dolayı yazılan mektubda evvelâ takdirkâr ve mültefitane karşılanır. Fakat mektubun sonunda, Risale-i Nur’un hizmet şeklinde karar kılınması açıklanır. Mektub aynen şöyledir:
3- «Çok aziz ve sıddık, kahraman Sabri,
Cenab-ı Hak, Galip Bey gibi çok fedakârları İslâm ordusunda yetiştirsin. Bu zat, garpta, aynı şarkta Hulûsi Bey gibi imana hizmet ediyor. Tarikat cihetiyle ehl-i imanı dalâletten çekmeye çalışıyor. Bu zat, eskiden beri Risale-i Nur’u görmeden Nur mesleğinde hareket etmeye çalışmış. Sonra Nurlarla münasebeti kuvvetleştiği zaman, daha ziyade hizmet edebilir. Fakat Nur’un mesleği, hakikat ve sünnet-i seniye ve feraize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır tarikate ikinci, üçüncü derecede bakar. Galip kardeşimiz, Alevîler içinde Kadirî, Şâzelî, Rüfâî tarikatlerinin bir hülâsasını sünnet-i seniye dairesinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşereye ilişmemek şartıyla, muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarikat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç dört faydası var:
Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit Râfizîlik ve siyasî Bektaşîlikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faydası var.
İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyti meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl‑i Beytin adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarikat namına çekmek büyük bir faydadır.Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdlerinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’tır ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır elbette hakikî Alevîler kemâl-i iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.
Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sülûk-ü kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkilât bulunduğundan, Nur dairesi hakikat mesleğinde gidip, tarikatlerin faydasını temin eder diye o kardeşimize Ramazanını tebrik ve selâmımla beraber yazınız. O da bize dua etsin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 241)
Aynı üslûbla yine Bediüzzaman Hazretleri tarafından yazdırılmış diğer bir örnek mektub:
4- «Aziz, sıddık kardeşlerimiz Ziya ve Abdülmuhsin!
Üstadımız diyor ki:
“Eşref Edib kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir. Ben vefat etsem de, Eşref Edip Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.
“Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok. Ve Risale-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz—fakat siyaset noktasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dostdüşman, derste farketmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 35)
Risale-i Nur mesleğini değiştirmemekle alâkalı iki hatıra:
5- «Bir gün Galatasaray Lisesi’nde okuyan ve sonradan eczacı olan bir zât ziyarete gelmişti. Ben son ânında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı, O anda anlayamadım. Onun ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizmetinde bulunan kardeşlere çok hiddet etti. “Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardedeceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar!” dedi. Ben de mes’eleden çok endişeli bir halet-i ruhiyeye girmiştim. Bu sırada Üstad Hazretleri karyolada oturuyorlardı. Ben ise yerde ve halının üzerindeydim. Birden bana hitaben şöyle dedi:
“Muhammed, kardeşim, sen hakem ol, ben diyorum ki Risale-i Nur’un neşir ve medrese tarzı hizmetlerinin devam ve inkişafı lâzım, bunlar ise başka şeyler, başka hizmetler düşüncesinde.” Ben mes’eleyi “başka hizmetler” tabirinden anlamakla beraber, “Üstadım bizim vazifemiz, Risale-i Nur’un neşri ve ve medreselerin devamıdır.” deyince Üstad yüksek sesle “Tamam” diye ifadede bulundu. Ve o hiddet hali akşama doğru hayli hafifledi. Sonra Muhsin Ağabeye sordum. Gelen kardeşin bizim tarz-ı hizmetimizi pasif telakki etmesi ve orada bazı konuşmaların cereyan etmesi, Üstad’ın hiddetlenmesine sebeb olmuş.» (Son Şahitler-3 sh: 235)
6- «Neşriyat esnasında Isparta’ya forma götürdüğüm bir defasında, dersten ağabeyler yeni çıkmışlardı. Üstad Hazretleri dersin sonunda şöyle bir sohbette bulunmuş. Zübeyir Ağabey taze taze nakletmişti:
“Kardaşlarım! Abdülkadir-i Geylanî şimdi gelse “Said sen bu mesleğinden bir parça taviz versen, milyonlar insanlar senin kitaplarını okuyacak, fakat öyle yapmasan hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulümlerle, eziyetlerle cefa çekeceksin.” dese, “Hayır Üstadım ben bu zulümlere işkencelere razıyım, fakat mesleğimden en küçük bir taviz vermem.” diye ona söyleyeceğim.» (Son Şahitler-3 sh: 246)
Risale-i Nur mesleğinden taviz verip içtimaî geniş dairedeki unvanlı kişilerle hizmet beraberliği yapılsa, binler kişilerin hatta diplomatların Risale-i Nura girip neşredecekleri halde, Risale-i Nur’da bir esas olan keyfiyeti yani ihlas gibi meslek esaslarını değiştirmemeyi esas alan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
7- «Aziz, sıddık kardeşlerim,[Hem mânevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.]
Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyorsun? Halbuki, eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikatlerini neşredeceklerdi hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.
Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men ediyor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbirşeye âlet olamaz. Rıza-ı İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)
8- «Bu sırada, dahilde, o kadar dahilî-haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut birkaç arkadaşına bedel ve çok diplomatları kendisine tarafdar kazanmak için zemin hazırken, sırf siyasete karışmamak ve ihlâsına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız” dediği ve bu iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi evhamından, yenisi “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri…» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 80)
Risale-i Nur’un mesleğini kutb-u a’zam dahi tasarrufu altına alamayacağını gösteren şu ifade:
9- «Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda, şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke‑i Mükerremede dahi —farz-ı muhal olarak— Risale‑i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medâr-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)
Evet, dinde söz sahibi büyük imamların, kitab ve sünnete istinaden tesbit ettikleri düsturlar, Risale-i Nur meşrebinin değiştirmeden muhafaza edilmesi hükmünü te’yid ettiğini beyan eden Üstad Bediüzzaman diyor ki:
10- «Ulema-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tetkik ve muhakematla ve âyât ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usûlü’d-din düsturları, şimdiki Risale‑i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 210)
Bediüzzaman Hazretleri, geçmiş asırlarda gelmiş müceddidlik makamındaki zâtlar bu zamanda olsaydılar, tasavvufî meslek tarzına bedel, Risale-i Nurun asıl vazifesi olan iman hizmetini esas alacaklarını şöyle ifade eder:
11- «Eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.» (Mektubat sh: 23)
Hem Risale-i Nur, kesbî ilim yolundan gidenleri takib etmeyip Kur’ânın bu asrın insanlarına bakan ve beşerî tasarrufu kabul etmeyen Kur’ânî bir meslek olduğuna dikkat çeken şu beyanlar:
12- «Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsiyle, herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’ân’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlûp olmayıp galebe etmiş.» (Mesnevî Nuriye sh: 8)
13- «Resâili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe‑i arşîsinden iktibas edilmiştir.» (Şualar sh: 690)
14- «Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.» (Şualar sh: 711)
Bütün bu tarzdaki beyanlar, Risale-i Nurun müceddidiyetini ifade eder. Müceddid ise hataları tashih eder ve inayet-i hassa ile istikamet-i tammeye mazhardır.
15- «Kur’andan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur’an-ı Hakîmin bir nev’i müstakim tefsiri ve hakaik-ı îmaniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan; o risaleler ve Sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’ana ve hakaik-ı îmana aittir. Mâdem öyledir bilâ-perva derim ki:
[1] وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ
sırrıyla, Kur’anda elbette bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet var. Kur’an o tefsirine hususî bakıyor. Çünki: Âyât-ı mühimmeden Sûre-i Hûd’ daki HAŞİYEفَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَعِيدٌ [2] âyeti bulunan sahifenin karşısında فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ âyeti, fâ-yı atf hariç olarak اِسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ makam-ı ebcedîsi bin üçyüz ikidir. Demek اِسْتَقِمْ deki emr-i has içinde bulunan hitab-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, o bin üçyüz iki tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek ondördüncü asırda Kur’andan iktibas edip, istikametsiz sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi gösterecek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dahil ediyor.
Hem o istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işaret ediyor. Halbuki, o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise, o adamın teşebbüsiyle neşredilen esrar-ı Kur’aniye, o asırda istikametde imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyaza remzeder.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 163)
Şu halde müceddidin mesleğinde yapılacak değiştirme, hakikat-i ve istikameti tağyir ve tahrib mânâsını taşır.
Hatta (gelecek zât) diye haber verilen o büyük şahsiyet “Risale-i Nuru kendine hazır bir proğram yapacak” (Bak: Emirdağ Lâhikası-l sh: 266 p.1 ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 9 p.2) şeklindeki beyandan anlaşılıyor ki, O zât dahi Risale-i Nurun esasatını ve düsturlarını değiştirmeden tatbik edecek.Hazret-i Üstad, senelerce takib ettiği mesleğinden ayrılmamayı, vasiyet makamında tavsiye eden beyanatının son kısmında, hassasiyetle şu hususu nazara verir:
16- «Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.» (Emirdağ Lahikası-ll sh: 80)
Bunlar gibi daha da nümuneler gösterilebilir. Fakat bu parçalar, maksadı açık gösterdiğinden yeterli görüldü.
Risale-i Nurdaki sarih beyanların gösterdiği ve esas teşkil eden düsturların, beşerî anlayışlarla ilga veya tebdil edilmemesinin bir hikmeti, risalelerin çoğu vehbi ilim ve ilham ile yazdırılmış olmasıdır. (Bk: İPA – İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 2294/2. p.) yani: Risale-i Nur’un ekserisi, manevî i’caz-ı Kur’andan geldiği ve dolayısıyla ilm-i beşerînin tasarruf edemiyeceği ortaya çıkıyor. Hatta Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurun müellifi olduğu halde, değil manasına tasarruf etmek, manayı taşıyan tarz-ı ifadesine de dokunamadığını beyan eder.
Ezcümle diyor ki:
17- «Yazdığım vakit, irade ve ihtiyarımla olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı.» (Şualar sh: 99)
Onbirinci Mektub hakkında da şöyle diyor:
18- «Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir sûrette idiler. Onlar ne hâl ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz!» (Mektubat sh: 488)
19- «Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işârât-ı Kur’âniye namına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış birşey gördünüz muhakkak biliniz ki, haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.» (Sözler sh:651)
20- «İnsan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 161) Buna benzer hayli ifadeler var. Evet kesbî ilim, ilhamla gelen vehbî ilme müdahale edemez. Risale-i Nur ise, ekseriyetle vehbî ve ilhamîdir. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
21- «Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.» (Barla Lâhikası sh: 138)
22- Evet «Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil ekseriyet-i mutlakayla sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor. » (Kastamonu Lâhikası sh: 210)
23- «Bazı sualler soruyorsunuz. Aziz kardeşim, yazılan galip Sözler ve Mektuplar, ihtiyarsız, def’î ve âni bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu. Eğer ihtiyar ile, Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem, sönük düşer, noksan olur.» (Mektubat sh:279)Bunlar gibi beyanlar, Risale-i Nur’un vehbîliğini gösteriyor ki ortaya koyduğu hakaik ve düsturlara, beşerî düşünce ve maslahat anlayışlariyle müdahaleleri kaldırmaz. Çünkü Kur’ândan irtibatı kesilir ve büyük felâkete kapı açılır. Hem yine Hazret-i Üstad kesbî ilmi, vehbî ilme tasarruf ettirilemiyeceğini ihtar makamında ve dâhi-i a’zam olmasına rağmen kendi şahsını misal göstererek diyor ki:
24- «Ben Kur’ân-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmıyacağım ve çıkarmak istemiyorum.» (Barla Lâhikası sh: 269)
İşte Hazret-i Bediüzzaman böyle derse, onun talebesinin, -ifade değişikliği yapmaya nisbeten en aşırı bir tasarruf sayılacak olan- düsturlardan değiştirmeye kalkışmanın ne kadar garib olacağı aşikârdır. Risale-i Nurda nazara verilen “teslimiyet” , “sadakat” ve “Risale-i Nura kanaat etme” nin bir hakikatı da budur.
Bu meselenin bir ince ciheti şudur ki: İlham-ı ilâhî, kâinatı yaratan Hâlik’ın yarattıklarını her cihetle ihata eden ilminden geldiği cihetiyle mu’cize-i maneviye sırrını taşır. Yani Allahtan başka hiçbir kimsenin kelâmı, hakaik-ı kâinata ve esrar-ı ilâhiyeye ve ihtiyacat ve ahval-i beşeriyeye ve terakkiyatına tam mutabık külli manaları tazammun edemez ve etmesi de muhaldır. Bu sır içindir ki, Kur’an namına manen vazifeli olan müceddidlerin eserleri, ekseriyetle ilm-i ledünden ve ilhamdan hissedardır. İlm-i beşerî edebî sahada parlak ve zâhiren şa’şaalı cümleler ortaya koyabilir. Fakat bu kelime ve cümleleri, Kur’anda “kelimat-ı Rabbî” (18:109) tabiriyle bildirilen ve mezkûr mana inceliğine de bakan küllî ilhamların ve hâlî ve hilkat kelimelerinin yanında sönük kalır. Risale-i Nurların senelerce ve defalarca ve hayat boyunca okunmasının bir hikmeti de bu sır olsa gerek.
Düsturların değişmezliği cihetindeki diğer ehemmiyetli bir hususta şudur ki: ibadet hakikatı, ilâhî emir ve yasak ve tavsiyelere göre hareket etmekle tahakkuk eder. Bu emir ve tavsiyeleri de hakiki ehliyetli zatların Kur’andan alıp yazdıkları mutemed eserlerinden öğreniriz. Binaenaleyh Kur’andan mülhem Risalelerdeki düsturlara beşerî tasarrufun girmesi halinde, o düsturların Kur’andan gelme vasfı zedelenir ve hizmetin ibadet olma hakikatı da zail olur. Bu hususa Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde dikkat çekilir. Mes’eleyi uzatmamak için icmalen bâzı hikmetleri hatırlatmakla iktifa edildi. Çünkü aynı mes’ele hakkında buna benzer daha pek çok hikmetler vardır.
[1] En’âm Sûresi, 6:59.
HAŞİYE Hattâ Resûl-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) ferman etmiş ki: شَيَّبَتْنِ سُو رَةُ هُودٍ yâni sûre-i Hûd’daki فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ âyeti beni ihtiyarlattırdı. Çünki ehemmiyeti azimdir. İstikamet-i tâmmeyi emrediyor.
[2] Hûd Sûresi, 11:105
[3] Hûd Sûresi, 11:105.